Menü

BEDRİ RAHMİ EYUBOĞLU / Önder ŞENYAPILI

 

 (1911-1973)

 

1913’de Karadeniz kıyısındaki Görele’de doğmuşum. Beşkardeşin ikincisiyim. Babam Görele kaymakamıymış. Daha sonra Orta Anadolu’da çeşitli ilçelerde kaymakamlık yapmış İstiklâl Savaşında Kütahya ve Artvin mutasarrıfı olmuş, daha sonra da Trabzon milletvekili olan Rahmi Eyuboğlu edebiyat severdi. Beşkardeşi de bir araya toplayıp bize Victor Hugo’dan, Moliere’den tercümeler yapardı. Bu edebiyat sevgisini anamızın Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan’dan boyuna tekrarladığı türküler, ninniler, ilâhiler beslerdi. Lisenin 10. Sınıfına kadar resmin R’sinden haberim yoktu. Resim ödevlerimi lisede iki yaş büyüğüm olan Sabahattin Eyuboğlu yapardı. 10 numara aldığım tek ders Türkçe ve edebiyat olmuştur. Eğer Edebiyat Fakültesi liseyi bitiremeyenlere gel deseydi, kuşkusuz o tarafa yönelirdim. Akademiye girmeden önce aylık dergilerden birinde şiirim, günlük gazetelerden birinde hikâyem yayınlanmıştı. Akademide önce Nazmi Ziya atölyesinde ikinci yıl Çallı atölyesinde çalıştım. Büyük bi tesadüf babamla Çallı’yı karşılaştırıyor. Çallı babama:

— Ne yap yap oğlunu bir an evvel Avrupa’ya gönder diyor, o benden alacağını aldı.

Sene 1930. O yıl Fransa’dan tatile gelen ağabeyim iki yıllık Akademi işlerimi görünce Çallı’nın öğüdünü de duyunca devletin kendisine 5 yıl süreyle verdiği bursu benimle paylaşmayı göze alıyor. 1930 yılında onunla Fransa’ya gidişimiz meslek hayatımın en önemli olayıdır. (…)

1930-1935 dönemine yüzde yüz bilinçli bir çalışma diyemem. Kalsiyumsuz kalan bebeğin kireci yalaması gibi bir dönem bu. Ama 40 yıl sonra kafama dank diyen bir dönem. Bilinçsiz olarak yöneldiğim yola 40 yıl sonra tekrar döndüm. 1935-50 arası 15 yılım ortasından ikiye bölündü. Bu dönemde öğretmenlik ve ressamlığı at başı yürütmeye çalıştım. (…) Araya giren 2. Dünya Savaşı 1950’ye kadar dışarı çıkmak olanaklarımı yok etmişti. Ancak 1950 yıllarında 5-6 ay Paris’te kalmak nasip oldu. 35-50 arası daha çok öğretmenliğin verdiği bir hızla yazı hayatına bağlanmıştım. Bu 15 yıl içinde çeşitli dergiler ve günlük gazetelerde 4-5 kitap dolusu yazım çıktı. Bunların en az yarısı Akademideki derslerimdi. Ama bu arada, yani bir taraftan resim yapıp bir taraftan öğretmenliği sürdürürken bir yandan da günlük gazetelere makale yetiştirirken araya şiir karışıyordu. (…) 1950-1960 yılları resim çalışmalarım, öğretmenliğn dışında bir tasaya yöneldi. 1950’de Paris’te öğrenci hayatımızda adı geçmeyen yepyenibir müze kurulmuştu: (İnsan Müzesi). Bu müzede yeryüzünün her yanındaki yaratıkların el işleri sergileniyordu. Bu müze bana yepyeni bir ufuk açtı: Güzel faydalı olabilir, faydalı olmak güzelin gücünü eksiltmez:

Ben arıya arı demem
Arının balı olmalı
Ben güzele güzel demem
Güzel faydalı olmalı

Bayramdan bayrama neyleyim güzeli
Güzel dediğin her Allahın günü yanıbaşımızda olmalı
Yağmur misali
Hepimizin bahçesine yağmalı
Güzel dediğin yağmur misali, hepimizin olmalı.

1950-1960 arası bu anlayış ağır bastı. 1951’de yerli yazma tezgâhlarını bir bir dolaştım. İşçilerle, ustalarla dost oldum. Yazmacılığın sanat tarafı tükenmiş, zenaat tarafı ağır basıyordu. Bu güzel geleneğe bütün gücümle resim alanından bir şeyler aktarmaya çalıştım. Bu bir tür gravür işçiliğiydi. Sanatçının işini kendi eliyle çoğaltabilmesini sağlıyordu. (…) 1960 yılında California Üniversitesinin davetli hocası olarak Berkley’de başlayan dönem 1970’e kadar sürdü. Bu dönemin en büyük özelliği rengi birinci plana alma çabasıydı. (…) 1950-1960 döneminde halk sanatlarındaki biçim cesaretine vurulmuştum. Ama 1960-70 arası gözüme ışık tutulmuş gibi renklerle kamaştım, renklere bulaştım. 1960-70 arası yepyeni renkler bulmak için yepyeni dokumalar, araçlar, gereçler bulmaya savaştım. (…)

Sevincim mesleğe başladığım anda ana kaynaklara elini uzatmış olmaktan geliyor. Yukarıda adını ettiğim çocukların kireç yalaması misali. Üzüntüm de bu güzel, cömert kaynaktan dilediğim kadar faydalanmamış olmaktan geliyor.

Bir noktayı biraz geç de olsa belirtmem şart: 1930’da Paris’te tanıdığım sapına kadar ressam bir Rumen’le 1936’da İstanbul’da evlendik. İkinci Dünya Savaşının başladığı gün bir oğlumuz oldu. Ben askerdim. Dokuz ay sürecek yedek subaylığım 3 yıl sürdü. 1941’de terhis oldum. 1943’de ikinci defa askere çağrıldım. Bu güç günlerde eşim sahici bir sanatçı olmasa idi ve birbirimizi sonuna kadar desteklemeseydik, zor dayanırdık. Bugüne bugün bir de torunum var. On yaşında torunum Rahmi bey ellerinizden öper.” (Bedri Rahmi Eyuboğlu: Resme Başlarken, bilgi, 1986, s. 19-23)

Kendi kaleminden ‘Sanat Hayatı’nı böyle yazar Bedri Rahmi Eyuboğlu. Verdiği bilgilere Turan Erol bilgi ekler:

Adı aslında Bedrettin’di, ama aile içinde ona ‘Bedir’ derlerdi. Trabzonlular Kadri’ye Kadir, Bedri’ye Bedir derlerdi. Bedri Rahmi annesinin Kara Oğlu Bedir’di. Lütfiye Hanım’ın Sarı Oğlu da Sabahattin’di” (Turan Erol: Bedri Rahmi Eyubuğlu, Cem, 1984. S. 15)

Yukarıdaki satırlarından da çıkarsanacağı üzere, Bedri Rahmi Eyuboğlu, şair, yazar ve ressamdır. Daha çok ressamlığıyla tanınır. Bense, onu şiir ve yazılarından tanıdım öncelikle. Elbette yazıları ressam olduğunu bağıra bağıra duyuruyordu ama, resimlerini çok daha sonraları gördüm. Yazılarını büyük bir beğeniyle okuyordum.

İlk okuduğum şiiri, (belki de Türkçe Okuma kitabında yer alıyordu, kesin anımsamıyorum) “Param Parça” idi. Başka türlü bir tadı vardı; bir anlamı vardı. Düşündürücüydü. Yorumlatıcıydı. Etkilenmiştim.

Ağaç bütün
Işık bütün
Meyve bütün
Benim dünyam param parça

Büyük bir ayna kırılmış
Kırılıp yere dökülmüş
Kâinat içine düşmüş Düşmüş amma param parça.

Yaprak yaprak yapıştırdım
Diyar diyar dolaştırdım
Bir alevdir tutuşturdum
Yandım anma param parça.

Şiirleri sesleniyordu bana. Etkiliyordu. Çevremdeki kimilerinin şairliğine dudak büktüklerine tanık oluyordum.

Ortaya çıktı ki, çok sevdiği ağabeyi Sabahattin Eyuboğlu da pek sıcak bakmamış şairliğine. Bedri Rahmi kırılmış bu tutumuna. Sabahattin Eyuboğlu’nun Paris’ten kardeşine gönderdiği 9 Temmuz 1948 günlü mektupta yazdıkları açık seçik sergiliyor durumu:

“Senin şiir kitabının çıktığını başkalarından ve sonunda ‘Varlık’ın son sayısından öğrendim. Bana göndermeyişin şiir konusundaki tartışmalarımızın sonucu mu? Öyle ise çok üzülürüm. Konuştuğuma pişman olurum. Senin şair yanını hararetle tutmayışımın, şiirlerini sevmeyişimden, değerlerini görmeyişimden olmadığını bilirsin. Bu konuda senin duyarlı olduğunu gördükten sonradır ki, şiirlerine daha doğru şairlik yanına kuşku ile bakar oldum. Bu kısa ömür içinde iki ayrı sorumluluk yüklenmene taraftar olmadım. Yüreğini ikiye bölmeni istemedim. Bu düşünceden dolayı şiirlerin aleyhine içimde bir kompleks türedi. Onlara üvey evlat gibi baktım, ama madem sen gayri iki sanata birden angaje oldun, ben de kendimi seni ikisinde birden görmeye alıştıracağım. Yani şiirinde de resmine olduğu kadar umutlar koyacağım. Yalnız şiirle alışverişim, resimden çok olduğu için, arasıra edeceği ileri geri laflar hoş görülsün. Böylece ben de ön yargıdan kurtulmuş olurum.” (Bedri Rahmi Eyuboğlu: Kardeş Mektupları, bilgi, 1985, s.284)

Ressam Turan Erol, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nu incelediği kitabında, Bedri Rahmi’nin ozan arkadaşlarının yanında ozanlığını ortaya koymaktan kaçındığını, arada bir de şiirlerini okumaktan hoşlandığını; ozanların onu, ressam olarak benimsediklerini, Balyoz sokağındaki atölyesine sık sık gelen Orhan Veli, Sait Faik, Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Asaf Halet Çelebi ve Sabahattin Ali’nin gözünde onun bir ressam olduğunu, Orhan Veli’yle çok iyi anlaştığını, en sevdiği arkadaşı olduğunu vurguladıktan sonra,“Ozanlık ve Ressamlık Sorunu” alt-başlığı altında der ki:

“Yazıyla resim arasında uzun süre bocalayan Bedri Rahmi sonuçta iki uğraşı bir arada yürütmeğe karar vermiş görünür. Ölümünden sonra ozan, yazar arkadaşları onun ressam yönünü öne almış göründüler. Bedri Rahmi’nin resim alanındaki engin ve sayısız üretimi göz önünde tutulursa, daha çok ressam yönünün ağır bastığı söylenebilir. Ne var ki bu durum onun ozan olarak geriye itilmesine neden olmamalıydı.

Daha doğrusu, Bedri Rahmi’nin şiir ve yazı alanındaki çabaları başta ağabeyi Sabahattin Eyuboğlu olmak üzere, yazar ve ozan dostlarınca dizginlenmek istenmemeliydi. Bildiğim kadarıyla Sabahattin Eyuboğlu, kardeşinin bütün gücünü resme vermesinden yanaydı. Ona yakın kimseler, ozanlar da bu kanıyı paylaşıyorlardı. Örneğin ben Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir davranışını, çok içten ve sevimli görünse de, yadırgatıcı bulurum.

Bedri Rahmi Ankara’da bir gece Sabahattin Eyuboğlu’nun evinde içkiyi epeyce kaçırmış olan Cahit Sıtkı’yı evine götürmek için koluna girer, dışarı çıkarır. Cahit Sıtkı yolda Bedri Rahmi’nin ‘Kırk Odalı Konak’ şiirinden bir bölüm okur ve sonra ağlayarak duygularını açıklar:

‘O küçük kız yok mu, o küçük kız. Ben onu öyle tanıyor, öyle seviyor, ona öyle acıyorum ki…’

Bedri Rahmi ötesini şöyle anlatır: (B.R.Eyuboğlu: “Cahit Sıtkı İçin”, Cumhuriyet, 15 Ekim 1956):

Cahit Sıtkı’nın benim şiirimden bir parçayı ezbere okuması beni nasıl sevindirmezdi….

— Sağ ol reis’ dedim.

— Ama dur. Ben sana bir şey söyleyeceğim. İster darıl bana, ister gücen. Ama bunu söylemezsem içim rahat etmez ki. Bu şiir güzel. Bunu ne kadar seviyorum, bilemezsin. Ne zaman okusam gözlerim dolar. Ama ne olursun sen resmi ihmal etme. Sen her şeyden önce ressamsın, bunu unutma!.. Kendi elinle kendini ikiye bölme. Kendine acı…

Onu kucakladım öptüm Dostun iyisi böyle konuşur işte. O gene tatlı tatlı ılık ılık ağlıyordu:

— Yapma!.. Diyordu. Yapma, yazıktır.’”

Burada alıntıya bir ara vererek Cahit Sıtkı’nın okuduğu Bedri Rahmi şiirin o ilk bölümünü görelim. Bedri Rahmi, şiiri, Asaf Halet Çelebi’ye adamıştır:


Birinci odanın penceresi denize bakar

Denize bakan odada üşüyen bir çocuk var
Üşüyen çocuk durmadan gemilere bakar
Gözlerinde tomurcuklanan arzular
Kulaklarında salkım salkım
Donan sesler var.

İkinci odada saçları baden yağıyle taranmış
Küçük bir kız var
Bir bayram sabahı yeni elbiselerini giydirdiler
Saçlarını sımsıkı taradılar
Kurdelâlarını taktılar
Onu çok güzel bir yere götüreceklerdi unuttular

Dönelim Turan Erol’a:

“Cahit Sıtkı’nın sözleri Bedri Rahmi’yi için için üzmemiş olamaz. Ama o üzüntüsünü belli etmemeğe çalışmıştır. Ozan arkadaşlarına şiir konusu açıldığında söz önceliği vermeğe özen gösterirdi. Sevdiği ozanlardan açık yürekle, dolu dolu sözcüklerle söz ederdi. Cahit Sıtkı, Orhan Veli, Külebi, Dıranas, sevdiği çağdaşlarıydı. Bir süre, Cahit Sıtkı’nın ‘Kendiliğinden’ adlı şiirinin:

Gök maviliğinden, dal yeşilinden
Bir türkü söylenmede kendiliğinde

dizeleri dilinden düşmemiş, sonunda

Portakal kabuğundan, kavun diliminden
Havalandı nakışlar Avşar kiliminden.

dizelerini yazınca rahatlamış, ve iki şiir arasındaki bu ilişkiyi bir yazısında (B.R. Eyuboğlu: “Kendiliğinden”, Cumhuriyet, 11 Temmuz 1955) kendi açıklamıştır. (…)

Her şeye karşın Bedri Rahmi ne yazarlığı, ne ozanlığı bırakacaktır. Resmi, şiiri, yazıyı, hem de düzenli gazete yazarlığını bir arada yıllarca sürdürecektir. Kendisine yalnız resim alanında at oynatması öğüdünü verenlerden daha çok şiir ve yazı yazacaktır.” (Turan Erol: a.g.k., s.99)

Turan Erol, Bedri Rahmi’nin Cumhuriyet’te yayımlanan “İster yaz ister yazma” başlıklı iki yazısından ikincisini alıntılar daha sonra. Yazıda şöyle der Bedri Rahmi:

Benim anladığım sanatçı canını dişine takarak bazen sayısız işler koyuyor ortaya. Zaman değirmeni başlıyor dönmeğe. Bin işten bitane kalıyor. Yüz işten iki tane… Sanatçı bu kadar evlâttan hangisinin kalacağını önceden biliyordu diyebilmek kimin haddine?..”

Bedri Rahmi yazmağa, daha doğrusu yazı yayımlamağa on yıldan çok niye ara verdiğini, niye yeniden başladığını Mernuş’la konuşarak anlatır. Mernuş, kolayca anlaşılabileceği üzere, ağabeyi Sabahattin Rahmi Eyuboğlu’dur:

Yazmak kime, yazmak niye, yazmak niçin, yazmak ne biçim, konularını incelerken bizim Mernuş çıkageldi.

‘Birader ya yazıya ver kendini ya resme. Kendi elinle kendini, ikiye bölme. Yazık oluyor sana, yaşını başını aldın, karar ver!.. Ya yazı, ya resim! Bir koltukta iki karpuz oluyor olmasına ama karpuzlar elma kadarsa oluyor, ceviz kadarsa oluyor, karar ver Allah aşkına, ne atarsan aşına o gelsin kaşığına.’ Mernuşa’a sonsuz güvenim var, Mernuş haklı. Ömür boyu benim iyiliğimi isteyen candan bir insan. Aslında bana yazı mikrobunu aşılayan da kendisi. Benim ilk gözağrım da yazı, daha resmin R’sinden haberim yokken birkaç yazım dergilerde gazetelerde basıldı. Lise sıralarında sıkıntıdan boğulmak üzereyken bana cankurtaran simidi diye, resim yerine edebiyatı atsalardı şaşmadan yazıyı seçerdim, yazmağa çoktan hazırdım. V. Hugo’nun adını beş yaşında duydum, ressam Corot’nun adını yirmisinde, tadını otuz beşinde. Mernuş bu güzel öğüdü verirken kırkı aşıyordum. Mernuş; seç birini derken, resmi gösteriyordu, haklıydı, yirmi yıldır ekmek paramı resim sağlıyordu. Resme başladıktan altı yıl sonra resim hocası oldum. Ah bu resim hocalığı!.. Hoca olmadan önce Tekelde memurdum, resimle en ufak ilişkisi olmayan bir büroda esniyordum! Hocalık beni mesleğime kavuşturdu diye deliler gibi sevindim. Ressamlıkla, resim hocalığının, birbiriyle ilişkisi olmadığını yirmi sene sonra anlayınca, iş işten geçmişti.!..

Bu konuyu hiç açmadım Mernuş’a, ayağına batan çiviyi senden önce başaksının duymasını beklemek olur mu? Mernuş ya yazı, ya resim diye dayatınca:

Ah dedim, sen yazıdan anladığın kadar resimden anlasaydın, hiç ama hiç şaşmadan tutardım sözünü. Ama sen hayatını yazıya verdin ben resme, ikimiz de bunlardan yalnız birisinden sorumluyuz…

Sen misin!.. Mernuş içerledi bu söze! Edebiyattan başka sanat tarihi de yapmıştı, Avrupa’da, hem çok iyi yapmıştı bu işi. O gücendi bana ama, ben tuttum onun sözünü. Tam on yıl çekildim yazı dünyasından. Yazıyordum yazmasına kendim için. Yirmi yıllık alışkanlık bu! Sigara gibi, rakı gibi musibet. Meyhanede içecek yerde, yalnız başıma içiyordum…

On yıl geçti aradan. Bu süre içinde bizim Mernuş yirmi yıllık mesleği yazıyı bırakmadı, ama bir yandan da bütün gücüyle bambaşka bir işe fotoğrafa, küçük çapta sinemaya sarıldı. Çok ama çok güzel işler çıkardı. Yazılarından hiçbiri henüz Avrupa’ya ulaşmamışken, ilk yaptığı küçük film Avrupa’da derece aldı. Şaşmadım bu işe, sevindim! Aradan geçen on yıl bana şu gerçeği bigüzel belletti: benim yazıdan arttırdığım, resme eklenmiyordu!.. Bir ana boru tasarla. Ucunda iki musluk var. Ana borudan gelen su ikiye bölünüyor. Tıka bunlardan birini su bütün hızıyla ötekine yönelir değil mi. Yoooo… Kazın ayağı öyle değil! Öteki musluğa bir damla su gelmesi şöyle dursun… Berikinin de tadı kaçıyor! Su yerine hava geldiği oluyor! Bu yüzden sitem etmedim Mernuş’a. Yapıcı olmayan sitemden soğuk ne var? Tekrar yazıya başlamaya karar vereli altı ay oldu. Öyle bir hırsla başladım, o kadar çabuk, o kadar uzun, o kadar çapraşık yazdım ki, kendi yazımı okuyamaz oldum. Bir yandan yazıyor bir yandan yırtıyordum yazdıklarımı. On yıldır yazılmamış konular, üst üste çekilmiş fotoğraflara dönüyor, birini yazarken öteki bulaşıyor, bunalıyordum. Ama şuna inanıyorum: Yazmak şart. Yazmak bir borç, kaçınılmaz bir ödev. İçinden geleni yazdın mı yalnız dost değil düşman da edineceksin, bazen ekmek parandan, bazen en sevdiklerinden olacaksın. Ama kurtuluş yok yazacaksın, yurdunu seven her okur-yazar gibi kendini yazmağa zorlayacaksın.” (Cumhuriyet, 21 Aralık 1974)

2013 yılının Kasım ayında İzmir/Bornova Dramalılar Köşkü’nde açılan sergisi için hazırlanan katalogda yer verilen yazısında der ki Bedri Rahmi:

Ressamlara soruyorlar, diyorlar ki: Bedri nasıl ressamdır? Ressamlar hiç gözlerini kırpmadan diyorlar ki: ‘Ressamlığını bilmiyoruz ama şairler iyi şiir yazdığını söylüyorlar’.
Şairlere soruyorlar, aynen onlar da hiç şaşmadan, ‘Şiiri hakkında bir şey söyleyemeyeceğiz ama ressamlar iyi ressam olduğunu söylüyorlar’ diyorlar. Yani, ben bu iki çizgi arasında bugüne kadar geldim.”

Bedri Rahmi haftada bir mi, on beş günde bir mi Cumhuriyet’e yazardı. Melih Cevdet gibi. İkisinin yazı günlerini iple çekerdim. İkisinin de üslubu, değindikleri konular beni etkilerdi. Severek okurdum yazılarını. Resimleriyle, düzyazı ve şiirlerinden sonra bilgi edindim.

Bedri Rahmi’nin ‘Yazmacılık’ dönemi ürünlerini, çok yıllar sonra, Melih Cevdetköy konulu resimleri’ diye anar. Turgut Zaim’in “bugün kapışılan resimlerini yaptığı günlerde çevresinden pek de ilgi görmediğini” belirtir ve der ki;

“O zaman Turgut Zaim’i gölgede bırakan, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun ünüydü. Fakat Bedri köy konulu resimlerinde öyle bir gelişme gösterdi ki, köy çorabı, heybe ve örtü desencisi oldu çıktı, figürler bu desenlerin altında silindi gitti. Böylece ben resimde köycülüğümüzün bir soyutlamaya dönüştüğünü düşünmeye başladım. Bir kentli gibi değil de, bir yabancı gibi bakıyorduk köylüye ve onun elinden çıkma eşyaya hayran oluyorduk. (…) Köy neydi, nereye gidiyordu ya da nereye gidebilirdi? Bilmiyorduk. Bir köyümüz vardı orda, o kadar.

Bir gün Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun teknesiyle Boğaziçi’nde dolaşıyorduk. Bedri, o akşam için beni evine çağırdı, Âşık Veysel gelecek,’ dedi.

Ben de, ‘Bu akşam Oistrah’ın konseri var, oraya gideceğim, gelemem,’ dedim.

Bedros’un yüzü değişti.

‘Reis,’ dedi, ‘Âşık Veysel dururken Oistrah’a gidilir mi?’

‘Gidilir,’ dedim kısaca.

Bedri Rahmi, ağabeyine her konuda çok güvenirdi, ona baktı.

Sabahattin Eyuboğlu başıyla beni doğrulayınca duruldu Bedri, yatıştı.” (Melih Cevdet Anday: “Cemaatler”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 1983)

İlerlemeden, yukarıdaki konuşmada geçen ‘Reis’ ve ‘Bedros’ ünlemelerini açıklığa kavuşturmalı. Gene Melih Cevdet Anday’ın anlattıklarından:

“Bedri Rahmi Eyuboğlu ‘reis’ diye konuşurdu karşısındakiyle, yalnız konuşurken değil, yazarken de kullanırdı onu ünlem olarak. Bana anlattığına göre, askerliğinde tanıdığı bölük komutanı herkese ‘reis’ dermiş de ondan alışmış.” (Melih Cevdet Anday: “Efendimiz”, Cumhuriyet, 17 Mayıs 1982)

Turan Erol, “Bedri Rahmi, görevli olduğu birlikte tanıdığı bir levazım teğmeninden hep sevgi ile söz ederdi. Ölünceye kadar dilinden düşmeyen ‘Reis’ sözcüğünü levazım teğmeni Selâhaddin’den kapmıştı. Kalender, zeki, sevimli teğmen Selâhaddin kantinin kedisinden tutun da eşe dosta, uçan kuşa ‘reis’ dermiş, Bedri Rahmi’ye de özel bir dostluk gösterirmiş” yazar. (Turan Erol: Bedri Rahmi Eyuboğlu, Cem, 1984, s.75-76)

“‘Reis’ sözcüğünü yedek subaylığında tanıdığı bir yüzbaşıdan aldığını söylemişti. Diline öylesine doladı ki, kendi adı yaptı çıktı onu. Hatta birine seslenmek için hepimize bir kolaylık da sağladı. Bir gün ona, ‘Yazılarında da kullanıyorsun bunu ama sözgelişi Anadolu kasabasından birindeki bir okur ne der buna, şaşmaz mı?’ diye sordum.

‘Bizim nasıl konuştuğumuzu öğrensinler, reis,’ dedi.

Bizim aramızda bir adı da ‘Bedros’tu. Yedek subay okulunun on ikinci döneminde beraberdik. Harbiye’deki son dönem. Aynı bölümdeydik ama sınıflarımız ayrıydı. (…) Mustafa Seyit Sutüven, İlhan Berk, Mustafa Niyazi ve Mümtaz Zeki de o dönemdendir. Ders aralarında buluşur, konuşurduk. Bedri’yle karşılaşınca ona Ermeni ağzıyla, ‘Bedros, yine şairliğin üstündedir oğlum!’ diye seslenmeyi âdet edinmiştik. Ben bir gün Bedri’nin sınıfının kapısını açtım, daha ders başlamamış gibi gelmişti bana. ‘Bedros, yine şairliğin üstündedir oğlum!’diye bağırdım. Bütün sınıf susuyordu. Meğer tabiye öğretmeni kürsüdeymiş, ders başlamış.” (Melih Cevdet Anday: “Akşamı Beklemek”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 1983)

Sanat yaşamını anlattığı (bu yazının girişinde yer alan) yazısının sonunda “1930’da Paris’te tanıdığım sapına kadar ressam bir Rumen’le 1936’da İstanbul’da evlendik” der ya, o Rumen’in adı Ernestine’dir. Eren olmuştur, Eren Eyuboğlu. Ernestine ile Bedri‘nin nasıl tanıştıklarını anlatır Turan Erol:

“Eren Eyuboğlu Bedri’nin Lhote Akademisine geldiği ilk günü anımsamaktadır. Günlerden bir gündü. Eren, (Ernestine) her zaman olduğu gibi, kendini işine vermiş, çevresiyle ilgisini kesmiş olarak, resim üçayağının önünde çalışıyordu. Neden sonra arkasında, duvar dibindeki bir sandığın üzerine yarı yan gelerek kendisini izleyen, ince, esmer kıvırcık saçlı delikanlıyı fark etti. Delikanlı ona gülümseyerek bakıyordu. ‘Çok güzel gidiyor!’ dedi, sonra. Eren aldırış etmez bir tavırla çalışmasını sürdürecekken delikanlı genç kıza Cemal Tollu’yu tanıyıp tanımadığını sordu, onu görmek için geldiğini söyledi.

O gün Cemal Tollu atölyeden biraz erken ayrılmıştı. Eren’den André Lhote’un düzeltme günü görmek istediği herkesi orada görebileceğini öğrenen Bedri, belirtilen günde Lhote Akademisine gitti, Cemal Tollu’yla buluştu. Düzeltmelerde, Lhote’un öğütlerini dinledikten sonra, Ali Çelebi’nin Almanya’dan gönderdiği resimleri görmek üzere, Cemal Tollu’nun kaldığı otele gidildi. O gün Cemal Tollu’nun oteline giden değişik uluslardan bir küme genç sanatçı arasında Eren de vardı. Otel odasında Çelebi’nin resimlerine bakılırken nasıl olduysa Bedri’nin ceketinin koluna boya bulaştı. Eren Bedri’ye yaklaştı, kolunu tutarak terebentinle ıslattığı bir bezle boya lekesini temizlemeğe koyuldu. Ama içinden gelip geçen bu sıcaklık da neydi?

Daha sonraları Bedri Rahmi de o yakınlaşma anını anımsarken Eren’e: ‘Bu kız benim karım olabilir…’ diye aklından geçirmiş olduğunu söylemiş.

(…) Paris’i iyi tanıyan Eren’le birlikte Bedri bazen bütün gün yürüyerek çevreyi tanımaya çalışıyor, bazı günler Louvre’u bitkin düşünceye kadar geziyordu. (…)

Eren o günleri anımsarken: ‘Çok saf ve temizdi,’ diyor ve ekliyor: ‘Ama müthiş bir hırsla antenlerini sonuna kadar açmış gibiydi.’

Aralarındaki sevgi günden güne biraz daha güçleniyordu. Birbirlerinden hiç ayrılmayacaklarını seziyorlardı. Ne var ki Eyuboğlu kardeşlerin yurda dönüş zamanı gelip çatmıştı. Dönmeden Londra’da birkaç ay kalmayı hesaplamışlardı. (…) Bedri her şeyi topladı, Londra’ya geçmek üzere, Eren’le Diepe’e gitti. İki arkadaş Diepe’de birkaç gün kaldılar. Eren Bedri’yi yolcu ettikten sonra Paris’e döndü. (…)

Bedri’den sonra daha bir süre Paris’te kalan Eren, kış başlarında bir vapurla Romanya’ya dönerken İstanbul’da üç-beş gün konaklamıştı. Bedri onu karşılayacaktı. Ne var ki Eren rıhtımda bekleyenler arasında Bedri’yi göremiyordu. Paris’ten beri birlikte yolculuk ettiği bir Türk kızı, babasiyle buluşarak gidince Eren güvertede kalakalmıştı. Hava da inadına soğuktu. Eren sonunda kalabalığın, denklerin, sandıkların gerisinde bekleyen Bedri’yi görebildi: ne kadar sıkılgan, tedirgin bir anlam vardı yüzünde… Eren o geceyi Sirkeci’de, mangalla ısınan bir otel odasında geçirmek zorunda kaldı.

Bedri ertesi gün Eren’i, ailesiyle tanıştırmak üzere otelden alıp baba evine götürdüğünde, soğuk bir hava esti, Lütfiye Hanım bu işe çok bozulmuş, kendini tutamamış duygularını belli etmişti. Sabahattin de Bedri’ye karşı pek hoşgörülü davranmıyordu. İki kardeş arasında aylardan beri süregelen bir soğukluk vardı. Eren bu hava içinde İstanbul’da daha çok kalamadı, Romaya’ya döndü. (…)

Eren’le mektuplaşıyorlardı. Çerkeş’te resim yapabilmiş miydi? Bedri Rahmi’nin durmadan çizen bir ressam olduğu göz önünde tutulursa bu soruya olumsuz yanıt verilemezdi. (…)

Eren Eyuboğlu’nun 1936 yılının Şubat ayında yine (ve dönmemek üzere) İstanbul’a geldiği kesin olarak bilindiğine göre, Bedri Çerkeş’ten 1935 yılının sonunda ya da 1936 yılının ilk aylarında ayrılmış olmalıdır.

Çerkeş’e gitmezden önce Bedri, Tan gazetesini yayımlamağa başlayan Ali Naci Karacan’la tanıştırılmıştı. (…) Bedri Tan’da ilk yazısını 21Mayıs 1935’de yayımladı. Çerkeş dönüşü Tan’la daha yakın bir ilişki kurdu. ‘Yukule-le yazıyor’ başlıklı yazılarını sürdürdü.[1]

Gazete yazarlığından az buçuk para kazanma umudu belirince Bedri, Eren’le evlenmeğe karar verdi.

Aslında aile bireyleri de Bedri’nin Eren’le ilişkisinin bir sonuca bağlanması gerektiğini söylemeğe başlamışlardı. Sabahattin bir gün Bedri’yi çağırarak, ‘Madem ki durum böyle, evlenin bari…’ demişti. Eren hem vize süresi bittiğinden, hem de ailesinden evlenme izni almayı düşündüğünden Romanya’ya gitti; oradan 1936 yılının Şubat ayında, fırtınalı bir günde, çeyiziyle birlikte ve bir daha Romanya’ya dönmemek üzere geldi. Bedri’nin Soğanağa’da onun için kiraladığı odaya yerleşti.[2]

Bedri’nin Tan’daki sanat yazarlığı, bir süre sonra günlük fıkra yazarlığına dönüştü. (…) ne var ki Bedri’nin fıkra yazarlığı çok sürmedi. Eren’le nikâhlanmalarının ertesi gün başlayan fıkra yazarlığı otuz üç gün sonra sona erdi.[3] (…)

16 Nisan 1936 Perşembe günü Eminönü Belediyesinde evlendiler. Eren özenerek Fransızca bir bir nikâh çağrısı bastırmıştı, ama bu çağrı hiçbir yere gönderilmedi, ellerinde bir anı olarak kaldı.

Nikâhta Eren’in ailesinden kimse bulunamadı. Rahmi Beyle Sabahattin oradaydılar. Cemal Reşit (Eyuboğlu) Bedri’nin, Fikret Adil, Eren’in tanığı oldular. (Eren Eyubuğlu Mart 1976’da kendisiyle yapılan görüşmede) ‘Ne tören, ne çiçek, ne yemek, ne pasta, hiçbir şey… Yemek önemli değildi.’ (der.)

Evlendikten sonra daha bir süre Beyazıt’ta Soğanağa’da oturdular. (…)

Bedri’nim kara kâğıt üzerine guvajla yaptığı soba, koltuk, mangal, kedi ile ev içini gösteren, 1936 tarihli bir resminin alt köşesine yazdığı dizeler o günlerin en güzel, ilginç bir özetini veren bir belgedir:

Fındıklıdaki ilk evimiz
Kedimiz: Nergüs
Ev kiramız ayda 18 lira
Rakı: Yarım litre 49 kuruş
Maaş: 100 lira
Bir yazı parası: 250 kuruş
Resim satma şansı: sıfır.
Evimiz Akademinin tam karşısı
Her Cumartesi: Cümbüş!
4 adet 49’lık rakı ile
Gelenler: Abi – Suut – Mazhar – Arif Kaptan – Enver Ziya”

(Turan Erol: a.g.k.)

Bedri Rahmi Eyuboğlu, ilk şiir kitabı “Yaradan’a Mektuplar”ı 1941 yılında, ikinci şiir kitabı “Karadut”u 1948 yılında yayımlar. İkinci kitapta 1940-1948 arasında çoğu çeşitli dergilerde yayımlanmış şiirleri toplanmıştır. Özellikle kitaba adını veren şiir belki de yaygın olarak bilinir. Ne var ki, şiirin geri plânındaki öykü sansasyon yaratmıştır.

Önce il kez Varlık dergisinin Ağustos 1946 günlü sayısında yayınlanan Karadut şiirini anımsayalım:

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek ise balımsın ağulum
Günahımsın, vebâlimsin

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın

“ ‘Karadut’ görünüşte bir şiirin adıdır. Bedri Rahmi’nin görülmemiş bir hızla yaygınlaşan, çok sevilmiş bir şiiridir. Karadut’un sevilmesinin nedeni, sözcüklerin ender rastlanan ‘müzikalitesi’ olduğu kadar, yürekten çok derinlerden kopmuş olması mıdır? (…) bir yapıt bu denli sevilmiş ve yayılmışsa bunda bir keramet var, demektir. Kaldı ki ‘Karadut’ şiirini sözcük seçimi, dizelerinin ve tümünün yapısallığı, bütünlüğü yönünden kimsenin küçümseyebileceğine olasılık vermem. ‘Karadut’ en güçlü sevi şiirlerinden birisidir; Türk halk şiirinin, halk türkülerinin kokusunu, esintisini de duyuran ‘Karadut’ sevdanın, karasevdanın şiiridir. (…) Bedri Rahmi’nin ya da artık çok yakınlarının dediği gibi, ‘Bedros’un tam beş yıl dilinden düşmeyen ‘Çatalkara’nın; kat kat kara, özlü, tatlı, uçsuz bucaksız kara, pırıl pırıl kara, bilâl kara, bir dilimi zehir zıkkım, bir dilimi candan tatlı kara’nın, ‘Sevda karası’nın şiiridir.

(…) Daha birçok şiir, ‘Keklik Simalı’, ‘Kara Sevda’, ‘Sitem’, ‘Talaslı’, ‘Karadut 2’ gibi şiirler hep bu seviden kaynaklanmış görünür. ‘Karadut 2’de:

Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.

Diyordu Bedri Rahmi. Her yerde, her yere resmini çizdiği ‘bahtı kara. Talaslı bir gün öldü. ‘Sensiz bana canım dünya haram olsun’ diyordu ya, ‘Karadut 2’de. Bedri Rahmi, engin yaşam tutkusuyla uğraşını gene de hiç savsaklamadan sürdürdü. Daha doğrusu yaşama dört elle sarılmak, yaradılışının belirgin, değişmez niteliğiydi. Yüreğinin derinliklerinde o seviden, o yaşantıdan kalan bir hüzün bir burukluk muydu? Bedri Rahmi’nin bir kez bile bu seviden söz ettiğini anımsamıyorum. Aslında Karadut şiiri her okundukta yitik sevgi anılmış olmuyor muydu?” (Turan Erol. a.g.k., s.98-99)

Turan Erol, yitik seviden söz eder, yitirilen sevgilinin Talaslı olduğunu dokundurur ama, ad vermez. Erol’un kitabının yayımlanmasından çok sonra, “Karadut” şiirinin herkesin sandığı Eren Eyuboğlu’na yazılmadığı, başka bir kadın için yazıldığı konuşulur oldu. Daha doğrusu, 1949 yılında ortaya çıkan olayın yaygın olarak duyulması zaman aldı.

1949 yılında İstanbul Büyük Kulüp’te düzenlenen bir toplantıda Bedri Rahmi’nin bir şiir okuması istenir. Bedri RahmiKaradut” şiirini okumaya ve okurken gözlerinden yaşlar akmaya başlar. Çünkü şiirin yazıldığı kadını sevmiştir Bedri Rahmi ve o kadın yaşamını yitirmiştir.

Kimdi o kadın? Sorunun yanıtını 2012 yılında düzenlenen bir sergi haberini aktararak öğrenebiliriz:

“Bedri Rahmi’nin ‘kara dutu, çatal kara’sı Mari Gerekmezyan; sanat öğretmenliği yaptığı Getronagan Okulu’nun 125. yılı münasebetiyle açılacak bir sergide ilk kez anılıyor. Türkiye’nin ilk kadın heykeltıraşlarından Gerekmezyan, öğrenciliğinde ödüller kazanan bir sanatçıydı. Bedri Rahmi Eyüboğlu ile yaşadığı yasak aşkı nedeniyle bir tür Rodin-Camille Claudel misali, gölgede kalan Gerekmezyan; 1947’de 34 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Öğretmenlik yaptığı Getronagan Okulu’nda dün başlayan ve Gerekmezyan’a ithaf edilen sergide, Ara Güler başta olmak üzere okulun daha sonra sanatçı olan mezunlarının özgün yapıtları sergilenecek.


OKULUN BİRİNCİSİ

1913’te Kayseri Talas’ta doğan Mari Gerekmezyan; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nde, Prof. Rudolf Belling’in öğrencisi oldu. Heykel çalışmalarının yanı sıra Arti Gırtaran, Getronagan ve Esayan okullarında öğretmenliğe başladı. 1945’te ‘Yahya Kemal Büstü’ ile birincilik ödülü kazandı ve bir sene sonra da Heykel Bölümü’nü birincilikle bitirdi. Mezuniyetinden bir yıl sonra yaşamını yitiren Gerekmezyan’ın Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde iki büstü bulunuyor. Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü öğretim üyelerinden Sevengül Sönmez; Gerekmezyan’ın evli olan Bedri Rahmi’yle ilişkisi yüzünden Ermeni cemaatinden dışlandığını söyledi. Gerekmezyan’ın kısacık ömrüne 15 heykel sığdırdığını anlatan Sönmez, Gerekmezyan’ın Yahya Kemal büstünün kayıp olduğunu, serginin bir amacının da kayıp eserleri bulmak olduğunu belirtti. Gerekmezyan’ın Akademiden arkadaşı Muzaffer Ertoran’ın eşi heykeltıraş Mari Ertoran ise; ‘Mari, yeni bir estetik tanımıyla heykel sanatına yeni soluk getirmişti. Onu unutmak mümkün değil’ dedi. (Müjgan Halis: “Bedri Rahmi’nin ‘kara dutu’ Mari için sergi”, Sabah, 9 Aralık 2012)

Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapmıştır Mari Gerekmezyan. Bedri Rahmi de birçok portresini yapar Mari’nin, ayrıca Turan Erol’un da andığı şiirleri yazar. Aşklarını İstanbul sanat çevresi öğrenmiştir. Bedri Rahmi’nin eşi de…

Gerekmezyan, 1946 yılında menenjit tüberküloz hastası olur. Antibiyotik tedavisi olanaklıdır ama, İkinci Dünya Savaşı yeni sonlanmıştır; ilâç bulunmaz ve/ya da bulunsa da çok pahalıdır. Bedri Rahmi ilâç parasını sağlayabilmek için birçok yapıtını satarsa da, yetmez. Mari Alman Hastahanesinde yaşamını yitirir. Mari’nin ölümü, Bedri Rahmi için yıkım olur. İçkiye başlar.

Mari’yi toprağa verdikten sonra Bedri Rahmi’yi teselli eden gene eşi Eren Eyuboğlu’dur. Bedri Rahmi’nin toparlanması için çabalar. Başardığını sandığı sırada Büyük Kulüp’teki ağlaya ağlaya şiir okuma olayı bardağı taşırır ve Eren Eyuboğlu bırakır Bedri Rahmi’yi Paris’e gider.

Can Dündar, Mart 2009’da açılan bir Bedri Rahmi sergisi üzerine yazdığı satırlarda der ki:

“Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun sergisi açıldı dün…
Serginin en kıymetli parçası, “At Üstünde Aşıklar” tablosu…
Mozaik desenli bu yağlıboya tabloda kırat, şahlanmış gibidir. Atın üzerinde iki çıplak âşık oturur. Kızı kaçıran erkeğin elinde bir bağlama vardır.
Kızın saçları rüzgârda savrulmaktadır.

* * *

Tabloda Bedri Rahmi’nin terkisindeki kadının, eşi Eren Eyüboğlu sanılırdı.
Eyüboğlu’nun torunu Rahmi, bu sanıyı düzeltmiş:
“O kadın Mari Gerekmezyan’dır” demiş.
Ben öykünün aslını buram buram resim, boya, çamur kokan bir “müze ev”de Bedri Rahmi’nin oğlu, Rahmi’nin babası Mehmet Eyüboğlu’ndan dinlemiştim.
“Yüzyılın Aşkları”nı hazırlıyorduk.
Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu aşkını inceliyorduk. O aşkın içinden bir başka aşk hikâyesi çıkıvermişti karşımıza… (…)

* * *

Bir fırsat yaratıp Bedri Rahmi’nin resimlerini görmeye gidin bir ara… “At Üstünde Âşıklar”a bakın uzun uzun…
İçinde gizli öyküyü düşünün.
Aşka, sevdaya ve sanata şapka çıkarın.”

(Can Dündar: “Bir resim, bir aşk, bir ölüm”, Milliyet, 6 Mart 2009)

2009 yılında, 70 yaşında yaşama veda eden Bedri Rahmi-Eren Eyuboğlu çiftinin oğulları Mehmet Eyuboğlu, kendisiyle görüşen Hürriyet habercisinin sorularını yanıtlar. “Buciş’le Memiş’in Aşkı” başlığıyla yayımlanan röportajda Mehmet Eyuboğlu babasının yasak aşkını ve annesinin babasına olan tutkusunu anlatır:

Niçin birbirlerine Buciş ve Memişcik diyorlar?
Bilmiyorum. Sevgi ifadesi olmalı.
Babanızın çapkınlığı evliliklerini nasıl etkilerdi?

Eren hanım, Bedri Rahmi’nin bütün yaramazlıklarını sineye çekmiş ve sevgisinden dirhem kaybetmemişti. Bir kere olsun ‘Niye o kızın peşinde koştun’ diye kavga etmemişlerdir. Münakaşaları hep resim üzerine olmuştur. Annem çok mağrur bir kadındı. Hiç bir zaman yüzleştirmedi Bedri Rahmi’yi çapkınlıklarıyla. Bedri Rahmi, onun için ‘enayice ahmak’ deyimini kullanıyor anılarında. Hayır. Eren Hanım ‘enayicesine aşık’ bir kadındı. Son nefesine kadar müthiş sevdi.

Eren Hanım mutsuz muydu peki?

Bedri Rahmi en acılı günlerinde, bu allahın belası hastalığın onu en çok üzdüğü günlerde şöyle derdi: ‘Ağlatır mısın Romen kızını, al bakalım Rahmi, çek bakalım’. Ama Eren Hanım bir tek laf demezdi. Ölümünden bir iki yıl geçtikten sonra bir kere ‘eğer sen olmasaydın, ben bu kahrı çekemezdim. Ne yapar eder memleketime dönerdim’ demişti bana. Ve bir sefer etmiştir bu lafı, seksen kere değil. Ayrıca babamın iki dönemi vardır. Onun hanımların peşinde koştuğu dönem, hanımların onun peşinde koştuğu dönem. İkinci dönemde hakikatten ailecek çok rahatsız oluyorduk. Meşhur olma umuduyla ne rezillikler. Hesabını bilmeyen ne meşhur kadınlar tanıdık. Ailenin içine girip sonra Bedri Rahmi’ye asılmalar. Olacak iş değildi.

Ya Karadutum, çatalkaram, çingenem?

Karadut, evliliklerini en çok yaralayan ilişkisiydi Bedri Rahmi’nin. Mari Gerekmezyan isimli esmer mi esmer bir Ermeni kızıydı. Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye nasıl tutulduysa, Bedri Rahmi de Karadut’a öyle tutulmuştu. Karadut Hanım da demiş ki ‘bak kardeşim. Beraber yaşarız, öyle yaparız, böyle yaparız ama evliliği hiç düşünme. Sen Türksün, ben Ermeni. İmkan yok olmaz.’ Altı yıl sürmüş ilişkileri. Hiç de dikkat etmemişler, bütün İstanbul öğrenmiş. Bir gün Adalet Cimcoz, Bedri Rahmi’yi kenara çekmiş ‘Bir kere daha kulağıma bu kızla ilgili bir şey gelsin, evimin kapısından giremezsin. Sen bu kızı ağlatmak için mi İstanbul’a getirdin?’ demiş. Babam da hatıra defterine ‘Ben de işin b.kunu çıkardım, haklı’ diyor. Böyle diyor ama kızcağız ölünce de bir kitap çıkarıyor, baştan aşağıya Karadut Hanımın resimleri! Annem de görüyor tabii. Nasıl açıklıyordu? Babam büyülenmiş Karadut’dan.

Fakat Allah, yukarıdan görüyor, olacak gibi değil diyor herhalde, menenjit tüberküloz, iki ayda kadını götürüyor hastalık. Kızcağız ölünce Bedri Rahmi ağlaya ağlaya eve geliyor, Eren Hanım kapıyı açıyor, boynuna sarılıyor ve beraber ağlıyorlar. Böyle bir aşk işte…” (Bedri Rahmi’nin oğlu ile görüşme,“Buciş’le Memiş’in aşkı”, Hürriyet Magazin, 10 Mart 2000)

1950 yılının 4 Ocak günü Paris’teki Eren Eyuboğlu, Bedri Rahmi’ye bir mektup yazar:

“Canuşkam,

Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı?  Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü  görünce içimin karardığını hissetmiştim.  Sesin, nasıl  titremişti. Hey! Bütün bunları hatırlıyor
musun?  Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapmışmış gibi olmuştum, o gece… Senin seneler  sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri’nin ruhuna, insanüstü bir  gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah  dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim  yanımızda yaşamaktan,  mutluluk duyabilmeni sağlasın.

Eren.”

Daha sonra, İstanbul’a, eşinin ve 11 yaşındaki oğlunun yanına döner Eren Eyuboğlu. Bedri Rahmi’nin 1974 yılındaki ölümüne değin birlikte çalışırlar, birlikte üretirler.

“Dönemin ünlü yazarları, şairleri, ressamlarıyla, — “ülkenin kültür ve sanat hayatına yön veren entelektüelleriyle dostluk/arkadaşlık etmiş olan ve Orhan Veli’nin “Sere serpe” şiirini kendisi için yazdığını söyleyen Bella Eskenazi’yle yapılan bir görüşmede, Bedri Rahmi’nin “karısı olmak istemezdim” der Eskenazi.

“Ünlü gazeteci-çevirmen Erol Güney, eşi Dora, baldızı Seza, aynı arkadaş grubunda… Sık sık bir araya geliyorlar; kâh memleket meseleleri konuşuluyor, kâh sanat dünyası… Bu arkadaş grubunun en küçük üyesi, güzeller güzeli Bella… Erol Güney’in küçük baldızı. Ve Orhan Veli’nin, hiç açılamadığı ama uğruna en güzel şiirlerini yazdığı platonik aşkı… Usta tiyatrocular Yıldırım Yanılmaz ve Altan Akışık’ın bir belgesel projesi için kapılarını çaldıkları Bella Eskenazi, anılarını B+ dergisiyle paylaştı… (…)

Bella Eskenazi’nin evindeyiz… Bebek sırtlarındaki evin duvarları Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu’nun tablolarıyla süslenmiş; kütüphanesinde yakın dostları tarafından yazılmış, Türk edebiyatının şaheserleri… Karşısında bir kamera açık… Türk sinemasının ünlü yönetmenlerinden Yıldırım Yanılmaz’ın yönettiği bir belgesel projesi için usta tiyatrocu Altan Akışık soruyor, Bella anılarını anlatıyor, biz dinliyoruz.

Bedri Rahmi’nin büyük aşkı, eşi Eren Eyüboğlu’ndan ayrılarak, Mari Gerekmezyan ile birlikte olmasına tanıklık ettiniz mi?
Evet, ben Mari’yi de tanıdım. Üç sene Akademi’ye gitmiştim. Mari de orada talebeydi. Hoş bir kızdı, neşeli bir kızdı. İyi bir heykeltıraştı.
Bedri Rahmi hocası mıydı?
Zannetmiyorum. Çünkü Mari, heykel sınıfındaydı. Bedri resim kısmında… Zaten galiba o dönem askerliğini yapıyordu.

Bedri Rahmi ile iyi dosttunuz değil mi?
Evet, çok. Ben zaten Eren’i 13-14 yaşından beri tanırım. Eren, çok güzel bir kadındı. Romanya’dan gelmişti. Sekiz kardeşlerdi galiba. Diğerlerinden daha farklı bir kızdı, resim yapmak istedi. Annesinden miras kalmış, karar vermiş, Paris’e gidip ressam olacakmış. Orada Bedri ile tanışmış. Galiba Paris’te evlenmişlerdi.
Altan Akışık: Büyük Kulüp’te bir toplantıda, Bedri Rahmi’ye bir şiir okumasını söylüyorlar. Eren de yanında. Mari hadisesinden dolayı bir kırgınlık da var. Ama artık o işin kapandığını düşünüyor. Bedri Rahmi, o dönem meşhur “Karadut” şiirini yazmış. Çıkıyor kürsüye, o topluluğun içerisinde, onu okuyor. Okuyunca Eren Eyüboğlu çok üzülüyor, şiirde anlatılan kadının kendisi olmadığını anlıyor…
Bella Eskenazi: Karısı olmak istemezdim…
Çok büyük bir aşkmış…
Evet, gece kalkıp Mari’nin resmini yaparmış… Fazla bir şey bilmiyorum doğrusu. Bildiğim, Bedri Rahmi’nin annesinin onu uyardığı; ‘Ya karın, ya da Mari’ demiş.
Karısı olmak istemezdim dediniz… Evet, kim olmak ister! Başka bir kadını seviyor. İkinci bir kadın olmak istemezdim. Geçici bir şey; bir defa olur, iki defa olur, affedilir. Ama ilişki affedilmez. Ben öyle bir ilişki bilseydim, valizimi alır giderdim. Valizimi de bırakırdım galiba…
Ama beklemek de bir sanat. Sonra biliyoruz ki, Bedri Rahmi geri dönüş yapıyor, sonuna kadar Eren Eyüboğlu ile hayatını sürdürüyor.
Evet Mari, sonra Gros’la evlendi. Çok da genç öldü, tüberkülozdan. Çok yazık oldu, iyi bir sanatçıydı, güzel bir kadındı.”

(02.10.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır)

Karadut” kitabındaki bir şiir, Bedri Rahmi’nin baba ocağında tepkilere yol açar. Şiir “Hizmetçiler” başlığını taşır. Şiirde evde hizmet edenler, — Dilber, Aziziye’li Çerkez, İkbal, Ayşe, “biri dokuz yaşında öteki on üç” Maçka’lı kız kardeşler her biri anılmaktadır. Her birini sonu kötü bitmiştir. Şiir Bedri’nin annesini çok üzmüştür. Fena halde içerlemiştir Lütfiye Hanım. Özellikle Rahmi Bey’in annesi Esma Hanım’a bakan İkbal ile ilgili dizelerin Lütfiye Hanımı çileden çıkardığı anlaşılır:

Sonra İkbal.
On beş yıldır yatalak ninemizin
Emektar hizmetçisi
Tam on beş sene oturak boşalttı
Ve zavallı ninemizin
Ayva gibi çürüyen vücudunu
Günde birkaç nöbet sarıp sarmaladı
Tam on beş sene pansuman, kan, irin
Günlerden bir gün canına tak dedi biçarenin
Meğer elektrik düğmesi kadar memelerine
Ancak yirmi beşinde süt yürümüş
İkbal! Elmacık kemikleri çürümüş
On beş senelik emekten kala kala
Cebinde bir kutu oksit dö zenk merhemi bir kutu pudra
Ve dudaklarında tahta kurusu gibi ezilmiş bir tebessüm
Eşkıya misâli dağa çıktı İkbal
Ve ilk rastladığı erkeğe
Zorla ikram eyledi
Çürümüş elmacık kemiklerini
Üç beş ay avare dağlarda dolaştı
Orospu olmuş dediler
Veremden öldüğünü duyduk.

Baba Mehmet Rahmi Eyuboğlu, 11 Haziran 1948 günlü mektubunda anneyi yatıştıracak yeni bir şiir yazmasını salık verir oğluna:

“Ali Beyden onbeş nüsha Karadut alıp Şirket’te muamelat şefi Şükrü Beye bırakmıştım. Satılınca bedelini bize verecektir. Ayrıca beş nüsha alarak ikisini burada Mustafa ve Hikmet Beye getirdim. Birer tanesini de size evvelce adreslerini bıraktığım daktilo Kâmuran ve Melahat Hanımlara hediyeniz olarak verdim. Onlar sonradan sana imzalatacak ve ithaf ettirecekler. Bir nüsha da şimdi İzmir’de bulunan Şirketimiz baş eksperi Rauf Eratam Beye tarafınızdan ithaf yazarak Kadıköy’deki evine ve haremi Sabahat Hanım kızıma verilmek üzere bizim Saffet’e bıraktım. Bu Rauf Bey oğlunu İzmir şubemizdeki imalathaneye yerleştiren zattır. (…)

Bedri, annen buraya getirdiğim Karadut’ları görünce yine dertleri tazelendi. Sen o şiiri, sana ilham eden duygulardaki yanlışlığı ve duyguların mantık ve gerçekten uzak birtakım çocukluk izlenimlerden ibaret olduğunu, işin aslını ancak yirmi yıl sonra kavrayabildiğini ifade edecek başka bir şiir hazırlamalısın. Annenin gönlünü belki ancak bu suretle alabileceksin. Senin çocukluk anılarında mantık ve hakikat aramaya geldi mi annenin bu gücenişinde mantık ve akla yatkın bir neden aramak boşunadır. Artık onu sanat ilhamlarında gerçekten söz ederek susturmaya ve kandırmaya olanak yoktur. Tek çare ona sığınmak ve suçun bağışlanmasını dilemektir. Annenin bu davada haklı olduğunu, seni İkbal’e acındıran duyguların olaya uygun olmadığını, merhum Esma Hanımın en ağır hizmetlerine daima annenin koştuğunu ve bu işleri hiç tiksinmeyerek, çekinmeyerek seve seve yaptığını, İkbal’in mutsuzluğuna ağır hizmetlerin değil, kendi aptallığının, koca düşkünlüğünün sebep olduğunu geçende size ben anlatmıştım. Bununla birlikte annenin bu şiirden bu kadar fazla üzülmesini de doğru bilir değilim. Ne çare ki bütün iyiliklerine, erdemlerine rağmen annende hoşgörü pek kıttır. O şimdi zannediyor ki o şiirini okuyanlar, ‘bunlar ne gaddar, ne insafsız adamlarmış, hizmetçilerine ne kadar zulmederlermiş’ diyecekler. Esma Hanımın ruhu da bu kötülemelerden çekecektir. Dediğim gibi yeni bir şiir yaratarak durumu düzeltebilirsiniz. Olayı annenin gözleri ile, duygularıyla tekrar incelerseniz, yazacağınız şiir bence gerçek bir şaheseriniz olacaktır. İnsan kendi duygulariyle kolayca şiir yazabilir. Güçlük, başkasının duygularına tarafsız bir şekilde tercüman olabilmektir. Senin bu güçlüğü çözebileceğinden eminim.” (Bedri Rahmi Eyuboğlu: Kardeş Mektupları, bilgi, 1985, s.291-292)

“Hıfzı Topuz’un Paris’teki evine sık sık gelen bir diğer ünlü ressam da Bedri Rahmi Eyuboğlu’ymuş. Kendisi bu evde, ilginç arkadaşlar edinmiş. ‘Sık sık gelir, resim yapar, imzalayıp verirdi. Her şeyi konuşurduk. “Sevdiğin kadın hakkında açık açık konuş, açık kalp ameliyatı yapalım” derdim. Bu söz sonra aramızda bir şifre oldu; bana, “Hıfzı gel senle bir açık kalp ameliyatı yapalım” derdi. Benim evimde birçok kişi tanıdı. Sol çevreden olanların çoğunu o da biliyordu. Ama bana hanedandan kişiler de geliyordu. Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan, onun kızı Hanzade gibi. Sabiha Sultan’ı çok sevmişti, önünde diz çöker, elini tutar ve sonra afacan bir çocuk edasıyla “Sabiha Reis!” derdi. Bir gün onların evine gidecektik, ‘Ne götüreyim?’ diye sordu. Ben de “Bir desen götür” dedim. “Ama kendimi övmüş olmaz mıyım, ayıp kaçmaz mı?” dedi. Ben de “Kaçmaz, götür” dedim. Koltuğumuzun altında bir desenle gittik.’” (Buket Aşçı: “Ayın Konuğu: Hıfzı Topuz”, Antik Dekor)

Asaf Halet Çelebi, “Bedri Rahmi Eyuboğlu” için bir şiir yazmıştır:

uyuyunca karnı anahtarla açılan
birisinin
içinden gidilir
bir diyâr tanıyorum

orada yem yemez
su içmez atlar
ufukdan ufka uçar
ve bâdem gözlerile candan konuşur
ne taşıdığını bilmez kalyonlar
lumbuzlarından ışık taşırır

oraya ayak ucunda gümüş şamdan
baş ucunda altın şamdan
başının üstünde turna sürüleri uçan
ve güpe gündüz uyuyan
birisinin içinden gidilir

parmakları söz söylemesini bilen adam
o kilidi açdı
ve benimle beraber nigârı-çîni  aradı

bulutlar götürdü kalyonları
güpe gündüz uyuyan adam
gözlerini açıp
aynasında
gördü
deryaları

Asaf Hâlet Çelebi’nin Şiirlerinde Çocuk, Masal ve Tekerleme” başlıklı incelemesinde Nurullah Ulutaş yukarıdaki şiiri çözümlerken Asaf Halet Çelebi’nin şiirlerinde masal motiflerini sıklıkla şiirleştiren tutumunu vurgular:

“Asaf Hâlet Çelebi, şiirlerinde masal motiflerini sıklıkla şiirleştiren, şiirinde masallara telmihte bulunan ele aldığı temalara masalsı bir hava kazandıran bir şairdir. Şiir ekseninde masalların yoğunluğu çocukluk yıllarında dinlediği masalların etkisiyledir. Masalların yapısını oluşturan doğaüstü unsurlar, hayali beldeler, imkânsızı mümkün kılan ütopyalar, masallarda zamanın, mekânın ve varlığın ötesine geçebilme imkânı Çelebi’nin şiirine derinlik kazandırmıştır. Onun masal ve tekerlemeyle beslediği şiiri, Türk edebiyatının güçlü bir damarı olarak canlılığını korumaktadır.”

Yukarıdaki genel değerlendirmesinden yola çıkarak der ki:

“Asaf Hâlet, yakın dostu Bedri Rahmi’yi anlatırken, ona masalsı bir görünüm kazandırmayı tercih eder; çünkü Bedri Rahmi Eyüboğlu, şiirinde ele aldığı temaya bakmadan ona masal havası kazandırabilen bir şairdir. Gurbet, çocukluk, ölüm, aşk, hasret, insan, Anadolu, İstanbul… temalarını şiirlerinde masal sembolleriyle örerek okuyucuya sunmayı tercih eder.

Asaf Hâlet Çelebi, Bedri Rahmi’yi anlatırken bile masal anlatmayı ihmal etmez. Uyuyunca karnı anahtarla açılan kişi masallarda karşımıza çıkan ‘dev’dir. Oradan geçilen diyar ‘masal ülkesi’dir.

Kilidi açan ve parmakları söz söylemesini bilen ressamlığı ve şairliğiyle Çelebi’nin dostu olan Bedri Rahmi’dir. “nigâr-ı çîn” ise, ‘şairlerin bir ömür aradıkları sevgili’ veya ‘ölüm’dür.”

Kendisiyle yapılan görüşmelerde sevdiği/beğendiği şairlerden biri olarak Bedri Rahmi’yi anmayı hiç ihmal etmeyen Asaf Halet Çelebi’nin şiiriyle Bedri Rahmi’nin şairliğini övdüğü anlaşılıyor ki, herhalde Bedri Rahmi’yi epeyce kıvandırmıştır.

Birçok sanatçının sağlığının bozulmasına, giderek ölümüne yol açan içkiye aşırı düşkünlük, Bedri Rahmi’nin de sağlığının bozulmasına ve de maalesef ölümüne yol açar.

“On beş yıl kadar oluyor, bir akşam Sabahattin Eyuboğlu’nun Maçka’daki evine gitmiştim. Bedri de oradaydı. Sabahattin, bahçedeki masada güzel bir çilingir sofrası kurdu. Bana rakı verdi, Bedri’ye vermedi.
‘Neden Bedri’ye koymuyorsun?’ diye sordum.
Sabahattin, ‘Doktor ona yasak etti,’ dedi. ‘Çünkü son zamanlarda sabahtan başlıyordu.’
Bedri’ye döndüm:
‘Öyle mi? Sabahtan mı başlıyordun?’
Bedri, ‘Sen cigara içmek için akşamı bekler misin, reis?’ dedi.”

(Melih Cevdet Anday: “Akşamı Beklemek”, Cumhuriyet, 15 Ağustos 1983)

Bedri Rahmi’nin 1968 yılının Şubat ayında Turan Erol’a gönderdiği mektupta, içmesinin gerekçelerinden kimilerine değinir. “Düşünmemek için içtiğini” vurgular. “Turhan Kardeş Merhaba!” diye başladığı mektubunda der ki:

“…Bugün pazar. Pazarları oğlum Mehmet telefon ediyor. Erzurum’dan. İki lâf arasında:
— Bir rüya gördüm… Ne olur baba. Çok rakı içme dedi. Bir başka oğul daha aynı şeyi yazdı bana. Oğullar sağolsunlar.
— Evvelki gece Aziz Nesin’le Halim’in Saynur’ların evinde beraberdik. Aziz Nesin içmiyor. Rakı lâfı açıldı.
Ben beceremiyorum bunu… Ama senin gibi güçlü yazarlar için ne müthiş konu: Rakı… Günde bir lira kazanan nasıl oluyor da bunun yetmiş beşini rakıya verebiliyor? Nedir bunun hikmeti? Benim tecrübem şu: Rakıyı fazla Düşünmemek için içiyoruz.

Boyuna DIR DIR ediyor birisi içimizde:
— Sus ulan’ deyip Rakı ile susturuyoruz onu. Eyi mi ediyoruz… Haşa… Ama içiyoruz. Çok içtiğimi ahbap doktor Tarık Temel’e anlattım. Birkaç ay önce:
— SUS… dedi, bunu herkese anlatma… adın çıkar.
— Burasını hiç düşünmemiştim.

(Turan Erol: a.g.k., s.135-136)

Turan Erol bir dipnotunda, “Bedri Rahmi, siyasal ortamın en gergin olduğu bir sırada ve 12 Mart 1971 öncesi Akademi Resim Bölümü Başkanı seçildi. Üç yıl süreli bu görev, onun yaşamında en büyük üzüntü nedenlerinden birisi oldu” der. (Turan Erol: a.g.k., s. 137, dipnot 39)

Tam o sıralarda, 12 Mart yönetimi döneminde çok sevdiği ağabeyi Sabahattin Eyuboğlu’nun gözaltına alınması Bedri Rahmi’nin üzüntüsünün doruğa çıkmasına yol açar. Bir yandan ağabeyini kurtarmak için girişimlerde bulunur, bir yandan da çaresizliğin ayırtına vararak teselliyi içkide arar.

“Alkol konusunda, dost hekimlerin kesin uyarılarına kulak verdiği zamanlar vardır, Bedri Rahmi’nin. Ne yazık ki yaşamının son beş yılında alkolün onulmaz bir tutsağı olmuştu. Sürekli bir esriklik içindeydi. Onun başını kaldırmadan kendini çalışmaya verişinin, alkolün gücünü yok eden etkisine karşı bir direniş anlamına gelip gelmediğini düşünmüşümdür. Sayısız boya çanaklarının, tüplerinin, fırçaların, verniklerin, kâğıtların, çakılların arasında bir yandan içkisini yudumlar, bir yandan boyardı. Gücünün sonuna gelince, hemen kıvrılır, bir süre uyurdu. Gözlerini açınca mevsime göre, ya denize, ya bir dost evine kadar uzanır, sonra gene işinin başına döner, çalışır, çalışırdı. (…) Yolculuklarımızda, yemek molalarında, gözümün içine bakarak, biraz da çekinerek, bir şeyler içmeği önerirdi. Ben o yanlı görünmeyince, ‘vermem ama bak sonra,’ diye kışkırtırdı. Ben direnir, sonunda onun içkisine ortak olarak içeceğinden daha az içmesini sağlamak isterdim; ama o kendisini oyuna getiremeyeceğimi söylerdi.” (Turan Erol: a.g.k., s.144

Sonunda sarılık olur Bedri Rahmi. Turan Erol telefonda, “mikrop kapmış olacaksınız; nedeni budur” gibi bir şeyler söyleyince, karşılık verir:

Rakıdan, Reis… Nedeni, rakı!

Bedri Rahmi, (gene Turan Erol’dan öğreniyoruz) 1941 yılında tükenmek bilmeyen askerlikten terhis olduğunda, evinin yolunu tuttuğunda “Sevinsin” şiirini yazar. Şiirlerinin birçoğuna zaman içinde müdahalelerde bulunmuşsa da, bu şiirine hiç dokunmamış, olduğu gibi, geldiği gibi yazıp bırakmış.

Aldık nasibimizi hüzünden
İşte geldik gidiyoruz sevinsin
Halbuki ne güzel başlamıştı hikâye
Şerbet gibi bir gök üstümüzde.
Ve bütün lezzetleriyle toprak
Gözümüzde nur, dizimizde tâkat
On parmağımızda on hüner vardı
Biz onun sevgili kulları.
Dünyasını âbad eyledik
Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin.

Açın kapıları açın
Gidin haber verin meleklere
Can çekişip durmasın beyhude yere
Elbet bir tutam ot biter üstümüzde
Mezarına göre ayağını uzatır ölülerimiz

Bu şiirdeki üç dizenin mezar taşına yazılmasını ister:

Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin.

2012 yılında aşağıdaki haberi okuduk bir internet gazetesinde. İnsanlarımızın değerini bilmediğimizi kanıtlayan bir haber:

“Trabzon Belediyesi ünlü sanatçıların büstlerini kaldırdı, depoya attı!

“CHP Trabzon Milletvekili M. Volkan Canalioğlu, Trabzon Belediyesi’nin, bağrından çıkan dünyaca ünlü   sanatçıların meydanda sergilenen  büstlerinin depoya kaldırılmasını TBMM gündemine taşıdı.

Vekil Canalioğlu,  “Kentin övünç kaynağı olan sanatçı ve bilim adamı,  Bedri Rahmi Eyüboğlu, İbrahim Cudi, Dr. Çellaletin Algan, Sabahattin Eyüboğlu’nun büstleri meydan düzenlemesi gerekçesiyle kaldırılmış, düzenleme yapıldıktan sonra yerlerine konulmamış, depoya atılmıştır” dedi.  Volkan Canalioğlu, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın yanıtlaması  istemiyle verdiği soru önergesinde,  “ Bu insanlarımızın büstlerinin  Trabzon Belediyesi tarafından  kaldırılmasını  doğru buluyor musunuz?  Yerlerine konulması düşünülmekte midir?” (Hülya Karabağlı, T24 bağımsız internet gazetesi, Mayıs 2012)

13 Şubat 2013 günlü bir haberde ise aşağıdaki bilgiler veriliyordu:

“Edebiyat Dünyasına Büyük Sürpriz

Şair ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun İskilip’teki evinden Türk edebiyatı ve kültürünün ünlü isimlerinden Aşık Veysel, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Veli gibi 25 önemli ismin kendi sesinden kayda alınan bir plak ortaya çıktı.

Türk edebiyatı ve kültürünün ünlü isimlerinden Âşık Veysel, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Veli gibi 25 önemli sanatçının seslendirdiği plak, ünlü ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden çıktı.

Eyüboğlu’nun Kanadalı gelini Hughette Eyüboğlu,  1975 yılında vefat eden Bedri Rahmi’nin çok zengin bir arşivi bulunduğunu söyledi.

Eyüboğlu’nun arşivinden çıkan eserlerin yayınlanması için çalışma yaptıklarını dile getiren Eyüboğlu, arşivden en son Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Veli gibi Türk edebiyatı ve kültürünün ünlü isimlerinden 25 önemli sanatçının seslendirdiği bir plak çıktığını belirtti. Plak kaydının, yarım asrı aşkın bir süre önce Türkiye’de yapıldığını anlatan Eyüboğlu, şöyle devam etti:

‘Bedri Rahmi’nin arşivini hala toparlayamadık. Şimdi de yeni bir çalışma içerisindeyiz. Gizemli bir plak çalışmamız var. Kayıt işlemi sanatçı Fikret Otyam tarafından gerçekleştirildi. Aracı olan kişi de ABD’de bir üniversitede Türkoloji Bölümü mensubu İlhan Başgöz’dür. Bu plağın ilginç tarafı 20′den fazla Türk edebiyatı ve kültürünün saygıdeğer isimleri kendi sesleriyle kendi aralarında bir bölüm okuyor. Türk edebiyatı ve kültürüne ait saygıdeğer isimlerin hazine niteliğinde ses kayıtları ortaya çıktı. Plağın içerisinde Ahmet Hamdi Tanpınar, Aşık Veysel, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Orhan Veli ve Oktay Rıfat’ın sesleri yer alıyor. Dinlenildiği zaman çok heyecan verici bir plak. Ben bugüne kadar bu isimlerin sesleriyle ilgili bir kayıt hatırlamıyorum. Yaklaşık 2 saatlik bir kayıt yapılmış. Şu anda hazırlanıyor.’

Söz konusu plağın, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teslim edildiğini ifade eden Eyüboğlu, plağın yayın tarihinin ise sürpriz olacağını kaydetti.

-Mektup sergisi açılacak-

Bedri Rahmi’nin şiir yazmaya lise yıllarından itibaren başladığını hatırlatan Eyüboğlu, ünlü şairin hayatı boyunca yazdığı mektupların da sergileneceğini dile getirdi.

Sergi hazırlıklarının sürdüğünü anlatan Eyüboğlu, ‘Ortalama bine yakın mektup eski Türkçeden yeni Türkçeye aktarıldı. Bu mektuplar iki bölüme ayrıldı. Bedri Bey’in ressamlar ve öğrencilerine yazdığı mektuplar ile edebiyatçılarla yazıştığı mektuplar olarak iki gruba ayırdık. Çok heyecan verici bir şey. Fikret Mualla’dan tutun da İlhan Koman, Turan Erol, Aliye Berger ve Abidin Dino gibi ünlü isimlerle yapılan muazzam mektuplaşmalar ve ilginç tartışmalar var’ diye konuştu.

Türkiye’de mektup yayımlanmasının nadir olduğunu savunan Eyüboğlu, ‘Bu arşivlerin yavaş yavaş çıkması lazım. Çünkü Türk tarihini ilgilendiren çok önemli bilgiler var. Bunu hızlandırmamız şart. Mektupların hepsi eski Türkçe. Bunları çevirirken çok zorlandık, çok zaman harcadık. Haziran ayında sergi planlıyoruz. Bunlar edebiyat dünyasına büyük bir heyecan getirecek’ ifadelerini kullandı.

-”İskilip, Bedri Rahmi’nin hayatında derin bir iz bıraktı”-

Kanadalı gelin Hughette Eyüboğlu, 1942 yılında geldiği İskilip’te iki hafta kalan Bedri Rahmi’nin, bu gezinin ardından resim anlayışında büyük değişiklikler gözlendiğini söyledi.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu’na yazdığı bir mektubunda, ilçeyi ‘Ağabey, resim için bundan olağanüstü bir yer düşünemezdim. Tam arayıp da bulamadığım dağlar. Dağlar şehrin içinde, ortasında, nasıl anlatayım tramvay caddesinden geçer gibi. Dere boylarına salkım saçak sıralanan Ortaçağ evleri. İskilip’e derhal vurulmamaya imkan yok’ ifadeleriyle anlattığını belirten Eyüboğlu, şunları kaydetti:

‘Ben de belirli bir yaştan sonra İskilipli oldum. Bedri Bey, İskilip’ten çok etkilendiğini sürekli anlatırdı. Birkaç gün kaldı burada ama İskilip, Bedri Rahmi Bey’in hayatında derin bir iz bıraktı. Kaymakamlık ve Belediye tarafından onun adına ilçede Sürekli Sergi Salonu açıldı. Çatalkara Kültür Sanat Evi ve Yazmalı Konak açıldı. Türkiye’de sanatsal bir belde yok. Bedri Bey’in de bu konuda çok isteği vardı. İskilip sakin, hoş bir yer. Birazcık Ortaçağ Avrupa kasabalarını andırıyor. İnşallah birkaç yıl daha burada olacağım.’” (memuruz.net, Şubat 13, 2013)

Yukarıdaki haberden 2 yıl önce (15Ocak 2011) turizminsesi dergisinde “Kendi Sesinden Şiirler” başlığı altında yayımlanan haber ise şöyleydi:

Kendi sesinden Nâzım Hikmet şiirleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden yarım yüzyıl sonra gün ışığına çıkıyor

Anıtsal şairler Nâzım ve Eyüboğlu’nun 50 yıllık sırrı açıklanıyor.

Nâzım Hikmet ve Bedri Rahmi iki yayınevini bir araya getirdi.

Nâzım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu elli yıl önce Paris’te bir araya gelir. Nâzım tam elli yedi şiirini teybe okur. Bedri Rahmi ülkeye dönerken yasaklı şair Nâzım Hikmet‘in kayıtlarına el konulmaması için özel önlemler alır. Bedri Rahmi kayıtları oğlu Mehmet ve gelini Hughette Eyüboğlu‘na bırakır. Hughette Eyüboğlu, Paris’teki kayıtların üzerinden elli yıl geçtikten sonra saklanan şiirlerin “gün ışığına çıkmasının zamanı gelmiştir” diyerek harekete geçer… Ve kayıtları Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teslim eder.

Yapı Kredi Yayınları ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nâzım Hikmet‘in kendi şiirlerini seslendirdiği “Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler” adlı CD’sini ve kitabını yayımlıyor. İki büyük yayınevini ilk kez bir araya getiren bu önemli projeyle ünlü şairin elli yedi şiiri kendi sesinden yayınlanırken; bugüne kadar hiç yayımlanmamış iki şiiri de okurlarla buluşuyor.

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden’ dizesiyle başlayan şiir Türkçe ya da Rusça hiçbir kaynakta yer almazken; ‘Bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede’ dizesiyle başlayan şiir ise yalnızca Rusça yayımlanan Seçme Eserleri‘nde bulunuyor. Bedri Rahmi Eyüboğlu‘nun arşivinde elli yıl saklandıktan sonra gün yüzüne çıkarılan eserler; şairin geçtiğimiz hafta ortaya çıkan gerçek doğum tarihi 17 Ocak’ta okurlarla buluşacak.

Elli yıldır saklı kalan makara banttan günümüze:

Sana tüm şiirlerimi banda kaydedeceğim.
Yaşamımın tüm sesi seninle kalsın.
Sonra Türkiye’ye de ver bu sesi.
Bizim barışmamız ölümümden sonra olacak.
Ülkeme dönmek için ölmek zorundayım
.”

Nâzım Hikmet‘in Vera‘ya söylediği bu sözler, Eyüboğlu‘nun en büyük vasiyetlerinden biri haline gelir.

Bu kaydı çok iyi saklayın, aman ha!””

Bu sözlerin sahibi olan Bedri Rahmi‘nin, oğlu Mehmet ve gelini Hughette‘e vasiyet ettiği kayıttaki ses Nâzım Hikmet‘e ait. 1960’ların teknolojisi bir makara bantta tam elli yıl bekledikten sonra, “Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler” ile Nâzım Hikmet ülkesine sesiyle geri dönüyor.…
Kayıt tarihi: 25 Nisan 1961

Elli yıldır saklanan kaydın hikâyesine gelince:…Nâzım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Paris’te bir araya gelirler. Bedri Rahmi kayda “Patırtı yapmayın” diyerek başlar. “Yeşilden mordan pembeden”şiirini okur, sonra Nâzım‘a bırakır teybi. Nâzım elli altı şiirini soluksuz okur, elli yedincisine geldiğinde kısa bir ara vermek ister ve karşımıza “Bir Garip Yolculuk” ile (Saman Sarısı olarak bilinen şiiri) çıkar. “Bir Garip Yolculuk”u okurken Nâzım‘ın zorlandığını duyuyoruz. “Olmadı” diyor, baştan alıyor, yarılarken kayıt duruveriyor, Bedri Rahmi önerilerde bulunuyor.…

Elli yılın ardından bandın gün yüzüne çıkışı ve Nâzım‘ın hiç bilinmeyen portresi,…Bedri Rahmi Eyüboğlu arşivini büyük bir titizlikle yayına hazırlayan Hughette Eyüboğlu, artık zamanı geldiği düşüncesiyle makara bandı sakladığı çekmeceden çıkardı ve İş Bankası Kültür Yayınları‘na teslim etti. Evet, bu bant uzun yıllar saklanmak zorunda kaldı, çünkü kayıttaki ses yıllarca yasaklıydı. Bedri Rahmi o yıllarda evlerini sık sık ziyaret eden polislere karşı önlemini daha kayıt sırasında almıştı. Kaydın başında“Mor”[i]şiirini okuyarak adeta kendi sesini Nâzım‘a siper etti. Bant evin çeşitli yerlerinde saklandı; kimi

zaman yüklükte, kimi zaman merdiven altında. O kadar ki, Hughette Hanım, “artık zamanı geldi” dediğinde bandın bulunması bir hafta sürmüştü. Aradığı bir şey daha vardı: Nâzım‘ın annesi Celile Hanım‘ın yaptığı ve daha önce ortaya çıkmayan bir Nâzım portresi. Nâzım Hikmet‘in Bedri Rahmi Eyüboğlu‘na yadigârı olan bu portre ise “Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler” kitabının ön kapak içinde yer alıyor

Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden ŞiirlerNâzım Hikmet‘in bütün eserlerini yayımlayan Yapı Kredi Yayınları ve Bedri Rahmi‘nin bütün eserlerini yayımlayan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları‘nın birlikte hazırladıkları ses ile şiirin buluşmasıdır. İki şairin elli yıl sonra gerçekleşen mürüvvetleridir.

Nâzım Hikmet’in gün yüzüne çıkmamış iki şiiri:

Bütün Yolculuk Boyunca Hasret Ayrılmadı Benden

Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
gölgem gibi demiyorum
çünkü hasret yanımdaydı zifiri karanlıkta da
Ellerim ayaklarım gibi de değil
uykudayken yitirirsin elini ayağını
ben hasreti uykuda da yitirmiyordum
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
açlıktı, susuzluktu demiyorum
sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı aramak gibi de değil
giderilmesi imkânsız bir şey
ne sevinç ne keder
şehirlerle bulutlarla türkülerle de ilgisiz
içimdeydi dışımdaydı
Bütün yolculuk boyunca hasret ayrılmadı benden
zaten elimde ne kaldı bu yolculuktan

hasretten gayrı

Bir Ucu Bir Kuyuda Kaybolan Rüzgârlı Bir Şosede

Bir ucu bir kuyuda kaybolan rüzgârlı bir şosede
bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak
yüzü saçlarıyla örtülü kavuşma saatımızın
bir de ağır yürüyor ki deli olmak işten değil
Bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak
ben de telefon direğine bağlıyım kollarımdan
yüreğim de yorgun mu yorgun duracak nerdeyse
bir de alnıma bir su damlıyor aynı yere artsız arasız
Bana doğru yaklaşıyor kavuşma saatımız yalnayak
ben de seni düşünüyorum da seni düşünüyorum
ben de seni düşündükçe o da ağırlaştırıyor
yürüyüşünü
bu böyle giderse yıkılabilirim direğin dibine
o yanıma varmadan


(Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler 
Nâzım Hikmet 
Kayıt: Bedri Rahmi Eyüboğlu 
Yapı Kredi Yayınları - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 
Editörler: Rûken Kızıler - M. Melih Güneş )

 

ÖNDER ŞENYAPILI

 

 

DİPNOT:

[1] Turan Erol’un açıklaması: Yukule-Le imgesel bir Çinli arkadaştır. Ne var ki Bedri Rahmi bu adı başlık olarak seçerken gene de Lyon’da dil dersleri alırken tanıdığı bir Çin’li gençten esinlenmiştir. Yukule-Le bir saz adı olan ‘Ukule-Le’den bozma imiş.

[2] O gün, Soğanağa’da eski bir konaktaki odanın kırık camlarından içeriye dolan karla karışık esintiyi kesmek için pencerelere epeyce resim çakıldı. Eş dost, haber alan arkadaşlar o geceyi orada geçirdiler. Çay, kahve ile sabahladılar. Arif Dino herkesi gülmekten kırıp geçiriyordu. Sabahleyin Eren’in getirdiği bacon’la kahvaltı ettiler. Eren, zavallı, üşütüp hastalanmıştı. (Eren Eyuboğlu’yla konuşmalar, Mart 1976)

[3] 17 Nisan 1936-20 Mayıs 1936 arası.

[i] Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun “MOR” şiiri:

Yapraktan yosundan yoncadan
Bahar inceden inceden..
Paris baharı bu, bulanık
Bir kül rengidir tüter nazlı nazlı
Bir kül rengi yorgun argın ılık
Serde ressamlık var azcık.
Bütün gün mor üstüne çalışmışım,
Boğazıma kadar mora gömülmüşüm.
Uzaktan bir akordeon sesi geliyor mosmor
Dilimin acısı kolumun sızısı
Kırk yıllık emektar baş ağrılarım mor
Sen nehri bal rengi Eyfel kulesi mor
Bir yüz morardıkça morarıyor
Kanlıca sırtlarında bir yerde akşam oluyor.

Bütün gün mor üstüne çalışmışım
Mor deyip geçme belâlı renk musibet
Yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor
Menekşenin moru mavzerin moru, kasaturanın moru
Suya dökülmüş mazotun moru
Neftin moru ziftin moru asfaltın moru
Telgraf tellerinde petekkıranlar
Buğday tarlasında devedikenleri
Karadutun moru, karamuğun moru, kuzgunun moru
Sıfırın altında çocuk elleri
Elâ gözlere konmuş murdar sineklerin moru
Gözlerimi yumduğum zaman gördüğüm mor
Morun karanlığı karanlığın moru
Yok ölünün körü…

Mor deyip geçme insan misali
Yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor
İnsanların hesabı kimden sorulur bilmem
Ama morların hesabı benden sorulur benden.

(Bedri Rahmi Eyobuoğlu: Dol karabakır dol (bütün şiirleri), bilgi yayınevi, 1985, s. 206-207)

 

 

Kategoriler:   Biyografi, Şiir