Menü

AŞIKTI, “GARİP”Tİ, HALK DERVİŞİ NEŞET ERTAŞ[*] / TEMEL DEMİRER

 

 

 

“Eksik bırakacağım şiirimi,
Onu sen tamamla!”[1]

 

“Nerede bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur,” derdi; Yaşar Kemal, “Bozkırın tezenesi” diye betimledi Onu.

Bozlakları ile ünlüydü; Kırşehirli bir ozandı; bir ekoldü. “Evvelim sen oldun ahirim sensin,” diye haykırmıştı; ‘Zahide’siyle maruftu.

“Kendisini Keremler’den, Mecnunlar’dan, Karacoğlanlar’dan, Kamberler’den, Pir Sultanlar’dan süregelen bir aşk kanalının getirisi olarak tanımlayan Neşet Ertaş’ı yetiştiren; tüm canları Hakk bilen, sanatı ibadet gören ve kutsal saydıkları sanatları yoluyla insan hizmetine aşk-ı sadakatle koşan Orta Anadolu Abdallarıdır.”[2] “Bana göre Neşet Ertaş’ın tınısı hâlâ aşılamamıştır,”[3] diyen -İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı Ses Eğitimi Bölüm Başkanı- Prof. Erol Parlak’ın ifadesiyle, “O, Anadolu’nun kalbiydi.”[4] “Bin Yılların Dervişiydi…”[5]

“İşini ‘aşk’ ile yaptı.”[6] Aşıktı. Çilekeşti. “Garip”ti.

Büyüklük taslamayan büyük bir dervişti. Asırlara yayılan bir kültürel mirasın temsilcisi, “yaşayan insan hazinesi”ydi.

“Abdallar yolunun tipik davranış formlarından biridir mala mülke, paraya pula değer vermemek. Parayı küçümserler. Parayı mesela dışkıya benzetirler. İnsanı kirlettiği için dışkıya benzetirler. Mülkiyet sahibi olmak yoktur onlarda. Neşet Ertaş da böyleydi. Ömrü boyunca çokça kazandı ama kazandığını geldiği gün yoksullara dağıttı. Zaten böylesi gani bir gönül ancak böyle bir kültür yaratabilirdi.”[7]

Onun hakkında “Gösterişli postlara sahip bir mutasavvıf değildi, garip bir halk dervişi idi,” vurgusuyla Ahmet Hakan bile şunu demek zorunda kalmıştı:

“Sosyalizmden falan anlamasa da azılı bir sosyalist gibi ‘eşitlik fikri’ne adamıştı kendisini… Büyüklenenlere ders verirdi. Kibirlilerden tiksinirdi. Ayrımcılık yapanlardan uzaklaşırdı. Gerçek zenginliğin gönül zenginliği, gerçek yoksulluğun ise gönül yoksulluğu olduğunu söyler dururdu.”[8]

Neşet Ertaş, malum sanatçı egosuna ya da kaprisine sahip değildir.

Kendisini özel bulmazdı; sadece aşıktır O. Yaptığı işi kendi deyimiyle “Gönül hızmatı”, kendisini de hızmatçı olarak görür. Ceketini dahi her çıkarışında izin ister dinleyicilerinden.

“İnsan tam ömrüne göre ölçmeli, bugün son ekmeğini yiyip ölçmeli, artan bir şey kalmamalı, eğer öldüğümde bir çuval unum kalmışsa, ben suç işledim demektir,” dercesine anti-kapitalistti.

* * * * *

“Yalan dünya”ya itirazı vardı.

Senelerce “kendim ettim kendim buldum, gül gibi sarardım soldum, eyvahh” diye haykırdı… İktidar tercihlerimizin nakaratını bundan daha güzel özetleyen bir şey olabilir miydi?

Neşet Ertaş, 4 Ağustos 2008’de ‘Agos’daki röportajında Abdal ve Bektaşi olduğu için çocukluğunda büyük sıkıntılar çektiğini belirterek şunları demişti: “Ben diyorum ki, insan ve insanoğlu var. Bunlara ayrı ayrı isim takmak suçtur. Bu bir ayrımcılıktır.”

Bir röportajında şarkıları için kimsenin telif ödemediğini; bunca yıllık hayatında şarkılarını kullanmak için sadece bir kişinin izin istediğini söyleyen Onun için Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık’ın bir anısını aktarmazsak olmaz:

“Sene 2000. Harbiye Açıkhava’daki konserin kulisindeyiz. Neşet heyecandan titriyor. Bir duble rakı vermeye yeltendim, istemedi. “Hasan bizimkiler dışarıda mı” diye sordu. Sanıyor ki konsere sadece İstanbul’da yaşayan Kırşehirliler gelmiş. “Abi yok” dedim, “bak şu perdenin kenarından, kimler var.” Üniversite öğrencilerini, her yaştan insanı, o tıklım tıklım kalabalığı görünce istedi, önce kabul etmediği o dubleyi.

Bir de, “Senden bir ricam var, bizimkiler, bir ceplerinde konyak şişesi bir ceplerinde tahta kaşıklar dışarıda bekliyorlardır. Garibanlar bilet alacak parayı bulamamıştır, benim paramdan kesin, garipleri içeri alın” dedi. Kapının önüne bir çıktım, 80-100 kişilik bir grup, aynen onun dediği gibi çimenlerde oturuyor. Zaten konser de onlar içeriye girdikten sonra başladı esas…”[9]

* * * * *

Sesinde, sazında, aşklarında, türkülerinde, yüreğinde hep Anadolu vardı.

Gönül insanıydı.

Anadolu’nun gönül zenginliğinin temsilcilerindendi.

Türküleri, aşka bulanmış gönüllerinin çığlığıydı

Sazın sözün ustasıydı.

1938’de Kırtıllar Köyü’nde Muharrem Ertaş’ın oğluydu. Anasının adı Döne’ydi.

Hocası Muharrem Ertaş’tı, babasıydı; gözlerini sürekli bağlamanın çalınıp türkülerin dillendirildiği bir ortamda açan bir çocuktan da “aşık” olmak, “ozan” olmak dışında ne beklenebilir ki zaten?

Muharrem usta ile Anadolu’daki en olgun seviyesine erişen abdal müzik birikiminin yorumcusuydu.

Bir zamanlar sadece ve sadece “Kırşehirli mahalli sanatçı” olarak bilinen Neşet Ertaş’ı binlerce, hatta milyonlarca saz çalıp türkü söyleyen diğerlerinden ayıran nedir? Onun sazının ve sesinin insanı büyüleyen sırrı nereden gelmektedir? Neredeyse yarım asra varan bir süreden beri gerçek anlamda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu esrarlı sesin, sazın ve yorumun arka planında neler ve kimler vardır?

Sazı gümbür gümbür ses veren, adeta davula eşlik edercesine sazının göğsünde pençesiyle sesler çıkaran, hep samimi ve kendi hâlinde yüreğinin acılarını ve kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiç bir medyatik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten adeta köşe bucak kaçarak pek ortalıklarda görünmeyen; etnik kimlik çağrışımlarına prim vermeyen, sazından, sözünden ve sesinden gayri hiç bir şeyden medet ummayan bu “garip” insanı tanımak kadar tanımlamak da gerçekten zor.

Onun sanatı ile hayatı o kadar iç içedir ki, çalıp çığırdığı türkü ve bozlaklarında bütün bir hayat hikâyesini bulmak mümkündür sanki.

“Halk müziği ölümsüzdür. Yeter ki yürekten okuyan, yürekten çalan olsun,” diyen O yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan öyle bir yorumlar. Ona öyle bir ruh ve hava verir ki, adeta yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz.

Neşet Ertaş’ın özelliği, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.

Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hâkimiyetiyle bütün yollardan türkü söyleyerek geçen Ertaş, babasının “Bize garip derler,” şiarını bir amentü belleyerek “Garip” mahlasını kullandı.

Ve Cem Karaca’nın kendisi hakkında Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük caz ustası dediği O, sanki bir cazz ve blues sanatçısıdır… Türkülerinde acısıyla, hüznüyle, aşklarıyla ve sevinçleriyle -bozkırlarda, tarlalardaki- Anadolu insanının sesi soluğu olmuştu.

Sözleri ve müziğiyle dünyanın en derin yalınlığına çeker insanı. Son derece sahici ve güçlü bir anlatısı vardı.

Örneğin bir türkü meclisinde istek üzerine “Zahidem”i söylerken; Türküyü bu denli içten söylemesi üzerine eşraftan birisi, bu aşk hikâyesine atfen, “Aslı var mı?” diye bir sorunca usta yanıtlar: “Aslı olmasaydı Kerem bunca yanar mıydı?”

Özetle “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez/ Gönülden gönüle gider, yol gizli gizli,” diyen sazın efendisi, sözün tek hâkimi, aşık geleneğinin büyüğü Neşet Ertaş yoktan yokluktan gelen birisidir. Emeğinin karşılığını alamamışlardandır.

Ahmed Arif’in Anadolu’sundaki ozandı. Onu dinlerken; Anadolu kokusunu solursunuz.

* * * * *

Pınar Aydınlar’ın, “Bozkırın Tezenesi diye anılan yoksulluğun, aşkın, vefanın dilidir. Müziği özgürdür,”[10] diye tanımladığı O bozkırdaki halkın yaşam kültüründen, inanç biçimi ve geleneksel değerlerinden süzdüğü türküleriyle, Pir Sultan’dan Dadaloğlu’na Karacaoğlu’ndan Aşık Veysel’e kadar uzanan halk ozanlığı geleneğini başarı ile sürdürdü.

“Bildik bir ses ve duygu idi. Orta Anadolu’ydu O”[11] ya da “Abdalların en saf hâli”ydi[12] ve birçok kimse Neşet Ertaş’ın Alevîliğinden haberdar değildi”![13]

“Abdalın aslı yoldur, gönlü teldir. Tel koparsa ‘ahenk ebediyen kesilir’. Neşet de bir yol oğludur, yol sefilidir. Aşikâr olanı bilmezden gelmenin ne yararı var? Biz de mi dava güdelim, o bizden, o değil diye? Abdal yoldaki Ali’dir, Ali yolunda gidendir. Kazak Abdal’dan Kaygusuz’a Pir Sultan Abdal’a abdalın yolu birdir, bellidir.”[14]

İnsan olmanın ve kalmanın erdemini, zayıflığını, hüznünü, coşkusunu, hoşgörüsünü yaşatan Neşet Ertaş göçebe, yersiz yurtsuz abdallıktan vazgeçmedi. Gönlünü insana verdi; bütün insanlığa…

Sevmeyi hiç bırakmadı. Dünyaya bunun için gelmişti sanki. Aşık, hep aşıktı; “Anadan doğma güzele aşık. Güzel kim? İnsan” deyişindeki üzere…

“Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk,”[15] “Zenginsen ya bey derler ya paşa,/ Fukaraysan abdal derler ya çingan haşa” dizeleriyle sosyal adaletsizliğe “Hayır” diyendi; türkülerinde bile şivesini bozmamacasına…

* * * * *

Ölümüyle bağlamanın bir teli daha koptu…

“Kalp nedir?” sorusunu, “Taşa toprağa gerek kalmadan insanın gömüldüğü yer,” diye yanıtlayan O; 25 Eylül 2012’de İzmir’de tedavi gördüğü hastanede prostat kanseri nedeniyle yaşamını yitirdi.

74 yaşında hayata veda eden “Bozkırın Tezenesi”nde, geride ‘Gönül Dağı’, ‘Yalan Dünya’, ‘Mühür Gözlüm’, ‘Neredesin Sen’, ‘Yanıyorum’, ‘Ahirim Sensin’, ‘Zahidem’ gibi gönüllerden silinmeyecek türküler kaldı…

 

TEMEL DEMİRER

7 Eylül 2019 21:59:56, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] İnsancıl, Yıl:29, No:351, Ekim 2019…
[1] Melih Cevdet Anday, Ölümsüzlük Ardında Gılgamış, Adam Yay., 1982.
[2] Hatice Tuncer, “Erol Parlak: Garip Bülbül Neşet Ertaş”, Cumhuriyet Kitap, No:1218, 20 Haziran 2013, s.12-13.
[3] Erol Parlak, Garip Bülbül Neşet Ertaş – Hayatı, Sanatı, Eserleri, Demos Yay., 1. Cilt, 2013.
[4] Serbay Mansuroğlu, “Prof. Erol Parlak: O, Anadolu’nun Kalbiydi”, Birgün, 13 Mart 2013, s.13.
[5] Sümeyra Tansel, “Erol Parlak: Bin Yılların Dervişiydi”, Taraf, 16 Mart 2013, s.14.
[6] Ayşe Büşra Erkeç, “Bayram Bilge Tokel: ‘Bozkırın Tezenesi’ Ödülüyle Anılacak”, Yeni Şafak, 26 Eylül 2013, s.19.
[7] Şerif Karataş, “Erol Parlak: Tarihe Kendisini Kaydeden Usta”, Evrensel, 25 Eylül 2013, s.7.
[8] Ahmet Hakan, “Neşet Ertaş Hakkında 10 Şey”, Hürriyet, 26 Eylül 2012, s.4.
[9] “Hasan Saltık: Güle Güle ‘Yalan Dünya’…”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2012, s.21.
[10] Ceren Çıplak Drillat, “NeşeDertAşk”, Cumhuriyet, 25 Eylül 2018, s.13.
[11] Cengiz Çandar, “Gönlüm Hep Seni Arıyor, Neredesin Sen?”, Radikal, 26 Eylül 2012, s.16.
[12] Orhan Tekelioğlu, “Bir Abdalın Ardından…”, Radikal İki, 30 Eylül 2012, s.15.
[13] Ali Kenanoğlu, “Neşet Ertaş’ın Alevîliği, Evrensel, 29 Eylül 2012.
[14] Haydar Ergülen, “Yürürden Abdal, Gönülden Dağ”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2012, s.17
[15] Doğan Hızlan, “Türküler Acıların Aynasıdır”, Hürriyet, 30 Eylül 2012, s.25.

 

Kategoriler:   Biyografi, Müzik