Menü

CAHİT SITKI TARANCI / Önder ŞENYAPILI

 

(1910-1956)

Sanırım,

Yaş otuz beş yolun yarısı eder
Dante gibi ortasındayız ömrün

dizeleri yaygın olarak bilinir. Bu ikilikle başlayan şiirin başlığı “Otuz Beş Yaş”tır; şairi ise Cahit Sıtkı Tarancı.

Doğduğunda verilen adı, Hüseyin Cahit. Babası Diyarbakır’ın köklü ailelerinden, — Pirinçcizadeler’den Bekir Sıtkı. Annesi Arife. Soyadı Yasası çıktığında akrabalar “Pirinçcioğlu” soyadını alırlar ama, Bekir Sıtkı Bey yasanın çıktığı yıl pirinç ekiminden de, pirinç ticaretinden de büyük zarar girdiği için kızmıştır; akrabalarıyla aynı soyadını almaz. Tarancı soyadını yeğler. “Tarancı”nın anlamı “çiftçi”dir.

Cevat Sadık takma adını da kullanır Cahit Sıtkı Tarancı.

Kendisine bir takma ad ararken, arkadaşlarından da takma ad bulma konusunda yardım diler. Baki Süha (Ediboğlu), İrfan Kudret adını önerir. Cahit Sıtkı, “hem irfanlı, hem kudretli olmak çok iddialı” diyerek öneriyi reddeder.

Baki Süha Ediboğlu, 1968 yılında yayımlanan “Bizim Kuşak ve Ötekiler” adlı anılarında, “Cahit Sıtkı öykülerini sanat dışı bir olay gibi saklar, hatta bunların altına çok az Cahit Sıtkı, çoğunlukla da Cevat Sadık, İrfan Kudret imzasını atardı” dedikten sonra anlatır:

“Bana bir gün:

‘Çok hikâye yazıyorum, bana içki ve sigara parasını onlar getiriyor,’ demişti. Paris’te öğrenimde iken geçiminin büyük bölümünü Cumhuriyet gazetesine yazdığı telif ve tercüme hikâyeleriyle sağladığını bilirim. Hatta hikâyelerde adı sık sık geçmesin diye İrfan Kudret adını ben yakıştırmıştım. Paris’teki adresine bir mektup yazarak bildirmiştim. Verdiği cevapta, kendisine çok iddialı bir ad bulduğumu, ‘hem irfanlı, hem de kudretli bir şahsiyet’ Benim gibi aciz bir Cahit Sıtkı’ya yakışmıyor,’ demişti. Fakat buna rağmen mektubuna ekli olarak yolladığı üç öyküye de İrfan Kudret imzasını atmıştı.” (Baki Süha Ediboğlu: Bizim Kuşak ve Ötekiler – 36 Şair ve Şiirleri, Varlık, 1968)

Cahit Sıtkı Tarancı Saint Joseph Okulunda ve Galatasaray Lisesinde eğitim görür. Fransız okulundayken çok çalışkandır, Çoklukla sınıf birincisidir. Fransızcayı iyi öğrenir. Lisedeyken, matematik, fizik, kimya, tabiat bilgisi ve benzeri derslerden sıkılmaya başlar. Edebiyat dersine duyduğu ilgi günden güne artar.

Teyzesinin oğlu, çocukluk ve gençlik yıllarının arkadaşı Reşid İskenderoğlu kendisiyle yapılan bir söyleşide Cahit Sıtkı’nın lisedeyken şiir yazmaya başladığını söyler:

“… Cahit Sıtkı ile yakınlığım vardır. Size onu anlatayım biraz. Cahit Sıtkı ortaokulu İstanbul’da Fransız mektebinde okudu. Sonra da sınavla Galatasaray Lisesi’ni kazandı ve liseyi de orada bitirdi. Malum o yıllarda ben de İstanbul’da okuyordum. Hafta sonlarını, ders çıkışlarını hep beraber geçirirdik. Gah Beyoğlu’nun kültür, sanat ve edebiyat kokan kaldırımlarında gah boğazda bir vapurun yan tarafında alıyorduk soluğu. Cahit daha 10. sınıftayken şiir yazmaya başladı. Hem ortaokulu hem liseyi Fransızca okuduğu için Fransızcası da çok kuvvetliydi. Uzun yıllar kendini Fransız edebiyatına verdi. Bir yandan da kendi dilinde şiirler yazdı.” (Betül Altınbaşak: “Reşit İskenderoğlu: ‘Gençlere tavsiyem dürüst olmaları…’”, Türkiye, 31 Mayıs 2009)

Mülkiye Mektebinde dikiş tutturamaz Cahit Sıtkı Tarancı. Çünkü, derslere ilgisini yitirmiştir. Varlık dergisinde yayınlanan bir söyleşide, anlatır:

Mülkiye okulundaydım. Olağanüstü bir nisan günüydü. Üçüncü derse girme zili çalmıştı. İçimde bir pirelenme vardı. Bu havada derse girilir miydi? Hem de kimin dersiydi, biliyor musunuz? Bugün son derece saygı duyduğum Sıddık Sami’nin. Böyle bir günde Medeni Hukuk dinlemek mi, yoksa dersten kaçıp çimenlere uzanmak ya da kırlarda dolaşmak mı? Tahmin edeceğiniz gibi, fazla tereddüt etmedim. Arkadaşlar kurbanlık koyunlar gibi derse girerken ben de özgürlüğü seçmiş olmanın keyfiyle yukarı bahçeye çıktım ve çimenlere uzanarak bahar üzerine bir şiir düşünmeye başladım. Bir yandan da sigaramı tellendiriyordum. Aradan bir çeyrek saat geçmişti, geçmemişti, yanı başımda bir ses duydum: ‘Ne o, Cahit Bey derse girmediniz mi?’ istifimi bozmadan, hiç düşünmeden yanıt verdiğimi hatırlıyorum: ‘Hayır efendim, hava o kadar güzel ki, derse girmeye gönlüm elvermedi!’ Numaramı not defterine yazıp lahavle kabilinden başını sallayarak yanımdan uzaklaşan o kişi, o zamanki müdür yardımcımız Zeki Beydi, 1950 Türkiye Güzellik Kraliçesi Güler Arıman’ın Babası. Güler o zaman bir yaşında vardı yoktu.” (Varlık, 1 Mart 1953)

Lisedeyken tanışır Ziya Osman Saba’yla. Onuncu sınıftayken aynı sırayı paylaşırlar. Ziya Osman Saba, Tarancı’yı Baudelaire ile tanıştırır. Varlık’taki söyleşide, “Bu dev Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki, şiir yazmak benim için soluk almak, yemek, içmek kadar doğal bir yaşam oldu” der.

Mülkiyede öğrenciyken Sait Faik’le buluşur sık sık:

Sait Faik,“Daha çok, Saray Sineması’nın karşısındaki kahvehaneye gider. Orada Cahit Sıtkı ile buluşur. Cahit, Mülkiye talebesidir ve Sait’ten dört yaş kadar küçüktür. İkisi de edebiyat konuları üzerine çene çalmaktan hoşlanırlar. Hele Sait’in Fransa’da gördükleri, tanıdıkları, öğrendikleri genç Cahit Sıtkı’yı mest eder. Dinlemeye doyamaz. Çünkü bütün rüyası, Mülkiye’yi bitirince Paris’te birkaç yıl eğitimini geliştirmek, dünyayı tanıyıp içine sindirmektir. Fazla konuşma heveslisi olmayan Sait bile, Sait’in bu bilgi ve görgü açlığından etkilenir, onunla buluşmaktan hoşlanır.” (Sadun Tanju: Eski Dostlar, Türkiye İş Bankası, 2000, s. 35-36)

Mülkiye Mektebinden atılınca, Sümerbank’ta memur olarak çalışmaya başlar. Karabük’e atanınca Sümerbank’tan ayrılır, Cumhuriyet gazetesine geçer. Nadir Nadi ve Doğan Nadi destek olurlar, üniversite öğrenimi için Cahit Sıtkı’yı Paris’e gönderirler. 1938-1940 arası Science Politiques öğrencisidir. Paris Radyosu Türkçe Yayınlar Servisinde spikerlik yapar. Oktay Rıfat ile Paris’te tanışır. Mina Urgan ve Mehmet Ali Aybar da Paris’teki arkadaşlarıdır.

Kendisini çok çabuk sevdiren Cahit, Nadir Nadi’yle Doğan Nadi’nin de sevgilerini kısa zamanda kazanmıştı. Cumhuriyet’te çıkmaya başlamış hikâyelere bu sevgi de katılınca, Cahit’e, hayatında ve sanatında büyük etkileri olacak bir yol, Paris yolu açıldı. Orada, Science Politiques’e devam edecek, Cumhuriyet’e de hikâyeler, makaleler yetiştirecekti. Yazacağı edebiyat makalelerine umumi bir serlevha bile bulmuştu: Edebiyattan Yana. Bu adı beğenip beğenmediğimi soruyor, tasarılarını heyecan içine anlatıyordu (…) Paris’ten gönderdiği mektuplardan 28 Mart 1939 tarihlisinde, … ‘babam, ayda elli lira gönderiyor, radyodan 1800 frank alıyorum. Mecmuen 350{0}[1] frank eder. Fena para değil’ diye yazıyor. Onun, Paris radyosunun Türkçe yayınlarında spikerlik ettiğini de şimdi ben size yazıyorum. Sesini dinleyememiştim. Dinleyen arkadaşlar söylüyorlardı: Kesik kesik konuşuyormuş. Tâ, Galatasaray’ın lise birinci sınıfında, Lamartine’in şiirini ezberden okurkenki gibi olacak…

… Paris’ten aldığım ilk, 1 Şubat 1939 tarihli mektubunda ‘Paris’ten elbette ki memnunum. Geldiğime o kadar isabet etmişim ki!’ diye yazdıktan sonra, ilave ediyordu:Burada Oktay Rifat’la beraberiz. Çok hoş ve anlayışlı bir çocuk.’Paris’e, maliye hesabına okumaya gönderilmiş.’ Oktay Rifat’la içtikleri su, bu arada herhalde içki de ayrı gitmiyordu ki, dönüşünde bana anlattığına göre, bir akşamüstü, ikisi de iyice sarhoş, bulvarlarda dolaşırken, el ilanları dağıtan ‘home-sandwich’lere (Cahit, bu kelimeyi söylerken, iki avcunu, sandviç yapar gibi üst üste getiriyor, sonra gülümseyerek devam ediyordu) rastlıyorlar, adamcağızların ellerindeki ilanlardan alıp onlar da gelene geçene dağıtıyorlardı.” (Cahit Sıtkı Tarancı: Ziya’ya Mektuplar, Varlık, 1957, s.22-23)

12 Şubat 1942 günlü “Cicilerin cicisi Nihal Abla”sına Paris’ten yolladığı mektupta radyo hakkında ayrıntılı bilgi verir:

Sıhhatçe nasıl mıyım? Şeytan kulağına kurşun mükemmel! Ceplerimde hüküm süren iklim mi? Mutedil (Fena değil.) İşler mi, mektep mi? Hep tıkırında. Etrafımdaki dünya mı? Yani Fransız cemiyeti mi. Harika, maneviyat mükemmel, zaferden herkes emin… Radyoda her akşam bunu tebarüz ettirmeğe çalışıyorum. Zannederim ki şimdi daha iyi dinleyebilirsiniz. Kısa dalga 31 m, 35 iyi gelmezse Nice P.T.T. 253 metreden de ve belki daha iyi dinleyebilirsiniz. Söylemeğe lüzum yok, artık daha serbest ve daha yavaş konuşuyorum. Ve tabiî ‘geceniz hayır olsun sevgili dinleyiciler!’ dediğim zaman daha ziyade anneye, sana, babaya hitap ediyorum. Sizlerden daha sevgili dinleyicilerim elbette ki olamaz.

 Nihal Ablacığım, ablaların ecesi biliyor musun ki şimdi saat yarımdır, ben, bizim mahallenin en güzel kahvelerinden birinde aperatifimi içiyorum. (Paris’te yalnız akşam yemeğinden evvel değil, öğle yemeğinden evvel de aperatif içilir.) beş on dakika sonra yemeğimi yiyeceğim, sonra kahvemi içeceğim ve arkasından radyoya gideceğim.” (Cahit Sıtkı Tarancı. Evime ve Nihal’e Mektuplar, Hazırlayan: Prof. Dr. İnci Enginün, TDK, 1989, s.77)

1957 yılında Varlık dergisi bir soruşturma açar. Cahit Sıtkı Tarancı en sevilen/en beğenilen şair seçilir.

Cahit Sıtkı’nın “Bütün şiirleri”ni bir araya toplayan Asım Bezirci kitabın sunu yazısında der ki:

“…Otuz Beş Yaş adlı eserinin on dördüncü basıma ulaşması bunu kanıtlamaya yeter. (Kitabın 2009 yılında gerçekleştirilen 37. Basımından alıntılıyorum. ÖŞ) … o, söz konusu dönemin yalnızca sevilen değil, beğenilen şairlerindendir de. Nitekim Nurullah Ataç’tan Mehmet Kaplan’a, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Behçet Necatigil’den Ceyhun Atıf Kansu’ya, Peyami Safa’dan Oktay Akbal’a, Haldun Taner’den Tahsin Yücel’e kadar değişik görüş ve kuşaktan birçok yazarın övgüsünü kazanmıştır. Büyük bir üzüntü yaratan erken ölümü üstüne yazılan şiirleri sayısı yirmiye yaklaşmıştır. Kişiliği ve sanatıyla ilgili kitapların sayısı altıyı bulmuştur.

Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet ve Orhan Veli’nin ardından Tarancı’nın şiirlerini derlemeye girişmemin temel gerekçesi de bu sevgiyle beğenmedir.”

Behçet Necatigil’e göre, Tarancı’nın Otuz Beş Yaş kitabına ilk iki şiir olarak ‘Gün Eksilmesin Penceremden’ ile ‘Kulak Ver ki…’yi koymuş olması, ‘Ömrümde Sükûtta henüz belirsiz bir yaklaşma şeklinde görülen yaşamak özleminin şiddetle dile geldiğini göstermektedir. Yaşamanın ağır bastığı sonucuna varılmaktadır.

“… Otuz Beş Yaş’ın ölüm üzerine ısrarla, bir sabit fikirle iki şiiri ‘Ölüm I, II’ dışında şair, hayattan yana, hayatla doludur. Tutabilene ne mutlu, verdiği vasıtalı öğütler ararsında ‘hayatın kıymetini biliniz!’ başta gelir:

Ötede ne var ne yok belli değil
Kimse bilmiyor nedir karşı kıyı
Gününün kadrini kıymetini bil
Balını salmadan salma arıyı

(‘Misafir Adam’)

(…) Yine Otuz Beş Yaş’ın en dolu, kalmak şansına bilhassa sahip görünen şiirlerinden biri ‘Paydos’ta ölümü tezleştirecek gençlik ölçüsüzlüklerinden ayrılışı, avareliklere paydos deyişi, hayata dönüşünün bir başka işareti olarak alınmalıdır. (…) Tarancı’nın ölümü boşlayıp ‘ne varsa yaşamakta var’ yargısına varışını okuyucu, en açık, en net şekilde ‘Yaşım İlerledikçe’ şiirinde bulabilir:

Yaşım ilerledikçe daha çok anlıyorum
Ne büyük nimet olduğunu ey güzel gün
Boş yere üzülmekte mânâ yok anlıyorum
Kadrini bilmek lâzım artık her açan gülün
Şükretmek türküsüne daldaki her bülbülün
Yanmak da olsa artık aşk ile yaşıyorum

(…) Tarancı’ya göre yaşamak hareketler toplamıdır, duran ölüdür. (…) Tarancı’nın, Otuz Beş Yaş kitabında, sayfaları birbirine yakın veya uzak şiirlerin karşılaştırılmasından çıkacak bu yaşamdan yana oluşunu Düşten Güzel’de çok daha keskin, doğan günü şairin candan bir daha övüşü, hayattakilere yaşamanın güzelliğini bir daha hatırlatışı temeline dayanır. Evet, Cahit Sıtkı hayatın, dünya nimetlerinin şairiydi.” (Behçet Necatigil: “Tarancı’da Yaşamak”, Varlık, 1 Kasım 1956)

1953 yılında Varlık dergisine verdiği söyleşide, “İlk yazılarınızla şimdikiler ararsında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz? Edebî telâkkileriniz zamanla ne gibi değişikliklere uğradı?” sorusuna yanıtı şöyledir:

İlk yazılarımda şekil zaafı vardı, mısra titizliği,’bütün’ endişesi yoktu. Eskiden duymak kâfidir, sanırdım. Ne kadar aldanıyormuşum! Bereket versin, sonradan kendimi toparlıyabildim: ‘Ömrümde Sükût’ ile ‘Otuz beş yaş’ı okuyanlar bu farkı görebilirler. Edebî telâkki zamanla teşekkül eder. Jean Cassou’nun[2] ‘Şiir ne yapabilir demek, insanoğlu ne yapabilir, demeğe gelir’ sözünü kendime düstur etmişimdir. İnsan oğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum.” (Varlık, 1 Mart 1953)

Aynı söyleşide yöneltilen bir öteki soru, “Nasıl yazarsınız?”dır. Der ki:

Nasıl yazdığımı ben de bilmiyorum, dersem şaşmayınız. Şiirde bu, hiç belli olmaz. Yemek yerken ve yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valéry’nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Bakarsınız, o zamana kadar karanlık gördüğünüz bir dünya birdenbire aydınlanmış. Artık o mısra kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, mevzuunu, şeklini, boyunu bosunu, hepsini o tâyin eder. Ve o şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir memleket gibisiniz. Dairede çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesiniz. Şiir bitmeden bu hantise’den kurtulamazsınız. Bu arada kalbinizin, sinirlerinizin, kafanızın, hattâ kollarınızın ve ayaklarınızın akıl sır ermez bir işbirliği halinde çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki hayatiyet belki de buradan geliyor.”

İkinci Dünya Savaşı Paris’te barınmasını engeller. Bisikletle Lyon, Cenevre üzerinden ülkesine kaçar. 16 Eylül 1939 günlü “Sevgili Anne’ciğim”e yazdığı mektupta:

Çıkarılan yüz lirayı alır almaz Türkiye’ye döneceğim, zira bütün talebeler kafile halinde memleketlerine dönüyorlar. Ne yapalım, kısmet değilmiş. Şimdi en mühim şey harbin bir an evvel bitmesi ve dünyanın sulha kavuşmasıdır” derse de Fransa’da kalmayı sürdürdüğü, 1939’un 2 Aralık ve 1940 yılının 12 Şubat günlü mektuplarını da Paris’ten yazmış olmasıyla anlaşılıyor.

1941-1943 arası askerdir.

Askerdeyken yazdığı şiirler arasında biri “Haydi Abbas” adını taşır. Şiir ilk kez İnkılâpçı Gençlik dergisinin 19 Eylül 1942 günlü sayısında yayımlanır.

Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.

Kur bakalım çilingir soframızı;

Dinsin artık bu kalp ağrısı.

Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun.

Aya haber sal çıksın bu gece;

Görünsün şöyle gönlümce.

Bas kırbacı sihirli seccadeye,

Göster hükmettiğini mesafeye

Ve zamana.

Katıp tozu dumana,

Var git,

Böyle ferman etti
Cahit,
Al getir ilk sevgiliyi
Beşiktaş’tan;
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Şiirdeki Abbas’ın gerçek yaşamda var olan biri olduğunu Savaş Ay, “Tarancı’ya şiir yazdıran Abbas kimdi?” başlıklı köşe yazısıyla duyurdu:

 “Şimdi de şiirde adı geçen Abbas’ı tanıyalım. Mehmet Tuncer’den geldi. Keyifle iktibas ettim. Seveceksiniz eminim.

Cahit Sıtkı, askerliğini yedek subay olarak yapmak üzere birliğine gider. O yıllarda yedek subay sayısı az olduğundan her yedek subaya emir eri verilmektedir.

Birliğine gittiğinde bölük yazıcısından künye defterini ister.

Sırayla isimlere bakmaktadır, bir isim dikkatini çeker. Abbas oğlu Abbas. Sakat çolak eli yüzünden çürüğe ayrılmış biridir Abbas.

Gel bakalım evlat

Talim bitiminde askerin yanına gönderilmesini ister.

Öğle saatlerinde kapı çalınır.

Karşısında civan, mert, yiğit biri selam çakıp; ‘Abbas oğlu Abbas emret komutan!’ der.

Aralarında söyle bir konuşma geçer.

– Nerelisin?

– Memleket Mardin, kaza Midyat komutan.

– Sen benim emir erim olur musun?

– Sen bilir komutan!

Askerden eşyalarını toplamasını ve kendi evinin altındaki boş yere taşınmasını ister. Zamanla askerin zekiliği ve sıcakkanlılığından etkilenir.

Yemekler mezeler

Abbas her sabah erkenden kalkar Cahit Sıtkı’ya kahvaltı hazırlar. Öğle yemeğini sormadan hazırlar. Tüm ihtiyaçlarını karşıdan bir istek gelmeden düşünüp yerine getirir. Erkenden kalkıp Cahit Sıtkı’nın kıyafetlerini ütüler, hazırlar ve evin temizliğini yapar.

 Akşam olunca Cahit Sıtkı’nın sevdiği yemek ve mezeleri hazırlar.

Zamanla aralarında komutan asker ilişkisinden daha güçlü bir dostluk bağı oluşur. Bu saf ve temiz Anadolu çocuğundaki sadakat ve temiz yürekten etkilenmiştir Cahit Sıtkı…

Zaman zaman karşısına alıp dertleşir ve bu Anadolu çocuğunun ruhunda gizli şeyleri keşfeder…

 

Hazırlan da git

Akşamları rakı sofrası kurup en güzel kızartma ve mezeleri hazırlar Abbas… Aralarındaki duygu bağları güçlenir. Böyle bir keyif geçesi akşamında alkollü Cahit Sıtkı sorar;

– Sen İstanbul’u bilir misin Abbas?

– Bilir komutan.

– Orda bir Beşiktaş var bilir misin?

– Bilir komutan! Ben orda acemi birlikteydim.

– Orda benim bir sevgilim var. Sen bana kaçırıp onu getirir misin?

– Elbet komutan!

Sabah olur Cahit Sıtkı bakar ki.

Abbas yeni asker kıyafetleri giymiş, tıraş olmuş hazırlanmış.

Cahit Sıtkı sorar;

– Hayırdır Abbas neden böyle hazırlık yaptın?

– Ben İstanbul’a gidecek komutan!

– Ne yapacaksın sen İstanbul’da?

– Sen söyledi bana. Ben gidecek sana sevgiliyi getirecek!

Gel bakalım

Gözlerindeki hüznü ve gözyaşlarını gizlemek istercesine arkasını dönüp kapıyı çarpar ve çıkıp gider Cahit Sıtkı…

Fakat bu mert askerin, yüreği sevgi dolu Anadolu çocuğunun samimiyeti ve sıcaklığından duygulanır.

Akşam olur. Ağaç altında rakı sofrası kurdurur ve Abbas’ı karşısına oturtur. Birlikte yer içerler ve Cahit Sıtkı o meşhur şiirini kaleme döker! (Savaş Ay: “Tarancı’ya şiir yazdıran Abbas kimdi?”, Takvim, 22 Ocak 2011)

Abbas’ın öyküsünü ve de ‘devamı’nı Şeyhmus Diken anlatır. Vedat Günyol da Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır doğumludur. 92 yaşındayken, 12 yaşında ayrıldığı kentine, tam 80 yıl sonra ayak basar. Şeyhmus Diken Camii Kebir Mahallesi No:3’teki Cahit Stkı’nın doğduğu şimdi Müze olan eve götürür Vedat Günyol’u. Evi dolaşırlarken düşündüklerini yazıya döker:

“Vedat Günyol 9 Temmuz 2004 günü öldü. 93 yıllık ömrüne nokta koydu. Ölümü ile ilgili hakkında yazılanları gazetelerde okuduğumda gördüm ki, Vedat Günyol’un Kürt Cemilpaşa’nın torunu, annesinin de Cemilpaşanın kızı olduğunu en azından benim okuduğum hiçbir gazete yazmamıştı. Vedat Günyol, iki yıl kadar önce bir aylık çabam sonucu Diyarbakır’a, Kültür ve Sanat Festivali nedeniyle, 80 yıl aradan sonra gelmişti. Ve aşağıdaki yazıyı o günlerde yazmıştım. Arkadaşı Cahit Sıtkı Tarancı, onun yarı ömründe 46’sında gitti öte dünyaya. Kendisi Cahit’in iki ömrünü dolu, dolu yaşadı. Yazıyı kısmen güncelleyerek paylaşılsın istedim.

1970’li yılların başlarında daha lise öğrencisiyken surların içinde, dokuz odalı eski bir Diyarbakır evinde yaşardık. Okulum, surların hemen dışında yapılmış ve benden önce birçok ünlü Diyarbakırlıya da kucak açmış Ziya Gökalp Lisesiydi. Okula giderken ana cadde olan Gazi Caddesi yerine, kısa yolu tercih ederdim. Kısa ya da kestirme diye tabir ettiğimiz yol; iki bin yıllık yapı Ulucami’nin arka, kuzey kapısının tam karşısındaki sokağın yine eski bir Diyarbakır evi olan ama o tarihlerde (1970’ler) Trahom Hastanesi olarak kullanılan mekânının önünden geçerdi.

Bir gün okul dönüşü öylesine, merak nedeniyle hastane olarak kullanılan o evin kapısından içeri girip bakmıştım. Güzel ve genişçe bir Diyarbakır eviydi. Ama o günlerin Diyarbakır’ında çok yaygın olan trahom ve göz hastalıklarını tedavi amaçlı bir merkez olarak kullanılıyordu.
Yıllar, epeyce yıllar sonra o güzelim evin Pirinççizadelerden, Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi olduğunu öğrenecektim. Tabii ki benim evle ilgili hikayeleri öğrenme serüvenim, evin müze haline dönüşmesiyle başlayacaktı.

Diyarbakır’a her gelen, kentin sivil mimarisini merak eden ve Diyarbakırlıların ne tip evlerde yaşadıklarını görmek isteyenlere; ayakta kalmış birkaç örnekten biri olarak göğsümüzü gererek sunduğumuz evlerden biriydi Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi… Hâlen de öyle.

Her defasında evleri gezen konuklar soracaklardı; ‘Bu koca evlerde bir aile mi yaşardı?’ Bıkıp usanmadan, biraz da gizlenmiş bir gururla ‘evet’ diyecektik. Ve anlatımın ayrıntılarına girecektik. Bu daha nedir ki, siz bir de Cemil Paşaların konağını görün demeye getirecektik. (…)

Önce Cahit Sıtkı’nın müze hâline dönüşen evini görmek istemişti, Vedat Günyol. Günlerden pazartesiydi ve tüm müzeler gibi şairin müze olarak kullanılan evi de tatil nedeniyle kapalıydı. Ama böylesine aziz ve ağır misafirler şehre gelince kapalı da olsa kapılar açılıveriyordu.
Tarancı’nın şimdilerde yalnızca haremlik bölümünün şairin evi olarak konuklara gezdirilebildiği ufacık kapılı koridorundan avluya girerken dudaklarımda Cahit’in ‘Abbas’ şiirinin şarkı tarzını mırıldanıyordum. (…)

Sonrasında bir merak işte. Abbas’ı düşünmüştüm. Bunca isim arasında niye Abbas? Ve şairin 30 Temmuz 1944 tarihli Cumhuriyet gazetesine yazdığı Abbas’ın hikayesini okudum. Cahit Sıtkı Tarancı yedek subay olarak askerliğini yaparken, bölük komutanının isteği üzerine emir erini kendisi seçer. Bir dolu eratın arasından biraz da baba ve oğulun aynı adı taşımasındaki giz nedeniyle; Mardin ili, Midyat ilçesi Cobin köyünden Abbas oğlu Abbas seçilir emir eri olarak. ‘Abbas demem kâfiydi. Sanki kayıbdan çıkar, gelirdi’ der, Abbas için Cahit Sıtkı.

Ve yine her defasında imdada yetişen böylesine günlerden birinde ‘kadeh üstüne kadeh yuvarlarken’ şairin aklına, ‘İstanbul ve ilk sevgilisi’ gelir. Abbastan medet ummak pahasına;

‘Sen İstanbul’u bilir, göndersem gider Abbas, dedim.

Bilir, giderim komutan, der Abbas

Sen İstanbul’a, Karaköy’e gidecek. Tramvay binecek, Beşiktaş’ta inecek. Ben sana adres verecek. Orada bir kız, benim sevgili. Ben onu çok seviyor Abbas! Sen onu kaçıracak. O kızı bana getirecek !’

Abbas’tır bu, Türkçe’si yetersiz, Kürt. Ancak bu şekilde anlaşabilecektir şairle. Bir de Abbas da zaten karısını kaçırarak evlenmiştir. Bu işi de nasıl olsa becerir. Ertesi gün. Bir önceki gecenin tatlı rüyası olarak kalacaktır belki de bu anekdot. Ama şiir öyle mi? Bu günlere dek yaşayarak süre gelecektir. Peki şiirin asli öğesi, kahramanı, hani Beşiktaş’taki ilk sevgili. İşte hikaye tam da orada gizli.

Anlatıp durmuştu Vedat Günyol, şairle, Tarancıyla arkadaşlıklarını. Diyarbakır’da başlayan dostluk ve arkadaşlığın İstanbul’da, sonrasında da yaban ellerde, Paris’te sürdüğünü. Müze evde Cahit Sıtkı’nın el yazısı notlarını heyecanla, âdeta o günleri yeniden yaşayarak okumuştu. Geniş bazalt avluda oturup etrafa eskiden izler arayarak bakmıştı. Havuza biraz daha fazla mı bakmıştı ne? Cahit’n, Diyarbakır’ın kavurucu yaz sıcaklarında serinleyerek yüzmeyi öğrendiği bazalt taştan yapılma havuza bakarken neleri düşünmüştü kim bilebilir?

Odalara, duvarlara, bahçeye ve hemen evin girişinin üzerindeki sokağa bakan şahnişinli odaya dakikalarca bakmıştı. Belki de o anda, şimdilerde Ankara’da yaşayan yazar Remzi İnanç’ın Cahit Sıtkı ile ilgili anılarında ifadesini bulan, ‘Diyarbakır mevsimlerin de hakkını yeterince tanıyan bir şehirdir. Şehir değil âdeta bir ülkedir.’ dediği ve ‘Cahit, baba evinde, doğduğu odada, bu defa hasta olarak yatıyordu.’ diye telaffuz ettiği günleri düşünüyordu.

Ana evi Cemil Paşa Konağının Selamlık Bölümünde

Vedat ağabeyi kendi dünyası ile baş başa bırakmanın adına, belki de o ânın büyüsü bozulmasın diye hiçbir şey sormak istemedim. Sonra ana evine, Cemilpaşa konağına gittik. Geçmişe dair ne hatırladığını sordum. Ailenin emektarlarından biriyle sokak aralarından korunaklı bir şekilde okula gidip geldiğini anımsadığını anlattı.

Sonra, o günün akşamı, Muhsin Kızılkaya anlatmıştı. Kendisine Vedat ağabeye de doğrulatmıştım. Beşiktaş’tan alıp getirilmesi gereken ilk sevgili, meğerse o ilk sevgili Vedat Günyol’un kız kardeşiymiş… Sırılsıklam âşıkmış Cahit Sıtkı, arkadaşı Vedat Günyol’un kız kardeşi Mihrimah hanıma. Hem de ne aşk… Sadece Abbas şiirinde değil, ‘Karasevda’da da dillendirdiği gibi;

Bir kerre sevdaya tutulmaya gör;
Ateşlere yandığının resmidir.
Âşık dediğin mecnun misali kör;
Ne bilsin âlemde ne mevsimidir.

Dünya bir yana, o hayal bir yana;
Bir meşaledir pervaneyim ona.
Altında bir ömür döne dolana,
Ağladığım yer penceresi midir?

Bir köşede mahzun çekilen için,
Yemekten içmekten kesilen için,
Sensiz uykuyu haram bilen için,
Ayrılık ölümün diğer ismidir. [3]

Ama açamamış, açılamamış işte şair. Belki şairce duygusallığın, doğululukla vakurluğu da bu olsa gerek. Acaba ne derler, nasıl sonuçlanır diye. Bir yanda karasevda misâli ilk aşk, gönül yangını; diğer yanda memleketten süre gelen bir kadim arkadaşlık, bir kadim dostluk. Ya aşkın itirafı beraberliğe dönüşmezse, işte asıl felaket orda. Arkadaşlık da bitebilir. Bir de bilenler bilir ki; Diyarbakır’da arkadaşın kız kardeşine kendi kardeşin gibi bakacaksın. Başka gözle bakılmaz. Sevdalandın mı, sevdanı yüreğine hapsetmeyi bileceksin. Kuraldır bu.

‘Arkadaşın bacısıdır ha!’

Yıllar sonra Paris’te anlatır Vedat Günyol’a Cahit Sıtkı Tarancı. Kız kardeşine âşık olduğunu ama itiraf edemediğini… Vedat Günyol, ‘Eyvah!’ der. Cahit, keşke söyleseydin. Mutlaka seninle evlenmesini isterdim. Ama iş işten geçti. Çünkü Mihrimah hanım artık Vedat Günyol’un anne tarafından akrabası doktor Diyarbakır’lı Cemil Cemiloğlu’nun eşidir.” (Şeyhmus Diken: “Git, Böyle Ferman Etti Cahit”; Şevket Beysanoğlu’nun Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Yayını, No. 6/3, kitabından yararlanarak, cahitsitkitaranci.uzerine.com)

“Tarancı’nın besbelli Diyarbakır’daki çocukluk günlerine atıfta bulunduğu ve bugün müze olarak hizmet gören aile konağının bahçesini resmettiği ‘Çocukluk’ şiirinden alınma şu dizeler bu özlemi anlatır aslında:

Affan dedeye para saydım,
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var ne de adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.

Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.

İki katlı taş konak

Sadece ‘Çocukluk’ şiirinde değil, başka pek çok şiirinde, doğduğu, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Diyarbakır’daki konağın izlerini bulmak mümkündür. Camii Kebir Mahallesi 3 numarada bulunan iki katlı bazalt taşlı konağın çok sayıda odası, bahçesindeki havuzu ve geniş avlusundaki ağaçlarıyla sık sık Tarancı’nın şiirlerinde karşımıza çıktığına şahit oluruz. Çocukluğa dair yazılan her dizede, Diyarbakır’ın değilse de dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili, içinde birkaç ailenin bir arada yaşayabileceği konağın izlerini görürüz. Konağın yanı sıra sakinleri de bu şiirlerde karşımıza çıkar. Ama Tarancı’nın şiirlerinde evin en önemli sakini olan baba figürü genellikle yer almaz. Yer aldığındaysa, “babam kırdı beni ilk önce babam” diyecektir. Bu yüzden, baba değilse de anne, sıklıkla da büyükanne onun şiirlerinde bir belirip bir kaybolur. Şiirlerde anlatılan anne ve büyükanne ise sürekli olarak dinsel bir atmosfer içinde anılır. Nitekim ‘Bugün Cuma’ adlı şiirinde yine Diyarbakır, çocukluk günleri ve dinsel bir atmosfer içinde anlatılan aile bireyleri vardır:

Bugün cuma;
Büyükannemi hatırlıyorum,
Dolayısiyle çocukluğumu.
Uzun olaydı o günler;
Yere düşen ekmek parçasını
Öpüp başıma götürdüğüm günler.

Ama dönülmek istenen geçmişin kendisinde de karanlık bir yön vardır ve içinde yaşanılan zaman parçası karanlık ışığını biraz da bu geçmişten almaktadır. Sıklıkla ölüme atıfta bulunur şair. Hatta denilebilir ki, sırf bu nedenle adı ölüm izleğiyle bu denli yan yana anılan başka bir şair bulmak güçtür. Dört tarafı yüksek duvarlarla çevrili konağın mutluluk kadar kasvet de verdiği aşikârdır. Dışarıdan gelebilecek tehlikeleri bertaraf etmek için yüksek duvarlarla çevrilmiştir konak. Bir bakıma içeride yaşayanlara güven verir. Ama verdiği güven kadar boğan, içeriye kapatan, kasvet veren bir yanı da vardır konağın.” (Kemal Varol: “Camii Kebir Mahallesi No:3”, Zaman, 6 Ekim 2010)

Cahit Sıtkı, askerliği sonrası İstanbul’a yerleşen ailesinin yanına yerleşip babasının Eminönü’ndeki tecimevinde çalışmaya başlarsa da, içki sorunu yüzünden babasıyla anlaşamaz ve Ankara’ya göçer.

“Cahit’in Ankara’da ilk kalışı uzun sürmedi. Askere gitt. Askerliğinin çoğunu Edremit’te yaptı” diye bilgilendirir Mehmed Kemal. Sürdürür:

“Askerden sonra Ankara’ya geldi. Kendine uygun bir iş bulamadığı için yeniden İstanbul’a gitti. Mis sokağında bir pansiyonda oturuyordu. Ermeni kadın, gelinliğinden kalan, kocaman, çift kişilik bir karyola vermişti ona. Cahit bunun içinde kundakta bebek gibi kalıyordu.

Dün gece ilk olarak ağladım
Bekâr odamın penceresinde
Hani ev bark, hani çocuk..”

Diye başlayan şiiri burada yazmıştır.[4] Akşam içkisini Balkan diye bir küçük lokantada içiyordu. Lambo diye bir de garsonu vardı. Parasız günlerinde bazı ufak tefek hesapları bırakıyordu. Bir okulda Fransızca hocalığı vardı. Cumhuriyet’e de haftada bir hikâye yazıyordu. Başkaca geçimi yoktu. Babası Sıtkı Bey o yaz İstanbul’a gelmişti. Araları açıktı, annesine babasının bulunmadığı zamanlarda gidiyordu. Özel sorunlarını anlatmazdı, fakat hareketleri o kadar açıkta idi ki dargınlığın bilinememesine imkân yoktu.

Askerlik, İstanbul, derken yeniden Ankara’ya döndü. Anadolu Ajansında mütercim oldu. Bu işi ile pek kaynaştığını sanmıyorum. Ajans çalışmalarının sıkıcılığı, tek parti döneminin baskısı, oradakilerin sırtlarını devlete dayayarak tatsız davranışlarda bulunmaları Cahit’i tedirgin ediyordu. Gerçeği saklayan ve sansüre uğrayan çeviriler de hoşuna gitmiyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Cemal Yeşil imdadına yetişti. Sanırım uzaktan akrabası da oluyordu. Cemal Yeşil’in şiirle ilintisi vardı, rubailer yazardı. Onu çalışma Bakanlığına yerleştirdi. Bakanlık yayın müdürlüğünde çevirmen olmuştu.” (Mehmed Kemal: a.g.k., s.17-18)

1946 yılında, yazının başında andığım “Otuz Beş Yaş” şiiri 1946 yılında CHP şiir ödülünü alınca, adı duyulur, ünlenir. 1951 yılında Cavidan Tınaz ile evlenir.

Otuz Beş Yaş” şiiri adına da uygun tasarlanmış: Otuz beş dizeden oluşmuştur. Şiir, 1946 yılında Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı yarışmada birincilik ödülüne değer bulunur. Yakın dostu Ziya Osman SabaCahit’le Günlerimiz” yazılarında bu şiir hakkında der ki:

“Cahit’in o yaz asıl emek verdiği başka bir eser, bir şiirdi: ‘Otuz Beş Yaş’. Bazı kıtalarını okuyor, ‘uzun olacak’ diyordu, ‘yedi kıta, her kıta beşer mısra, beş kere yedi: Otuz beş.’ Evet, şiirin mutlaka yedi kıta olası, yazıldığı yaşa, adına uygun olması gerekti. ‘Otuz Beş Yaş’ın, bilinen mükâfatı kazanışında Ankara’da değildim. Eş dost yardımıyla, İstanbul’da yeni bir iş bulmuş, doğduğum şehirden en çok uzak kaldığım, altı aya yakın ayrılık çilemi doldurmuştum. Yaşar[5] da arkamdan geldi, daha doğrusu, göç etti ve en yakın arkadaşımın ilk yayınladığı kitap, gene en yakın bir arkadaşımın eseri oldu. Kitap işinde o kadar tecrübe sahibi rahmetli Muallim Ahmet Halit’in, eski talebesine, ‘aman, ilk bastığın kitap şiir kitabı olmasın!’ tavsiyesine rağmen basılmış Otuz Beş Yaş, Varlık Yayınevi’nin uğurlu temel taşıdır.” (Ziya’ya Mektuplar, s.36)

Okurların, “Otuz Beş Yaş” şiirinin yazıldığı o günlerde olduğu gibi, günümüzde de Batı klasik edebiyatına ‘yabancı’ olduğu anlaşılıyor. Şimdi alıntılayacağım yazı on yıl önce “Cahit Sıtkı Tarancı 35 yaş derken, neden Dante’yi hatırlamış?” başlığıyla yayımlanmış bir köşe yazısından:

“…beni bugün şekvacı durumuna düşüren suale geliyorum.

Soran Türkay Demir. e-posta tarihi 9 mart pazar. Demek ki bir hafta sonra cevap verebiliyorum. Suali görür görmez, cevap vermekte zorlanacağımı anlamıştım. Hani insanın zihninde hep asılı duran, dilimin ucundaydı dediğimiz türden, sormaya çeyrek kala sualler vardır, işte bunlardan biriydi.

O akşam eve dönerken Serdar’a danıştım:

– Bir okurum Otuz Beş Yaş şiiriyle ilgili güç bir sual sordu bana, dedim.

Bir sual de o sordu, dilinin ucundaymış gibi:

– ‘Dante gibi ortasındayız ömrün’ dizesinin ne anlama geldiğini mi?

Evet, bunu sordu.

Çok yıllar önce, biz bu suali kendimize sorduk gibi geliyor bana. Kimlerdi, hatırlamıyorum. Cevabını bulduk mu, bulamadık mı? Hafızam bomboş.

Yeniden aradım.

Elimin altındaki ansiklopediler bu konuda bana yâr olmadı.

Dante Alighieri, 1265’te Floransa’da doğdu, 1321’de Ravenna’da öldü. Yenilikçi bir şairdi. Büyük aşkı Beatrice’yi kaybettiğinde (1290), henüz 25 yaşındaydı.

Siyasete karıştı. Kurullara seçildi. 1301’de zimmetine para geçirmekle suçlanıp Floransa’dan sürüldü; bu sevgili şehre bir daha dönemeyecekti. 36 yaşında gönderildi sürgüne. Acaba mı?

Yolun yarısı dediği Floransa’dan ayrılışı olabilir mi?

Sanmam. Ertesi yıl yakılarak idama mahkûm edilmek gibi bir fevkaladelik var hayatında. Nirengi noktası olarak siyasî bir olayı alsaydı, bu, sürgün kararı yerine idam kararı olmak gerekmez miydi?

Biz aradığımızı Dante’nin hayatında değil, gene şaheserinde bulacağız diye, ağırlığı İlahî Komedya’ya verme kararı aldık. 14 233 mısralık efsane şiire. (35 yaşın ne anlama geldiğini bilenler, bu satırları okurken kıs kıs gülse de, bizim ‘hâl-i pürmelâli’miz buydu.)

Sonunda Lerna aradığımız bilgiyi, ‘La Libreria di Dora’nın İnternet sitesinde buldu.

(Burada İlahî Komedya’nın konusunu özetlemeye filan kalkmıyorum, içinden çıkabileceğim iş değil.) Bu efsanevî (ve hayalî) gezide ona şair Vergilius ile Beatrice’nin rehberlik ettiklerini söylemekle yetineyim.

Dante, İlahî Komedya’yı sürgünde olduğu 1304-1321 yılları arasında yazdı. Kendisi ‘Hayat yolumuzun orta yerinde’ diyordu (Nel mezzo del cammin di nostra vita). Sözünü ettiği zaman 1300 yılı baharıydı, Paskalya günleri. Dante tam 35 yaşındaydı (O günlerin ölçüsüyle, hayat yolculuğunun da tam ortası.)

Öbür âlemde yapacağı yolculuk, her şeyin sona erdiği, yolun bittiği yerde başlıyordu. O günün tarihini günü gününe verenler de var: 1300 yılı, 7 nisan’ı 8’e bağlayan kutsal cuma gecesi. Şair, Cehennem bölümünde, Birinci Şarkı’nın dizelerinde,

Hayat yolumuzun orta yerinde
Karanlık bir ormanda buldum kendimi

diyor. Bundan ötesi boşluk ve yokluk. Yani ilahî yolculuğun başlangıcıdır.” (Hakkı Devrim: Bir sual: “Cahit Sıtkı Tarancı 35 yaş derken, neden Dante’yi hatırlamış?”, Radikal, 10 Mart 2003)

Melih Cevdet Anday, Hakkı Devrim’in Dante’nin dizesi hakkındaki bilgilendirmesine ayrıntı ekler:

“İtalyanca bilmem, ama Dante’yi o dilde okumak çok hoşuma gider. ‘Canto I’in başlangıcını buraya alayım:

Nel mezzo del camin di nostra vita
Mi ritrovai per una selva oscura
Che la diretta via era smarrita.

İşte Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Otuzbeş Yaş Şiiri’nin başlarındaki,

 Dante gibi ortasındayız ömrün

 dizesi, ‘Nel mezzo del camin di nostra vita’ dizesinden gelir.” (Melih Cevdet Anday: “Nane Azaldı”, (25 haziran 1993), Çok Sesli Toplum, adam, 2001, s.272)

Cahit Sıtkı’nın ender insanlardan biri olduğu görüşündedir Mina Urgan:

“Cahit Sıtkı, nerdeyse benim boyumda, ufak tefek bir adamdı. Hiç biçimsiz değildi; ufak boyuttaydı sadece. Bir Çinlininkiler gibi çekik kara gözleri vardı. Herkes için, ikide birde, ‘çok iyi yüreklidir, sevgi doludur’ derler ama, gerçekten öyle olan çok az sayıda insan vardır aslında. Cahit Sıtkı o ender insanlardan biriydi.”

Melih Cevdet Anday’ın “Yetim” başlıklı yazısında anlattığı olay, Cahit Sıtkı’nın o ender insan yanını kanıtlar nitelikte:

“Cahit Sıtkı Tarancı’nın insanseverliği sözde (şiirde) kalmazdı. Sevgi, kardeşlik, iyilik duyguları kişiliğinin göze çarpan özellikleriydi, ozanlığın gereği sayılan eğreti gösterişler değildi. Hele içki masasında büsbütün ortaya çıkardı bu. Öyle ki, onu tanımayanlar, bu duygusallığı içkinin geçici bir ürünü sayabilirlerdi. Çünkü içine kapalıydı genellikle, kimseyle, kimsenin sorunuyla ilgili görünmezdi. Bir akşam onunla baş başa yiyip içerken, Peyami Safa’ya atıp tutmaya başlamıştım. Peyami’nin ideolojik konulardaki saldırılarını yeriyordum. Cahit Sıtkı, önce sessiz sessiz dinledi beni ama ben kim bilir ne denli hızlanmış olacağım ki, sonunda Cahit’in gözleri yaşardı.

“Konuşma böyle, adamcağız yetim,’ dedi.

Peyami’nin saldırganlığını da beğenmiyordu gerçekte, bu yüzden beni ancak onun ‘yetimliği’ ile yumuşatmak yolunu tutmuştu. Oysa yaşını başını almış herkes yetim ve öksüzdür. Cahit, o ‘yetim’ sözcüğünü, Nâzım Hikmet’in Peyami Safa için yazdığı ünlü şiirdeki ‘Ey yetim-i Safa’ dizisinden esinlenerek, şaka için kullanmamıştı, içtenlikle söylediği, gözlerinin yaşarmasından belliydi. Peyami Safa, Cahit Sıtkı’yı ilk tutan, ilk öven yazarlardandır ama arkadaşımın onu savunmaya kalkması, vefa duygusundan değildi sadece, insanların birbirleriyle çatışmaya girmelerini istemediğindendi sanıyorum.” (Melih Cevdet Anday: “Yetim”, Cumhuriyet, 25 Ekim 1982)

Mîna Urgan ile Mehmet-Ali Aybar sık sık dalaşırlarmış. “Bir akşam, biz gene dalaşırken, arkamızdan geldi; bir elini Mehmet-Ali’nin omuzuna, ötekini benim omuzuma koyup, o zamana kadar duymadığım bir şiirini okudu. Anımsadığım kadarıyla,

Değil kardeşim, değil; gök mavi değil,
Dal yeşil değil, ayrı suda yüzer bindiğimiz gemiler.

 gibi bir şey söylüyordu. O şiirde; ama Mehmet-Ali ile benim gemilerimizin aynı sularda yüzmesiydi asıl istediği.”

Mîna Urgan’ın şöyle böyle anımsadığı şiirin adı “İmkânsız Dostluk”tur ve Varlık dergisinin 1 Nisan 1940 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Değil kardeşim, dal yeşil değil, gök mavi değil
Bilsen! Ben hangi âlemdeyim, sen hangi âlemde!
Aklından geçer mi dersin, aklımdan geçen şeyler?
Sanmam! Yıldız ve rüzgâr payımız müsavi değil;
Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde;
Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler.

Cahit Sıtkı hakkında görüşlerini sürdürüyor Mîna Urgan:

“Cahit Sıtkı çok içtiği halde, sarhoşken tatsızlık çıkarmazdı. Ancak içinde biriken ve hiçbir zaman açığa vurmadığı acılar onu ölüme iterdi sanki. Beyoğlu’ndan geçen tramvayların önüne atardı kendini Her bir taraf tramvayın çan sesleriyle çınlarken, adaşı uzun boylu Cahit (Irgat), fırlar, ufak tefek Cahit’i yaka paça yakalayıp, kaldırıma taşırdı.” (Mîna Urgan: Bir Dinazorun Anıları, YKY, 1998, s.192-193)

Mîna Urgan’ın niye “Cahit Sıtkı, nerdeyse benim boyumda, ufak tefek bir adamdı. Hiç biçimsiz değildi; ufak boyuttaydı sadece” demesinin nedenini Samet Ağaoğlu aydınlatır:

“Tarancı’nın, kaynağı çeşitli kompleksleri vardı. Başta kendi fizik yapılışı. Yüzünün rengini, çizgilerini, boyunun kısalığını beğenmiyordu. Konuştuğu zaman çok çekici bir insandı, ama kendisi bunun farkında değildi. Ruhundaki komplekslerin bir başka çeşmesi, içinden çıkıp geldiği toprakların, insanların, ailesinin özelliklerine bağlı melankolik duygular! Tarancı’yı bir yarı meyhanenin en karanlık köşesinde tek başına gördüğüm günlerden manzaralar var hafızamda. Önünde kadehi, gözlerini duvarda bir noktaya dikmiş, yahut masaya eğilmiş kımıldamadan oturuyor. Yanına yaklaşıyorum:

-Merhaba, Cahit.’

Bana bakıyor, ama kupkuru bir bakış. Kısık bir sesle cevap veriyor:

‘Beni bugün yalnız bırak Samet.’” (Samet Ağaoğlu, a.g.k., s.61)

Mehmed Kemal de ilk gördüğünde Cahit Sıtkı’yı hayalindekiyle bağdaştıramaz; ‘çirkin’ bulur:

“Ankara’da Sakarya caddesinde, şimdi işkembeci olan yerde, bir lokanta vardı. Şairler, sanatçılar, yazarlar oraya çıkarlardı. Basit bir işçi lokantasıydı. İçki satmazdı. Herkes şişesini alır, giderdi. Cahit’i burada tanıdım. Ne yalan söyleyeyim, hayalimdeki Cahit’e hiç benzemiyordu. Gerçekteki Cahit ile hayalimdeki Cahit arasında ilinti kuramadım. Hatta hayal kırıklığına uğradım. Ufak tefek bir adamdı. Yanağında Diyarbakır çıbanı göze çarpıyordu. Karaya çalan rengi, arabımsı, kürdümsü bir yüzü vardı. Uygarlaşmamış kaba yüzler olur ya, öyle. Usturayı ne kadar çalarsan çal, kazınmayacak gibi görünen kıllar. (…) Konuşması tutuktu. Hatta biraz kekeme. Bundan olacak az konuşurdu.” (Mehmed Kemal, Acılı Kuşak, Çağdaş Yayınları, 1977, s. 16.)

Cahit Külebi kendisine “Adaş” diye seslenen Cahit Sıtkı ile 1945 yılında tanıştığını anlatır 1976’da Milliyet Sanat dergisinde yayımlanan yazısında. Tarancı’yı ayrıntılı olarak tanıtır:

 

“Cahit Sıtkı’yla 1945 yazında birkaç gün için Ankara’ya gelişimde tanıştım. Bir kaç ay sonra da Ankara’ya temelli geldim. Bir süre yalnız yaşadığımdan geceleri çıkma olanağım vardı. Bu durum o günün sanatçıları çevresine girmemi oldukça kolaylaştırdı. Kaldı ki, Ankara’ya gelmek isteyişimin başlıca nedeni çoğunu uzaktan izlemek zorunda kaldığım sanatçı arkadaşlarla daha yakın olma hevesiydi. (…)

Cahit Sıtkı, dış görünüşüyle her zaman iyimser ve neşeli, dokunmayıcı biçimde şakacı ve herkes için iyilikseverdi. Ufak tefek, zayıftı. Bir uzak doğuluya benzeyen yüzü her zaman çok temiz ve güzeldi. Oldukça ‘harabatî’ olan böyle birinin o denli temiz oluşuna gerçekten şaşardım. Peyami Safa’da ve onun hayranlarında da görüldüğü üzere Fransızca deyimler kullanmaktan hoşlanır, içkiyi sanki ilâçmış gibi her derde deva sayardı. Örneğin ben zayıftım. Bunun her akşam içmeyişimden ileri geldiğini söylerdi. Genellikle herkes yeni şiirlerini birbirlerine okurdu. Gerekli gördüğü ya da kendi şiir tutumuna uymayan noktaları belirtmekle birlikte, özellikle, kendini henüz kabul ettirmemişlerin her yazdıklarını beğenirdi. Bunun çok iyi yürekli oluşundan ileri geldiğini sanıyorum. Kendisinin dergide çıkmış bir şiirinden söz edersem, (belki de bu yönde bana güvensizdi) ‘Adaş, hiç olmazsa bir mısraını söyle’ diye üstelerdi. Birimiz şiirini okursa, ya da bir öyküden söz edilirse, ince bir espriyle karşılardı. Örneğin, ‘Mehmet Ali’ şiirimi sık sık okuturlardı. Şiirin sonu şöyle bitiyor:

“Zeytinyağı ve ekmek kadar –
Kıttı hürriyet memlekette, –
Büyüdüğü zaman akranları Mehmet Ali’nin
Her şey bol olur elbette”

Şiiri bitirirken Cahit’in ne diyeceğini bilirdim. ‘Elbette, adaş!’, diye bağırırdı, ‘Elbette!’..

Herkesin bir tür şiir okuyuşu vardı. Orhan’ın şiirleri insanın utanıp sıkılmadan okuyacağı türden olduğu kadar, kendisi de bunları ağır ağır şiirselliğe kaçmadan, küçük bir alaycı bakışla ve o güzel sesiyle okurdu. Yeri düşmüşken belirteyim ki, Orhan Veli, şiirlerinde ve düzyazılarında vermeye çalıştığı izlenimin tam tersine, tanıdığım insanların en düzenlisi, akıllısı ve kibarıydı. Necati, gözlerini yumarak okurdu. İçimizde en gencimiz oydu. Cahit ona ‘macuncu!’ demekten hoşlanırdı. Ben bir ‘marifet’ işlemiş gibi sırıtarak okuduğumdan, arkadaşlar, Külebi, ölümden söz ederken bile gülüyor’ derlerdi.

Ya Cahit nasıl okurdu: Dili o denli seven, kimi sözcükleri dua gibi yineleyen Cahit, bugün anımsadığıma göre, okurken abartmazdı. Ama, ibadet eder gibi belli belirsiz bir duygulanma ile ve her zaman üstüne basa basa okurdu. Ne duygusaldı, ne gülünç.

Cahit’le anılarımız bunlardan ibaret değil elbette. Ne var ki, Oktay Rifat ve Necati Cumalı’nın anıları oranında zengin de değil sanırım. Çok iyi kalpli, cömert ve neşeliydi. Hiç kimseyle dargın olduğunu, hatta olabileceğini sanmıyorum. Her zaman parasızdı, ama kendi çevresinde onurlu ve iyi yaşardı. Şiirlerinde kötümser, yaşamında iyimserdi. Bekarlığın yoksunluğunda temiz giyinir, eli yüzü temiz gezerdi. Meyhanelerin onun için iş yerinden daha ciddiye alınır olduğu kanısındayım.

Necati ile bir odada kaldıkları sırada, bir pazar sabahı gittim. Necati hem gülüyor, hem üzülüyor. Cahit gece eve gelirken bir taksiye binmiş, inerken bakmış parası çıkışmıyor. Kolundan Zenith altın saatini çıkarıp şoföre vermiş, ‘Bunu getir, paranı al’ diye. Bekledi, durdu. Biraz utangaç, bir parça şaşkındı, ama, fazla aldırdığı da yoktu.

Evlenmeye, çoluk çocuk sahibi olmaya çok özenirdi. İkinci çocuğum olacakken, ‘Adaş’ dedi, ‘Kız olursa adını ben koyayım, ister misin?’. Çok sevindim. Heyecanla bekledik. Oğlan oldu. Telefon edince inanmadı. ‘Ne koyacaktın?’ dedim. Bütün zorlamalarıma karşın söylemedi. ‘Kendi kızım için saklıyorum’, dedi. Bilindiği gibi evlendi ama, çocuğunu göremedi.”

Mehmed Kemal, Cahit Sıtkı henüz Paris’teyken, kendisiyle henüz yüz yüze gelmeden önce, Tarancı hakkında mektuplaştığı arkadaşlarından bilgi edindiğini belirtir.:

“Faşizmin kara bir bulut gibi Avrupa’ya yayıldığı sırada, bir Fransız radyosunda spikerlik yapıyordu. Yurttaşlarına, Türkçe, faşizm belâsını ve kötülüğüne anlatıyordu. Faşist saldırganları bulunduğu bölgeye doğru gelince bir bisiklete atlayarak kaçmış. Yolda uçakların makineli tüfek ateşine tutulmuş, bir rastlantı olarak, yaralamadan kurtulmuş. Yakında memlekete dönüyordu. Beşiktaşlı bir kıza âşıkmış… Dönüşte ilk işi Beşiktaş’a gidip gençlik anılarını tazelemekmiş. Öyle bomba şiirleri varmış ki, yayınlamıyormuş, dönüşte yayınlayacak, edebiyat ve şiir alanını allak bullak edecekmiş. Cahit Fransa’da iken kulağımıza gelenler bunlardı.” (Mehmed Kemal: a.g.k., s.15-16)

Tarancı’nın önceki satırlarda sözü edilen sevgilisi Mihrimah Hanım, “Beşiktaşlı küçük sevgilisi” diye anılır. Cahit Sıtkı’nın teyzesinin oğlu Reşid İskenderoğlu “o dönemin ve çevrenin en güzel kızlarından biri olup, Balkanlardan gelme bir ailenin kızı” diye tanımlar ‘Beşiktaşlı’yı. Cahit Sıtkı’yla evlenmeyi düşünür mü sorusuna Beşiktaşlı’nın yanıtı, şairin ‘çirkinlik’ kaygısının boş olmadığını kanıtlar:

“Fizik yapısı itibarıyla tipim değil. Onunla mutlu olamam. Bu nedenle evlenmeyi düşünmüyorum. Ancak görüyorum ki geleceği büyük bir şairdir. Bu sebeple inkisara uğramasın diye şimdilik ilişkimi sürdürüyorum.” (Reşid İskenderoğlu, Cahit Sıtkı Tarancı ile Anılar, 1993, s.37)

Hayal Ettiğim Şey” şiirini “Beşiktaşlım için” yazar Cahit Sıtkı; Beşiktaşlısına adar. Yıl, 1940. Beşiktaşlısını unutmaz!

“Cahit Sıtkı Tarancı, bir şiirinde:

Getir ilk sevgiliyi Başiktaş’tan

Diye yazar. Kendisine sorduğumda, böyle bir sevgilisi olmadığını söylemişti bana” yazmıştır Melih Cevdet Anday. (“İlk Aşklar”, Cumhuriyet, 23 Mayıs 1983)

Çok sayıda kadınla ilgilenir Cahit Sıtkı. Yetişkin kadınların kendisini beğenmeyecekleri ön yargısıyla genç kız ve kadınlara ilgi gösterir. Ziya Osman Saba anlatır:

“O, hep böyle küçük, kendinden yaş yaş küçük kızların peşinde, benliğinin yarısı sanki daima âşık, öteki yarısı sanki daima sarhoş yaşadı. Tâ yatağa düşünceye kadar… Cahit’i ‘âşık’ eden kızların hiçbirini görmem kısmet olmadı. Onları ya kendi ağzından dinledim, ya mektuplarıyla şiirlerinden öğrendim. Onlar hep küçük kızlar oldular. Hatta bazıları, kara okul göğüslüklerini olsun çıkarmamışlardı. ‘Beşiktaşlı’dan önce, hakkında şiir yazmamış olsa bile, böyle henüz göğüslüklü bir Kadıköylü’sü de vardı galiba. Sonra on dört yaşındaki Beşiktaşlı geliyordu. Burhaniye’de askerliğini yaparken komşusu ‘Boşnak kızı’ da aynı yaştaydı. Hemen sonra, gene askerliği sırasındaki kendi tabiriyle ‘esmer güzeli yâr’ının ‘on yedi yaşlarında var yok’ olduğunu yazdığı mektubu 18 Temmuz 1943 tarihini taşıyor.

Cahit’in, böyle, kendi yaşından kat kat küçük yaşlarda kızlar sevmesinin sebebini, daha lise sıralarından, o hafta başları Kadıköy’deki yengesine gittiği zamanlardan beri biliyordum. Sormam üzerine, bir sır gibi anlatmıştı bana. Şimdi bu sırrı açıklarsam, bir emanete hıyanet mi etmiş olacağım? Ama, daima açık sözlü olmuş, kendini olduğu gibi göstermiş Cahit, şimdi ara sıraki o çapkınca bakışlarıyla gözlerimin önünde; bana da gülümsüyor: ‘Yaz, Ziyacığım, zararı yok’ diyor, ondan yazıyorum: Cahit, kendisinin çirkin, hiçbir kızın beğenmeyeceği, beğenemeyeceği kadar çirkin olduğuna inanmıştı. Bence, erkekte güzellik ve çirkinliğin hiçbir önemi olmadığı halde o, bu konuda aşırı bir duyarlık gösteriyor, bunu bir kara talih sayıyordu. Tâ o yıllardan beri aklımdan çıkmamış, aşağı yukarı şöyle diyor: ‘Ben çirkinim, yetişkin kızlardan beni beğenen olmaz. Onlar tecrübelidir. Ben, ancak, küçük yaştaki toy kızları elde edebilirim, ancak onlar bana yüz verirler.’ Bu sözlerinden yıllarca sonra,

Sert konuşmaya başladı aynalar

Mısrasını yazacak; otu beşine geldiğinde,

Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar.

Beytini düzecek Cahit, daha o zamandan Ömrümde Sükût’un Aynalar faslında yer almış, adı bile çok şey söyleyen ‘Dar Kalıp’ şiirinde:

Aynam, aynam bana bir devle bir cüce
Halinde gösterir içimle dışımı.
Bu müthiş tezadı duyup düşündükçe,
Nasıl zaptedeyim ben haykırışımı?

diye haykırıyordu.” (Ziya’ya Mektuplar, s.19-21)

Gene Ziya Osman Saba, “Cahit’le Günlerimiz” yazılarının bir yerinde Tarancı’nın Kadıköylüsü hakkında bilgi verir:

“… Yaşar büsbütün İstanbullu, Cahit de gittikçe seyrekleşmek üzere ara sıra İstanbul’a gelir olmuştu. Böyle gelişlerinin birinde (Otuz Beş Yaş {kitabı} çıktıktan sonra İstanbul’a ilk gelişiydi), herhalde bir Pazar {günü} olacaktı ki, Kadıköy’de, Misak-ı Milli sokağında, bir katının kiracısı olduğum evde, pencere önünde oturmuş sokağa bakıyordum. Birden, Cahit’in geldiğini gördüm. Başı dik, gözleri ilerde, sert adımlarla, sevinçli, hızlı hızlı yürüyordu. Hemen kapıya koşmuştum. Bakmıştım ki Cahit geçip gidiyor, numarada yanılmış olacağını düşünerek seslenmiştim. Dönmüştü. ‘Numarayı unuttun galiba’ demiştim. Hayır, numara aklındaydı. Meğer ‘ilk sevgilisi’ bu sokakta oturmuş bir zamanlar. Şimdi Cahit de o günlerin hayaline dalmış, herhalde bizimkinden yukarda olan o eve doğru – sanki o evde o sevgiliyi gene bulacakmışçasına – ilerliyordu. ‘Nasılsın?’lar, ‘iyisiniz inşallah’lar arasında ve karımın yanında soramamıştım.’İlk sevgili’ Beşiktaşlı olduğuna göre, ‘Beşiktaşlı’ mı bir zamanlar Kadıköy’de oturmuş ve bana Galatasaray’dayken bahsettiği öğrenci olmuştu; yoksa ‘Beşiktaşlı’, sonradan Kadıköy’e geçerek Misak-ı Milli sokağında mı oturmuştu?.. Diyeceğim, bir şaire, arkadaşının kapısında durmayı unutturan sevgiliyi öğrenemedim gitti.” (Ziya’ya Mektuplar, s. 36)

Askerliğini yaptığı Edremit’te gönül verdiği Boşnak kızı 14 yaşındadır. Askerliğinin son altı ayında 17 yaşında bir köylü güzeline ilgi duyar.

Ziya Osman Saba’ya gönderdiği 3 Ekim 1942 günlü mektubunda, Cahit Sıtkı Boşnak sevgilisi hakkında der ki:

Boşnak kızı meselesi o kadar mühim değil canım. Burhaniye’deyken komşumdu, hal ve etvarı, konuşması, serbestliği hoşuma gidiyordu. (Her şeyin tazesine olan inhimakimi bilirsin.) Bir akşam odamda oturmuş rakı içiyordum. Bir de baktım bizim emir eri, elinde iki iri, lezzetli, harikulade şeftali ile içeri girdi. Havran şeftalisi. ‘Komşu kızı gönderdi, asteğmenim!’ dedi. Şeytan kız, kendisine mektup yazmamı da emir erime sıkı sıkı tembih etmiş. Eh, biz de gereken şekilde faaliyete geçtik. Yirmi yaşımı tekrardan yaşadım. Mektuplar gidip geldi, o bana yemişler, çiçekler gönderdi; ben de ona çoraplar, mendiller vesaire gönderdim. Nihayet bir biçimine getirip konuştuk. Ancak Edremit’te buluşup gezebileceğimizi söyledi ve nitekim öyle oldu. Maalesef kucaklamaktan fazla bir şey yapamadım; zira esasen küçük bir kız, on dört yaş ne ki? Sonra yer yok. Muhit küçük ve mutaassıp. Mamafih yirmi beş gündür ses seda yok. Kimbilir şimdi Burhaniye’de ne şeytanlıklar düşünmektedir. Laf arasında, tabii şaka olarak, seni İstanbul’a götüreyim, dedim, kaçar gelirim demesin mi? Ne buyurulur? Hasılı hem tatlı, hem komik bir macera!..

 Sana bir şey söyleyeyim mi, dikkat ettim, her beş altı senede bir böyle bana tutulan küçük bir kız peydah oluyor. Bilmem ki bende hoşlarına gidecek ne buluyorlar? Mamafih buna memnunum. Zira kadın hususundaki bedbinliğimi azaltıyor. Fakat nerede Beşiktaş’taki sevgilim? Onun üzerine yoktur ve olamaz. Bu işe (yaşamak, şiir yazmak ilj…) onu sevmekle başladım, onu sevmekle bitireceğim.” (Ziya’ya Mektuplar, s.171-172)

Gönül ilişkilerinin çokluğunu, (karşılıksız kalmış olsa da/hayalen yaşanmış olsa da) yansıtan 1945 tarihli şiiri “Şaşırtmaca” başlıklıdır:

İşte Birsen, o cilveli kız;
Saçları yüzüne dökülen,
Göz göze geldik, a Mübeccel!
Güldü, meğersem Semiha’ymış’
Konuşunca tanıdım, Türkân!
Oturdu baktım, Nazmiye’dir.
Müjgân oluvermiş öperken;
Soyundu, gördüm ki o değil.

Sahiden sen kimsin güzelim

Gönül verdiği kadınların fotoğrafları yok elimizde. Dolayısıyla, fizik yapıları hakkında; yani, Cahit Sıtkı’nın hoşlandığı kadın tipi hakkında bir şey söylemek olanaklı değil. Ne var ki, şairin 1 Kasım 1950 günlü Yeditepe dergisinde yayımlanan “Portre” adlı şiiri görüntü eksikliğini gideriyor. Giderek fazlasını anlatıyor:

Seveceğin hatun kişi
Saçı siyah gözü siyah
İllâ ki
esmer olacak

Dişi öylesine dişi
Âşık kolum akşam sabah
Belinde
kemer olacak

Edâsı edâ nâzı nâz
Yolda yordamda bitirmiş
Bir güzel,
bizden olacak

Bir ömür boyunca kış yaz
Doymayacağım tek yemiş
Sağ yanakta
ben olacak

Gene askerliği döneminde Cahit Sıtkı’ya şiirlerini göndererek görüşünü almak isteyen akrabası, İhsan Hamit Tigrel’in kızı Melek Tigrel’e gönlü kayarsa da sonu gelmez. Melek Hanımın, Cahit Sıtkı’nın babası ve akrabalarınca ‘münasip’ görüldüğünü, şairin Ziya Osman Saba’ya gönderdiği 29 Kasım 1942 günlü mektubundaki satırlardan anlıyoruz:

“…Sana bir pseudo[6] müjde de verebilirim. Pek sevdiğim babam, geçenlerde aldığım bir mektubunda, beni evlendirmek istediğinden, tab’ıma[7] ve mizacıma uygun bir kız bulduğundan gayet müşfik ve benim tadabileceğim, beni minnettar bırakacak bir lisanla bahsediyordu. Şâd oldum[8], Ziyacığım, dehşetli hoşuma gitti. Ben babamı çok ama çok severim, bilhassa insan meziyetlerine hayranımdır. Belki onun beni sevmediğine değil, ama beğenmediğine emindim. Belki gene beğenmez, fakat bu kadar şahsî bir saadetle alâkadar olması hakikaten beni mest edecek kadar güzel. Bulduğu, beni ona münasip gördüğü kız, Diyarbakırlı olup yirmi üç yaşında ve Erenköy Kız Lisesi mezunu bir bayandır, üstelik edebiyat ve bilhassa şiir meraklısı ve hakikaten benim de hoşuma giden, apprecier[9] ettiğim bir genç kızdır. Fakat bakalım benden hoşlanıyor mu? İşte asıl mesele, büyük ve terletici istifham burada? İşte bu mesut evlenme işi tahakkuk ettiği taktirde, bekârlık belası bir sürü kötü – kötü demeye dilim varmıyor ya! – itiyada esaslı ve katî surette ‘paydos!’ demek icap edecek. Rüyalarıma girmemiş, girememiş bir saadet uğruna – hem de öylesine bir saadet! – elbette ki dünyanın en akıllı, uslu kocası olmaya amadeyim.” (Ziya’ya Mektuplar, s.184-185)

Gene Ziya Osman Saba’ya yazdığı 14 Aralık günlü mektubuna şöyle girer:

Bizim peder ve valide tarafından yapılan evlenme teklifinin içimde kımıldattığı saadet ümitleri senin gibi bir dostun teşvikiyle büsbütün filizlenmiş bulunuyor. Hele söylediğin gibi ‘benimki’ ile ‘seninki’ hakikaten mektep arkadaşlığı yapmışlarsa bu işe dört elle sarılmak benim için farz olacaktır. Senin yengen olmaya layık bulduğum kızı tâ çocukluktan gayet iyi tanırım. Kız kardeşlerimin de arkadaşıdır. Dört beş sene evvel şiirlerini bana göstermişti, dilimin döndüğü kadar kendisini tenvire çalışmıştım. Hatta 1938’de liseyi bitirdiği zaman, şiirle meşgul olmamı hoş gören ve beni sahiden seven babası, Melek’i (kızın adı), üniversiteye gönderip göndermemekte mütereddit görünüyordu, bu hususta benim de fikrimi sormak centilmenliğini gösterdi. Ben de, madem ki Melek okumayı ve düşünmeyi seviyor, dedim, o halde evde kendi kendine canının istediğini okuması ve bu suretle aynı zamanda iyi bir ev hanımlığına hazırlanması münasiptir. Tesadüfen babası da bu fikre taraftar çıktı. Babası dediğim zat da bizim peder beyin çocukluk arkadaşıdır, çok sevişirler. Elyevm[10] Trabzon’da Ziraat Bankası müdürü bulunmaktadır. Bana öyle geliyor ki ikisi bu meseleyi aralarında konuşmuşlar ve biz çocuklarını şöyle bir yoklamak noktasında mutabık kalmışlardır. Herhalde, belki de muhakkak, Le terrain est favorable[11]. Fakat her şeyden evvel, Melek Hanım yengenle bu meseleyi bizzat konuşmalıyım. Bana karşı bir sempatisi olabilir. Ama kâfi değil. Beni olduğum gibi, kusurlarım ve meziyetlerimle – varsa eğer – kabul etmesi icap eder. Il faut se donner tout entier l’un a l’autre.[12] Hasılı bütün mesele gönüllerin mutabakatına inhisar etmektedir. Şimdilik hayırlısı olsun demekten başka bir şey gelmeyecek elimden. Böyle hem ailemin beğendiği, hem Ziyacığımın münasip gördüğü, hem de benim gizli gizli arzuladığım bir kız her zaman bulunmaz. Bu fırsatın ehemmiyetini müdrikim. Zaten, hayatın her safhası gibi, evlenmeyi de zengin bir şiir tecrübesi olarak görmekteyim. Ne taze, ne duyulmamış, işitilmemiş şiirler yazacağımı şimdiden hazla düşünmekteyim.

Karımdır o benim, gerçek,
Merdivende ışık tutan.
Başımı koruyan melek,
Cümle kazadan beladan.

gibi mısraların bakir hazinesine kırk haramilerin en küçüğündeki hayret ve safiyetle ve çılgıncasına dalacağım.” (Ziya’ya Mektuplar, s.189-190)

1943 yılı ilk ayının 6. Günü yazdığı mektubunda İstanbul’a yaptığı 2 günlük kaçak ziyaretin ayrıntılarını anlatır Cahit Sıtkı. Yazdıklarının bir bölümü gene Melek Hanım ile ilgilidir:

Ertesi gün, Kadıköy’deki yengeme, sonra da Suadiye’ye, Vefiklere uğradım. Akşam saat beşte çaya davetliydim, aile arasında bir çay. Bil bakayım kim vardı o çayda? Mon ange gardien y régnait en souveraine.[13] Orada olacağını esasen biliyordum. Onu görür görmez içimde baygınlığa, sarhoşluğa benzer bir şeyler hissettim. Gülüşerek karşılaştık. Çayımı elime getirip vermeyi ihmal etmedi. Pastaları da onun elinden yedim. Sade giyinmişti, tam benim istediğim gibi. Dört beş sene evvel balık etindeydi. Şimdiyse tam zarif bir bayancık olmuştu. Hali, etvarı, konuşuşu, ciddiyetten hız alan serbestliği, hele benimle göze çarpacak derecede alâkadar oluşu beni mest etti. Sen olsaydın, muhakkak Cahit uçmak üzeredir derdin. Uçtu uçtu Cahit uçtu… Şiirlerinden okudu, okumuş olduğu kitaplardan bahsetti, benden şiir dinledi, üşenmeden birkaçını yazdı. Hasılı beni hoşnut etmek için ne mümkünse yaptı. Birkaç defa uzun uzun, tatlı tatlı bakıştık. Bir sırasını getirip günün züppe kızlarından hoşlanmadığını, ev işlerini ve edebiyatı hepsine tercih ettiğini… ilh. Söyledi. Nesirlerinden de okudu, hem de ezbere. Sana hoşuma giden bir cümlesini yazayım: ‘O kadar i,çimdesin ki sana sen değil ben diyeceğim geliyor!’ Bir münasebetini düşürüp adresimi yazmasını temin ettim; kendisininki bence malum. Akrabaların hepsi bizi birbirimiz için yaratılmış telakki ettiklerini gizli imalarla anlatmaktan fârig[14] olmadı. Şâd oldum o gece vesselam. “Ümitler içindeyim!’ Tıpkı senin gibi Ziyacığım. (…)

Melek Hanım yengen namına çok teşekkürler. O kıtanın yeni kadınlara gebe olduğunu müjdeliyebilirim. Melek Hanım için bütün endişelerin lüzumsuzdur. Ben, kadın bahsinde iştahlarını tatmin etmiş yakışıklı, Don Juan bir sanatkâr değilim ki, tabirin veçhile, ondan şiir özünü aldıktan sonra onu yüzüstü bırakayım. İstiyorum, temenni ediyorum ki, o beni devamlı ve bereketli ilham kaynağım olsun. Bu kabiliyette olduğuna kanaat da getirdim. Sonra nihayet şiir bir tesellidir, saadetin nakaratıdır, bir şükran nağmesidir, hasılı hayat a la puissance x’tir.[15] Melek Hanım yengenden her hususta memnun kalacağına seni temin edebilirim. Varlık’a göndermek üzere iki şiirini aldım, ama kötü şeyler. Bilmem ki ne yapmalı? Acaba nerede neşredebiliriz?” (Ziya’ya Mektuplar, a.g.k., s.194-196)

1943 yılı Ocak ayının 20. Günü yazdığı mektupta da Melek Hanımdan söz etmeden geçmez Cahit Sıtkı Tarancı:

Ben şimdi burada, İstanbul’dan dönüşümden beri, zihnen hep Melek Hanım yengenle meşgulüm. Bütün bonne humeur’üm[16] onun eseridir. Başımı koruyan melek olacağına artık tamamıyla kanaat getirmiş bulunuyorum. Bir kartını aldım. Cevabı derhal yazıldı. İçim içime sığmıyor tabirini sevinçli bir salâhiyetle kullanabilirim. Şu Cahit Sıtkı da biraz mesut olmalı değil mi? Bir şiirini Yaşar’a gönderdim ve çıkmasını arzu ettiğimi lisan-i halle anlattım. Yaşar’ın, beni kırmayacağını umuyorum.” (Ziya’ya Mektuplar, s.198)

12 Şubat 1943 günlü mektubunda Melek Hanım’la birlikte Paris’e gitmeyi hayal eder:

Gördüğün filmleri sayıp dökmekle beni adeta kastî bir şekilde imrendiriyorsun. Hayırlısıyla bir terhis olayım, bir sulh olsun, yengen olacak Melek Hanım’ı koluma takıp Paris’i boylayayım ve oradan sana ağzının suyunu akıtacak mektuplar göndereyim!(…)

“Terhisten sonra kitap çıkarmak niyetindeyim. Şimdilik üstünde durduğum ve hoşuma giden isim şudur: İnsan Sesi. (…) Kitap, ‘Gün Eksilmesin Penceremden’ şiiriyle başlayacak, ‘Paydos’ şiiriyle bitecek. Anlatabiliyorum değil mi? Hayatımın bir safhası bu suretle kapanacak. Ondan sonra, Melek Hanım’la beraber yaşayacağım hayatın şiirleri yazılacaktır, yani üçüncü kitabın şiirleri.

 …..yeter ki
Gün eksilmesin penceremden.

Yahut başka bir tabirle, yeter ki can sağlığı olsun.

Yaşar[17], melek Hanım’ın şiirini bir iki nüsha sonra neşredeceğini yazıyor. Melek Hanım’dan geçen gün mektup da geldi. Şüphesiz hep edebiyat ve şiire dair konuşuyoruz. Aksi halde mektuplaşmamız pek münasebet almaz. Babam da son mektubunda, terhis edilmemi beklediğini, ancak ondan sonra ciddi bir teşebbüse girişilip Melek Hanım’ın babasından isteneceğini yazmaktadır. Doğru söze ne denir.

Sana Melek hanım’ın bu mektubunda gönderdiği bir kıtayı yazayım:

 İDEAL

Ruhuma ateş saçan bir âleme giderim.
Yolum öyle uzadı ki giderim ulaşamam.
İçim ateşle yanar fakat tutuşmaz derim;
Yolum benim içime, ne yazık ki aşamam.

Eski ifade ve eski kalıplar içinde bir ruhun kanat çırpıntıları duyulmuyor değil. Ama işte, irşat lazım, elinden tutmak lazım, ona rehberlik, hocalık etmek lazım. Beni bu vazifelere layık görüyorsan yengeliğe kabul etmiş demeksindir. Seni utandırmamaya çalışırım.” ” (Ziya’ya Mektuplar, s.202 ve 204)

1943 Mayısının başında yazdığı mektupta, “…terhisimiz geldiği takdirde, sivil hayatta da hazırlanmış saraylar ve cariyeler beni beklemiyor. Evvela bir iş tutmak icap edecek, bir meslek sahibi olmak lazım değil mi? (hazin!) Sonra, sıraya girmiş, eli ekmek tutar bir insan sıfat ve imtiyazlarını iktisap eder etmez, valide hanımı, Melek Hanım ailesi nezdinde görücü göndermek lazım.” Diye yazan Tarancı, aynı ayın sonunda, içkiyle giriştiği savaşımı anlatır:

Rakıya karşı mücadelem tedricî surette bile olsa normal gelişme seyrini takip etmektedir. Mesela dört akşamdır ki rakının damlasını ağzıma koymadım. Ve bu böyle, yani fasılalarla içme bir itiyat haline gelecektir. Hatta Melek Hanım yengenin muhabbetli ve yakın müdahalesine bile lüzum kalmadan bu tiryakilikten kendimi terhis edeceğim ve terhis tezkeremi de sana tasdik ettireceğim.” (Ziya’ya Mektuplar, s.206 ve 209)

Ne var, Melek Hanım için rakı tiryakiliğini tedavi etme çabası gösteren Tarancı, 18 Temmuz 1943 günlü mektubunda yeni bir aşk yaşadığını iletir Ziya Osman Saba’ya:

Ben de aşk başlangıcı tatlı bir ruh halet içindeyim. Ahmet Necati’nin şiirinde olduğu gibi istasyonlarda, vapur iskelelerinde dolaşıyorum. Şimdi esmer bir sevgilim var Ziyacığım, bizim Ilıca’ya bir saat mesafede bulunan Güre köyünden, Ilıca’daki hamamı işleten adamın torunu, on yedi yaşlarında var yok. Onsuz edemiyorum desem yalan değil. Onu gördüğüm zaman, onunla konuşurken, bana gülümsediği vakitler mesut olduğumu idrak ediyorum. Daha ancak öpüşebildik. Fakat bilsen hayatımı nasıl dolduruyor! Köylü kızı deyip geçme. Öyle tatlı bir konuşması, hele öyle cana can katan bir gülüşü var ki! (…)

 Bazı akşamlar beraber dolaşırken küçücük kulaklarına fısıldayacağım geliyor:

 Princesse, nommez-moi berger de vos sourir[18]

 Kendisi için yazdığım şiiri okuduğum zaman gülerek: ‘Sahi mi?’ dedi. ‘Bütün bunlar hep benim şerefime mi?’ Dudaklarına asılarak belim gelircesine evet dedim. Şiir şu:

Bu meltemli geceler,
Su sesi, ay ışığı,
Uzayan türküleri
Cırcırböceklerinin,
Bu cümbüş, bu muhabbet,
Bu tatlı uykusuzluk, Hep senin şerefine,
Esmer güzeli yarim.

 Dedesiyle birkaç gece rakı içtik, o bize hizmet etti. Bir insan hayatında kadın ne mühim ihtiyaçtır! Kokusuyla, rüzgârıyla, konuşmasıyla, hareketleriyle insanın öyle gizli taraflarına hitap ediyor ki! İnsan adeta daha ferah nefes alıyor. Sevdiklerimiz camlar arkasında bulunmalı, yanımızda, kolumuzda, göğsümüzde, soframızda, koynumuzda olmalıdır. Istırap şiirleri kadar saadet şiirleri de yazabiliriz, yeter ki mesut olduğumuzu idrak edelim. (…) Esmer güzeli yarim için yazdığım ve henüz kendisine okumadığım ‘Misafir’ isimli şiirimi de aklımdayken yazıvereyim:

Bir gece misafirim olsan yeter,
Dolar odama lavanta kokusu;
Soğur sevincinden sürahide su.
Ay pencerede durup durup güler.

Havva kızlarının en dilberini
Görsün diye aya karşı soyunsan!
Okşasam, öpsem, koklasam bir zaman,
Vücudunun ürperen her yerini.

Teneffüs eder gibi seviştikçe,
Doğacak çocuğum aklıma gelir;
Şiir söylerim saadete dair,
Odama misafir olduğun gece.

 (…) artık terhisten ümit kestik. (…) Esmer güzeli yarim de bazen présence’ı[19] ile, bazen de hayaliyle gecelerimde saltanat sürdürmektedir! Melek Hanım’a hıyanet ettiğimi düşünmemelisin. Bu nasılsa bir gönül eğlencesidir. Ama kimbilir! En ani ve en güzel kararlar kalpten çıkmaz mı? (…) Saat da epey ilerledi. Yatmak lazım. Oktay gibi mırıldanıyorum (esmer güzeli yârimi düşünerek):

 Sensiz döşeklerde yatamıyorum.

(Ziya’ya Mektuplar, s.216-217 ve 220-221)

3 Eylül 1943 günlü mektuptan:

Rakı içmediğim ve esmer güzeli yârim köye çıktığı geceler eve yahut eşe dosta mektup yazmakla vakit geçiriyorum. (…) Karanlık ve kasvetli günlerimi aydınlatmak ve ferahlatmak hususunda esmer güzeli yarimin hizmetini de unutmayacağım. Bir körpe ve mütecessis bakıştan bir mahcup ve samimi gülümsemeden, bir ürkek ve raks eder gibi yürüyüşten ve ruhuma hitap eden bir ses ihtizazından ibaret olan o katıksız dilber, böğürtlen lezzetinde olan dudaklarını dudaklarıma teslim etmeseydi bile sadece sa présence favorable[20] ile, farkında olmadan, beni o kadar şâd etmiştir ki, ona minnet ve şükran makamında, layık olduğu şiiri henüz yazamadığım için utandığımı söylersem beni anlayacağını umuyorum. Ben bu kıza âşık mıyım? Bugün için muhakkak, onu göremediğim günler Mecnun’un bütün hasretlerini birden duyuyorum. (…)

Sen bu şeker kızı zafer bayramı günü görmeliydin Ziyacığım! Saçlarını yaptırmış ve avec des riens[21] o kadar sade ve zarif olarak giyinmiş kuşanmıştı ki görür görmez gözlerim kamaştı, resmi geçidi unutup gün içinde gün olan sevgilimi doya doya seyre daldım; bakışlarımız karşılaştıkça, pardon kucaklaştıkça, sahici bir sarmaş dolaşın tatlı heyecanları ve ürpermeleriyle sarsılıyordum. Mesuttum mesut! Böyle anların şiirini yazmaya bir ömür kifayet etmez. İpek göleklerimi, elbiselerimi, kravatlarımı tabii ona ütületiyorum. Gündüz ve gece havaya, teneffüs ettiğim havaya hükmeden onun kokusudur. Saçının her teli için şiir yazmak isterdim! Bu kızda ne var ki Cahit; bu kadar, bu kadar meşgul edebiliyor diyeceksin. Fevkalâde hiçbir şey yok. Zaitleri ve nakıslarıyla sadece bir genç kız, hem de köylü, ama görgülü cinsinden. Kimbilir, belki de burada ne kadar sıkıldığımı sezmiş de, bir iyilik yapmak, bir sevap işlemiş olmak için beni avutmayı kendine vazife ve haz edinmiştir.! Ve muhakkak, her genç kız gibi, evlenmek hayalleri de vardır ve belki de bu hayalleri ararsına ben de, herhalde farkında olmadığım bir sempatik sözüm veya jestimle karışıvermişim!.. Tout est possible.[22] Ona baktıkça ferahlıyorum. Bazen, yaşamak böyle bir sevgiliyle karşılıklı gülümsemekten ibaret sanıyorum. ‘Sen bir tarafa, dünya bir tarafa’ diye bir şiire başlayacağım geliyor. Sözün doğrusu, benimle evlenmek istediğini gerek ninesinin, gerekse halasının imalarından anlıyorum. Yarın da köye, halasının bahçesine davetliyim. Tabii o hizmet edecek.

Beni şâd etmeye yeter
Elinden içtiğim şerbet.

 diyeceğim. (…)

Sevgilim her gece köyünde. Şimdi, mucize kabilinden, kapıyı açıp içeri girse, derhal senden müsaa de alır, onu kucakladığım gibi annemin elinden çıkmış yatağımın en yumuşak yerine oturtarak önünde diz çöker, ibadete başlardım.

Ben hiçbir şey duymadan, ben yalnız seviyorum!

Ve nasılsa ‘Bütün saadetler mümkündür’ diyorsun.” (Ziya’ya Mektuplar, s.221-223 ve 225)

Sonuçta: Melek Tigrel, Muammer Öktem ile evlenir.

Akrostiş” şiirindeki (Dizelerin ilk harfleri yukarıdan aşağı sıralandığında eldelenen) Vedia[23] kimdir? Yanıtını bulamadım.

Var olan bir sen, bir ben, bir de bu bahar.
Elden ne gelir ki? Güzelsin, gençliğin var.
Dünyada aşkımız ölüm gibi mukadder,
İnan ki bir daha geri gelmez bu günler.
Âlemde bir andır bize dost esen rüzgâr

Cahit Sıtkı, babasına ve de sevgisine karşılık bulamadığı kadınlara kırgındır. 1947 yılında yayımlanan “Gariplik” adlı şiirinin ilk dörtlüğü şöyledir:

Babam kırdı beni ilkönce babam
Dosttan gördüm kahrın daniskasını
Nankör çıktı iyilik ettiğim adam
Sevdiğim kız da savdı sırasını

Çok sevdiği kadınlarla kalıcı bir ilişki kuramayan, sevdiği kızların birer birer sıralarını savdığı Cahit Sıtkı’nin içkiye başlamasının nedenlerinden biri bu durumdur. Dolayısıyla, kadınlara bakışı da olumsuzdur.

Eşi olacak Cavidan Tınaz ile tanışınca yaşamı bir süre olsa bile değişir. Cavidan Hanım, kendi deyişiyle “tek ve şahane iptilâ”sıdır tanıştıktan sonra. Bütün mutluluğunu Cavidan Hanıma borçlu olduğunu söyler. Bir mektubunda, “iradem, sağduyum, sabrım, hepsi aşkımın emrindedir” der. Cavidan Hanımla evlenebilmek için içkiyi bırakırsa da, evliliğin gerçekleşmesinin üstünden çok geçmeden yeniden başlar. Aşkının emrindeki iradesi, sağduyusu yeniden içkinin buyruğu altına girer.

Ziya Osman Saba’ya kulak verelim:

“… Cahit bu sefer görevli bulunduğu Vekalet’te bir bayana âşıktı. Hoş, bunu o zaman birbiri arkasına aşk şiirleri de haber veriyordu ya!.. İçimden, ‘Cahit, yeni bir şiir kaynağı buldu’ diyordum. Ama bu aşk, öyle birkaç şiir vesilesi, gönül eğlencesi olacağa benzemiyor; iş, bilinen deyimiyle, ‘kızı babasından istemeye’ kadar varıyor, bu işte de, hep Ankara’ya gidip gelenlerden işitegeldiğim ve bir yandan da yeni şiirlere vesile olmaktan geri kalmadığını gördüğüm türlü zorluklar çıkıyor; Cahit, bu zorluklar içinde sevgilisine kavuşmak için çırpınırken, muhakkak yalnız yazdığı şiirlerle avunabiliyor, nihayet bir davetiye, ‘Kızımız Cavidan Tınaz’la oğlumuz Cahit Sıtkı Tarancı’nın 4 Temmuz 1951 Çarşamba günü, Ankara Halkevi’nde yapılacak nikâh törenlerine şeref vermenizi rica eder’ken bütün bu zorlukların da yenilmiş olduğunu bildirmiş oluyor ve şiir bu zaferi,

Aşk ile koca dağları düz ettim
Avladım sonunda o civan kekliği

Mısralarıyla kutluyordu.

Artık, yeni evli Cahit – hep bana anlattıklarına göre – hanımının hayırlı tesiri ve nüfuzuyla rakıyı bırakmış veya çok azaltmış, o yol kesici meyhanelerin önünden cesaretle geçerek, evine, karısına bir an önce kavuşmaya bakıyordu. Artık, yeni evli Cahit – hep şiirlerine göre – mazbut bir ev erkeği olmaya gayret ediyor, bugün Düşten Güzel’deki bu şiirlerin hemen hepsi de herhalde bundan, tam bir biçim kaygısıyla yazılmış oluyordu.” (Ziya’ya Mektuplar, s.38-39)

Mehmed Kemal, “Çalışma Bakanlığında genç bir kıza âşık oldu. Aşk şiirleri yazması bu sıradadır” der ve ekler:

“‘Düşten Güzel’ adlı şiir kitabı, evlenmeyle biten aşkına dairdir. (…)

Evlendi. Bir süre de evliliğin sarhoşluk yeliyle oyalandı. Aşk, kadın meseleleri ile başı pek hoş değildi. Sevmişse de aşkları hep platonik olmuştur. Gençlik çapkınlıklarımızın içine girmezdi. Bir kadının ardından yatmacasına koştuğunu hatırlamıyorum. Evliliğidir ki, Cahit’in kadın yanını doldurmuştur. Evlendikten sonra uzun süre görünmeyişini buna yorumlardık. Çalıştığım gazetenin bürosu Kızılay’daydı. Arada bir gelmeye başladı. Bir şişe votka alırdım, içerdi. Öğleye doğru da, yemek için doğru eve… Gündüzcülüğe başlamıştı. Yakınları gündüz de içiyor diye yakınırlardı. Çok önlemek istediler. Önleyemediler.” (Mehmed Kemal: a.g.k., s.20)

“Adaş”ı Cahit Külebi, yukarıda anılan Sanat Olayı’ndaki yazısında Cahit Sıtkı’nın evlenme öyküsünü ‘hazin’ diye niteler ve tövbe ettiği içkiye yeniden başlayışına tanıklık ettiğini anlatır:

“Cahit’in evlenme öyküsü hazindi. Bir bayana vurgun. Evlenmek istiyor. Ne var ki, kızın babası da vezinsiz şiirler yazan, bu nedenle de ‘solcu’ (!) olması gereken birine kız vermek istemiyor. Ataç’ın yardımıyla o sıradaki Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Emniyet Genel Müdürü Halûk Nihat Pepeyi’den Cahit’in solcu’ olmadığını açıklamasını rica ediyor. Kızın babasına haber veriliyor. Adam gelmiyor, ‘Gelsin, söylesinler’ yanıtını gönderiyor. Emniyet Genel Müdürü ise, ‘Ben adamın ayağına nasıl giderim’ diye gitmemekte direniyor. Sonunda işi hallettiler. Cahit evlendi. İçkiye tövbe etti.

Bir cumartesi, o gençlik günlerinde son mekanımız olan Buket’in bahçesinde oturuyordum. Baktım, Cahit geliyor. Masaya oturdu. Bir kadeh içti. Bir de 35’lik Yeni Rakı getirtti. Her zamanki alışkanlığınca, hesap pusulasını özenle imzaladı. Gitti. Haftada bir içecekmiş.”

Tarancı, içkiye İstanbul’da başlamış ailesi karşı çıkınca Ankara’ya göç etmiştir. Salâh Birsel, Cahit Sıtkı’yı İstanbul’daki Ankara Pastahanesinde tanır. Birsel’in anlatımıyla, “1940’larda Petrograd Pastanesi’nin adı Ankara Pastanesi’dir. Daha sonraki yıllarda sandviç gibi yiyintiler üzerine iş yapacak ve Atlantik adını alacak olan pastane, Saray Sineması’nın karşı sırasında Nisuaz’ın üç dört dükkân üstündedir.”

Dönemin sanatçıları bu pastaneye gelir giderler. Burada buluşurlar.

 Cahit, Paris’ten yeni dönmüştür. Birsel’in Servetifünun dergisinde yayınlanan ‘İflas’ adlı şiirini okuduğu için de ikisinin arasında bir yakınlık parlamıştır. Sabahattin Kudret’in Cahit’le tanışması da aşağı yukarı o yıllardadır. Ama Sabahattin onu ilk 1938 yılında Beşiktaş’ta Kilise Meydanında bir meyhanede görür. O gün Cahit’in Cumhuriyet gazetesinde “Papatya” adında bir öyküsü çıkmıştır. Üstünde gri renkte bir pardesü vardır. Yakasında da bir papatya. Nedir, Sabahattin onu uzaktan görecek, yanına yaklaşmayı göze almayacaktır. Çünkü o yıllarda ozanların kendisinden büyük, kendinden önce üne erişmiş ozanlara duydukları sevgi ve saygı daha yitirilmemiştir. Sabahattin, Cahit’e karşı duyduğu bu sevgiyi iki yıl sonra, onu üç saat için Abanoz Sokağında bir eve kapatmakla daha iyi gösterecektir. İkindi sularıdır. Sabahattin, Beyoğlu Caddesi’nde Cahit’e rastlar. O gün sabahtan içmeye başladığı için Cahit’in ayakta duracak hali yoktur. Sabahattin koluna girer. Cahit sarhoş olduğu vakitler, arkadaşlarının kollarını çimdiklediği için bu alışkanlığını Sabahattin’den de esirgemez. Sabahattin’in ise önemli bir işi vardır. Ne yapsın? Tutar, Cahit’i Abanoz Sokağı’na götürür. Orada ona bir oda açtırır: ‘Yatsın şimdilik burada’ der. İşi bittikten sonra da gelir, onu oradan çıkartır. Kendini az buçuk bilmeye başlamış olan Cahit’i alır, Beşiktaş’taki evine götürür.” (Salâh Birsel: Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, Sel, 2013, s.111-115)

Bu konuda bir öykü de Reşid İskenderoğlu’ndan:

“Tepebaşı Tiyatrosundan çıktıktan sonra Taksim’e doğru arkadaşlarla beraber yürürken İstiklâl Caddesinde tam Galatasaray Lisesi’nin önünde Cahit’e rastladım, sallanıyordu, daha doğrusu sağa sola yalpalıyordu, yanında kendisinden daha boylu bir zat vardı. Yanına yaklaştım ve:

— Hayrola teyze oğlu, bu saatte nereye böyle? diye sordum.

— Üstatla tatlı bir demlenme zevkinde idik. Üstat, haydi çıkalım İstiklal Caddesi kaldırımına. Üç defa nara atıp dönelim dedi. Bu keyfi yerine getirmeye geldik dedi.

Sonra Üstat dediği zatı sordum. Meşhur Şair Necip Fazıl diye cevapladı.” (Reşid İskenderoğlu, a.g.k., s.16)

Ziya Osman Saba yakın dostu Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölümünden sonra kaleme aldığı “Cahit’le Günlerimiz” yazılarında içki konusuna da değinir.

“İçki bahsine dokunmuşken, Cahit’in, rakıyı ve daha başka şeyleri, kendi sözüyle ‘hayatı daha kesif yaşamak’ için, hep şiir adına ve uğruna içtiğine işaret edeyim. Hatta bie ara çektiğini de: bana, matmazel Blanche’ı tanıyıp tanımadığımı sormamış mıydı? Sonra da saflığıma gülmemiş miydi? Bereket versin ki, Cahit, netameli matmazelle şöyle bir tanışmakla kaldı.” (Ziya’ya Mektuplar, s.18)

Tarancı 1932 yılı Kasım ayının 12. Günü kız kardeşi Nihal’e yazdığı mektubunda herkesin kendinden söz ettiğini coşkuyla duyurur:

Bugünlerde çok keyifli olduğumu belki biliyorsun. Bu keyfime sebep hakkımda yazılan yazılardır. İstanbul’un edebiyatla meşgul olan her ferdi benimle meşgul, herkes benden bahsediyor… Kimi görsem ‘yahu filankes seni soruyor, şiirini çok beğeniyormuş’ yahut da ‘Filankes seni görmek ve seninle tanışmak istiyor’. Bu kabil sözler. Herkes tarafından aranılmak, sorulmak çok hoş bir şey… Edebiyat âleminde ağabeyin için yapılan bu tezahürat seni de çok sevindiriyor değil mi?” (Evime ve Nihal’e Mektuplar, a.g.k., s.48)

Sonraki mektuplarında da tanınmasıyla ilgili olarak haberler ilettiği görülür. Gene, İnci Enginün’ün hazırladığı kitaptan:

Tuttuğum yoldaki muvaffakiyet basamağının üstüne çıkabilmek için daha epey uzun bir zaman lâzım… Vâkıa şimdilik oldukça tanındım… Yazılarımı beğeneler çok… Hem bu beğenenler de Peyami Safa gibi sahib-i salahiyetdardırlar.

Gazetelerde artık benden bahsedildiğini görürsen şaşma… Bana sual soranlar, fotoğrafımı isteyenler bile oldu… Bu muvaffakiyeti devam ettireceğimi ümit ediyorum. Hem bunlar daha hiç mesabesindedir. Geçen mektubumda yazdığım gibi gözüm çok uzaklarda, çok yükseklerde...” (s.50)

Sana Haber gazetesinde intişar eden bir yazıyı gönderiyorum. Bu gazetenin edebî muharriri bana bir mektup göndermiş. Beni tebrik ediyordu… Bana birkaç sual soruyor ve cevap göndermemi rica ediyordu. Ayrıca bir de fotoğrafımı istiyorlardı. Tabiî nezaket icabı sorduğu suallere cevap verdim ve fotoğraf da gönderdim. Haber Diyarbakır’a belki de gelmiyordur. Bunu düşünerek gazeteden kesip sana gönderiyorum..” (s.54)

Kitabımın müsveddelerini hazırladım ve dün matbaaya verdim… Bir buçuk aya kadar çıkacağını ümit ediyorum; küçücük bir kitap içinde yirmi beş şiir olacak..” (s.55-56)

Sana bir müjde vereyim Nihal Abla, kitabım çıktı.. Hayırlısı. İlk işim size göndermek olacak… Beni beğenenler çok Nihal Abla… Memleketin en tanınmış edibleri yazılarımı çok beğeniyorlar… Hele hiç bir şey beğenmeyen ve çok titiz olan Ahmet Haşim bile bana: ‘Bravo’ diyor. Sevincime payan yok… Kitap çıkalı üç dört gün olduğu halde epey satıldı… Hele tenkitler de yazıldıktan sonra daha fazla satılacağına eminim…” (s.61/6 Mayıs 1933 günlü mektuptan.)

İlk yayınlanan kitabının adı “Ömrümde Sükût”tur:

Ömrümde Sükût”un yayımlanma öyküsü de ilginçtir. Tarancı ‘evine ve Nihal’e’ yazdığı 5 Kasım 1933 günlü mektubunda anlatır:

Hemen her muharrir, her şair ilk eserini kendi parasıyla bastırır… ve eğer kıymeti varsa ve takdir edilirse ikinci eserini tâbi satın alır…

Benim kitabım çıkmadan evvel benden oldukça bahsedildiği için bir tâbi kitabımı basmağa razı oldu… Yalnız satılıp satılmayacağından pek emin olamadığı için – çünkü ne de olsa şiir kitabıdır — bana bir şey veremeyeceğini söyledi. Ben de kitabım ortaya çıksın diye razı oldum… Bu kadar gençler ilk kitaplarını paralarıyla bastırdıkları halde benim bu muvaffakiyetim bir mazhariyettir. İşte bunun için kitapçı bana bana şimdilik on kitap verdi. Kitaplar biraz satıldıktan sonra on tane daha verebileceğini söyledi. Şimdilik hepinize ithaf ederek bir kitap gönderiyorum. (…) hayırlısıyla tatilde Diyarbakır’a geldiğimde o on taneyi de beraberime alır ve her birinize birer tane hediye etmek fırsatına nail olurum.” (s.62-63)

Reşid İskenderoğlu, “Cahit Sıtkı Tarancı ile Anılar” kitabında, “Neden sonra Türkiye onu Peyami Safa’nın Cumhuriyet Gazetesi’ndeki bir tam sayfayı dolduran yazısıyla tanıdı. Peyami Safa ondan geleceğin büyük Türk şairi Cahit Sıtkı Tarancı diye bahsediyor ve birkaç şiirinin de incelemesini yapıyordu.” der. (Betül Altınbaşak: a.g.y.)

Gene İskenderoğlu, Peyami Safa’nın yazısı yayınlandıktan sonra kendisini ziyarete gelen bir genç kadınla görüştüklerini ve bu görüşmeyi aktardığı Cahit Sıtkı’nın tepkisini getirir:

“Ben o sırada Şişli Sıhhat Yurdu hastanesinde apandisitten ameliyat olmam dolayısile yatıyordum. Okuldan bir kız arkadaşım E.H. ziyaretime gelmişti. Elinde bir Cumhuriyet gazetesi vardı. Hatır sorma faslından sonra:

— Sen genç şairleri takip ediyorsun. Belki bunu da tanırsın bak, Peyami Safa çok beğenmiş. Biz de evde okuduk ağabeylerimle birlikte çok beğendik, al oku dedi ve gazeteyi bana uzattı. Okuduktan sonra:

— Tanışmak ister misin? diye sordum. Cevaben,

— Şiirleri kadar güzel midir? Sonra hayal kırıklığına uğramıyayım. Zira Orhan Seyfi’yi şiirlerinden çok beğenir öyle hayal ederdim. Bir gün Büyükada’da bir aile toplantısında beni tanıştırdılar. Gayri ihtiyarî, AA diye hayretimi ifade edince, şair gülerek bana:

— Hanım kızım galiba inkisar-ı hayale uğradı demişti. Ben bu konuşmayı Cahid’e aktardım. O da kahkahalarla gülerek ‘öyle ise onu güzel hayaliyle baş başa bırak, tanıştırmadan vazgeç. Zira insan hayal ettiği müddetçe yaşar’ dedi.” (Reşid İskenderoğlu: a.g.k., s.4)

Peyami Safa, ilki 5 Kasım 1932, ikincisi 10 Kasım 1932 günlü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan köşeyazılarında Cahit Sıtkı’nın kendisine gönderdiği şiirleri yorumlar. Cahit Sıtkı’yı “İstikbâlin Abdülhâk Hamid’i” olarak yaftalar. Cahit Sıtkı o sırada 22 yaşında ve Mülkiye öğrencisidir. Reşid İskenderoğlu, “Üstadla, Cahit Sıtkı arasında çok samimi ve sıkı bir dostluk doğdu. Ve ölümünün az öncesine kadar devam etti. O kadar ki Peyami Safa’nın evlendiği gece, onun mutluluğuna katılan Cahit, içkiyi fazla kaçırınca rahatsızlandı. Gecikmiş bir evlilik yapan Üstat Peyami Safa, bir dost ve ağabey anlayışı ile o zifaf gecesi, şairi kendi evinde misafir etmek âlicenaplığını da göstermiştir” yazar kitabında. (s.6)

Cahit Sıtkı Tarancı, 1942 yılı sonunda ya 1943 yılı başında kaçak olarak 2 günlüğüne İstanbul’a gelir. Bu iki gün içinde İstanbul’da yaşadıklarını Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektupta anlatırken der ki:

“… Gecenin geriye kalan kısmını, Peyami, Vecdi Bürün ve Celal Sılay’la aynı meyhanenin[24] üst katında geçirdim. Peyami’yle hafif tertip kavga ettik. Galiba Peyami’yle dostluğumuz nihayet bulmak üzeredir. Bana beyan-i taziyet edebilirsin.” (Ziya’ya Mektuplar, a.g.k., s.194)

On dört gün sonra gene Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektupta dostluğu sona erdiren kavganın nedenini açıklar:

Peyami Safa’yla kavgamızın sebebi onun koyu faşist olması, benimse Demokrasiler tarafını iltizam etmemdir. Şüphesiz sonra gene öpüştük, birbirimize kırılmadığımızı ihsas etmek istedik ama, eski dostluğun yerinde yeller estiğini tahmin edebilirsin. Zaten Peyami’nin, dostluklarında pek sebatkâr olmadığını Samim ve Necip misalleriyle sen de benim kadar bilirsin. Islâh-ı nefs eylemesi için duacı olduğumu söylemekle iktifa edeceğim.” (Ziya’ya Mektuplar, a.g.k., s.197)

Peyami Safa, Cahit Sıtkı’nın ölümünden sonra yazdığı 3 köşeyazısının ilkinde anlatır:

“Onu yirmi beş sene evvel tanıdım. Galatasaray’da okuyordu. Cumhuriyet’te yazıyordum. Bana bir mektup ve bir kaç şiir gönderdi. Daha evvel aynı şiirleri bir mektupla Nurullah Atâ (Ataç) beye yollamış. Arkadaşımız ona şiirde hiçbir istidâdı olmadığını bildirmiş ve bundan vazgeçmesini tavsiye etmiş. Beğenilmeyen şiirleri dikkatle okudum. Aralarında ‘Gece Bir Neticedir’ gibi, bir çok mısraları hâlâ içimde kalan birkaç harikulâde güzel manzume vardı. Şâiri gazeteye çağırdım. İlk şiirlerini o tarihte çıkardığım Kültür Haftası adındaki mecmuamda neşrettim. Onları ‘Ömrümde Sükût’ adını verdiği bir kitapta toplamasına ve eserin basılmasına delâlet ettim. Bu kitabı için Cumhuriyet’te iki makale yazdım ve daha sonra tanınması için her şeyi yaptım.” (Peyami Safa: “Câhit Sıtkı Tarancı”, Milliyet, 15 Ekim 1956)

Cahit Sıtkı’ya, kendisine gönderdiği şiirlerini kitaplaştırmasını öneren de Peyami Safa’dır. Önermekle kalmaz, kitabının Semih Lütfi Kitabevi’nce yayımlanmasını da sağlar. Şiirler “Ömrümde Sükût” adıyla 1933 yılında yayımlanır. Kitap “Büyük dostum Peyami Safa’ya” adanmıştır.

Cahit Sıtkı 1940 yılında “Peyami Safa/Hayatı ve Eserleri” kitabını yazar ve yayımlar.

Peyami Safa önceki satırlarda anılan yazısını şöyle sürdürür:

“Aramızda, geceli, gündüzlü, on beş yıl sürmüş bir dostluk vardır. O tarihlerde beni onsuz, onu da bensiz görmek zordu. Sonra Ankara’ya gitti ve ‘Otuz Beş Yaş’ şiirinde şu mısraları söyledi:

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir
Gittikçe artıyor yalnızlığımı

Kendini içkiye verdi. Bunu mâzur görmek için, hangi mel’ûn kaderin onu ayyaşlığa ve nihayet bu tüyler ürpertici âkıbete mahkûm ettiğini bilmek lâzımdır. (…)

Ah Câhit’çiğim, Câhit’çiğim… Tıkanıyorum. Bâzı hislerin kaderi her türlü ifâde şansından mahrum olmaktır. Bilirsin. Burada keseyim. Ve belki sen de, artık yazılma imkânlarını aşan hisleri hiçbir şekilde bize nakledemiyeceğin için dilin tutuldu, hareketsiz kaldın ve nihayet öldün. Ölümden bir şeyler umarak.” (Peyami Safa: a.g.y.)

Şair ile yazar arasında 15 yıl süren dostluğun sona ermesinin nedeni, Cahit Sıtkı’nın yazdığı iki şiirdir. Biri “Memleket İsterim” şiiridir. Öteki ise, iki bölümden oluşan bir şiir. İlk bölümü yayımlanmış, ikinci bölümü hiçbir yayın organında yer bulamamıştır. Çünkü, “Bir Şey” adını verdiği şiirin ikinci bölümünde Nâzım Hikmet’in adı geçmektedir. Nâzım Hikmet, o sırada Bursa Cezaevinde yatmaktadır. Cahit Sıtkı şiirini cezaevindeki Nâzım Hikmet’e gönderir.

Peyami Safa, altı gün sonra, “Câhit Sıtkı’nın Solculuğu” başlıklı bir köşeyazısı daha yazar. İki mektup almıştır ve “Her ikisi de ‘Otuzbeş Yaş’ şairinin bir komünist olduğunu belli eden şiirini’ anımsatarak Safa’nın Cahit Sıtkı’nın ‘ölümü üzerine yazdığı fıkranın samimî bir milliyetçilikle nasıl telif edilebileceğini’ sormaktadır.

“Câhit Sıtkı’nın komünizme hasret çeken şirinin son mısraları da şunlar:

Benerji, jokondi varan üç, Bedreddin,
Hey kahbe Felek ne oyunlar ettin:
Bu memleketin en yağız evlâdı Nâzım ağabey
Hapislerde çürür

 Tarihçi arkadaşımız mektubunda ilâve ediyor:

‘Zannımca sizin en talihsiz tarafınız, edebiyatımıza lânse ettiğiniz adamların sizi inkâra uğratmalarıdır. Nâzım Hikmet’i de siz takdim etmiş, hakikî hüviyetini öğrendikten sonra onunla çatışmıştınız.’

***

Cahit Sıtkı’nın ölümüne âit yazımdaki duyguların ve hükümlerin zaman kadrosu onu tanıdığım tarihten sonraki 15 seneyi aşmaz. Sonra Câhit Ankara’ya gittiş ve aramızdaki dostluk, maddî mesâfeye eklenen mânevî bir mesafe içinde sona erdi. Ankara’da bir bodrum meyhânesinde ve Orhan Veli’ler arasında, solcu telkinlerin ve nihayet Orhan Veli’yi de çatlatan ölesiye içkilerin onu da zehirlediğini biliyordum. Yazımdaki ‘mel’ûn kader’ sözlerinin içindeki imâ da bu idi. O yazımda açığa vurmağa dilim varmadı. Bugün saklamıyorum.

***

Cahit Sıtkı mahdut bir lise kültürü içinde kalmış, Galatasaray’dan çıktıktan sonra da Fransızca birkaç edebî kitap ve mecmuadan başka hiçbir şey okumamış, Marxist telkinlerden kurtulacak kadar esaslı bilgilerden mahrum, pasif mîzaçlı bir şâirdi. Hangi raddeye kadar sola kaydığını bilmiyorum. Eğer mâhud şiiri, onun gibi toy anlayış sâhiplerine mahsus romantik bir feveran ânının mahsûlü değilse, vücudundan senelerce evvel idrâkinin ölmüş olmasına iki kat acırım. Fakat Nâzım Hikmet Rusya’ya kaçtıktan sonra, Câhit Sıtkı’nın duymuş olması lâzım gelen utanç ve azab, belki de korkunç hastalığının âmillerinden biridir.

Zavallı Câhit! Moskova hademesi Nâzım Hikmet şimdi hapislerde çürümüyor; Macaristan’da ve Rusya’da, azgın domuz gibi, Türk’ün mezarını kazmağa uğraşan sinsi propagandayı idare ediyor. Asıl sen, talihsiz dost, daha vatanının toprağına girmeden, kalblerimizde çürümek tehlikesi içindesin.” (Peyami Safa: “Câhit Sıtkı’nın Solculuğu”, Milliyet, 21 Ekim 1956)

Peyami Safa, bir ay sonra yayınlanan “Câhit Sıtkı Marxist miydi?” başlıklı üçüncü yazısında, iyice esip yağar. Cahit Sıtkı’yla yetinmez, Nâzım Hikmet’i de sorunun yanıtına dahil eder:

“Câhit Marxist değildi. Fakat bir çok yazılarımda da değindiğim gibi, Türkiye’de, Nâzım Hikmet de dahil, Marxist yoktur. Çünkü Marxizm’i anlamanın hangi esaslı kültür şartlarına bağlı olduğunu da evvelce bir yazımda izâha çalışmıştım. Hiçbir yabancı dili iyi bilmeyen Nâzım Hikmet lirik ve hayâlci bir komünistti. Marxism’in felsefe iktisadî temellerinden, yüz seneden beri uğradığı başlıca tenkidlerden haberi yoktu. Câhit Sıtkı ancak orta edebî metinleri anlayabilecek bir kültür seviyesinde idi. Sistematik felsefe, sosyoloji ve ekonomi ile ömründe bir gün meşgul olmuş değildi. (…)

Marxist değildi, malûm. Gide’in komünizmden ters yüzü dönmesi için Rusya’ya bir seyahat etmesi lâzım gelmişti. Câhit Rusya’ya gidemedi, ‘Nâzım ağabey’in bir kremlin casusu olduğunu anlamasına da ömrü vefâ etmedi. Gaflet içinde gitti. Sağ kalsaydı, belki uyanacaktı. Allah geride kalan meyhâne arkadaşlarına akıl, fikir, bilgi ve idrâk ihsan eylesin.” (Peyami Safa: “Câhit Sıtkı Marxist miydi?”, Milliyet, 29 Kasım 1956)

(Doğrusu ya, “akıl, fikir, bilgi ve idrâk ihsan eylesin” temennisi günümüz Peyami Safaları için yinelenmeli!)

“Sözcükler dergisinin 17. sayısında Nâzım Hikmet ile Cahit Sıtkı Tarancı’nın ilişkisini belgeleyen iki şiir yayımlandı.

Cahit Sıtkı, Nazım Hikmet için Bir Şey başlıklı şiirini yazıyor ve 1947 yılında bir dost aracılığı ile gönderiyor. İki bölüm olan şiirin Nazım Hikmet’in de adının geçtiği son dörtlüğü şöyle:

Benerci Jokond Varan Üç Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evladı bu memleketin
Nâzım ağbey hapislerde çürür.[25]

Nâzım Hikmet de el yazısı ile Bir Şey’in altına

Sevdalınız komünisttir
On yıldan beri hapistir.
Yatar Bursa kalesinde

diye başlayan şiirini yazıyor.

Nâzım Hikmet‘in bu şiiri Cahit Sıtkı’ya gönderip göndermediği ise bilinmiyor. Sözcükler’in Yayın Yönetmeni Turgay Fişekçi, Nâzım Hikmet’in ‘Piraye’sinin arşivinde bulunan belgeyi yayınlarken ‘Nâzım Hikmet, şiiri okuyunca “bir garip kuş”, “hapislerde çürür” gibi sözlerle, sevgiyle de olsa bir başkasının kendisine acıyarak bakmasından rahatsız olmuş yorumunda bulunuyor ki, bence pek doğru değil bu…

Bilindiği gibi Cahit Sıtkı, Bir Şey’i yazdığı yıllarda Nâzım Hikmet hapistedir.

Bir Şey’in Nâzım Hikmet’in adının geçtiği ikinci bölümünü hiçbir dergi yayınlamaz. Şiir üç yıl sonra, Orhan Veli’nin çıkardığı 1.5.1950 tarihli Yaprak dergisinde yer alacaktır. Bu nedenle Nâzım Hikmet ile Cahit Sıtkı’nın bu ilişkisine, eskilerin deyişi ile bir ‘nazire’ olarak bakılabilir.” (Refik Durbaş: “Yatar Bursa Kalesi’nde…”, Sabah, 24 Ocak 2009)

Tarancı, 1953 yılında felç olur, yatağa bağlanır. 1956’da devletçe yurt dışına tedaviye yollanırsa da 1956 yılında Viyana’da yaşama veda eder.

Samet Ağaoğlu anlatır:

“Tarancı’yı en son Ankara’da, hastanede gördüm. Felç olmuştu. Konuşamıyordu. Gözleri dolarak yüzüme baktı. Yanaklarından öperek ayrıldım. Ankara’da iyileşemedi. Viyana’ya götürdüler. Ama geç kalınmıştı belki. Kısa bir süre sonra 15 Ekim 1956 tarihli şu telgrafı aldım:

Sayın Samet Ağaoğlu
İşletmeler Vekili
Ankara

Değerli şairimiz Tarancı sabaha karşı vefat eylemiştir. Naşının yurda nakli için âcilen 2000 liralık döviz transferine tavassutlarını kardeşi dilemektedir. Saygılarımla arz ederim.
Yemişçibaşı

Döviz hemen gitti, ama kendisini değil ölüsünü getirmek için!” (Samet Ağaoğlu: a.g.k., s.62)

Tarancı’nın ölümden çok korktuğunu, ama yaşamağa alışamadığını savunur Samet Ağaoğlu:

“Ölüm üzerine çok yazdı. Ölümden korkuyordu. Vaktinden çok önce öldü:

Öldük ölümden bir şeyler umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamazsın o türküyü
Gül yaprağı, dal demeti, kuş tüyü
Alıştığımız bir şeydi yaşamak

Tarancı yaşamağa alıştı mı? Sanmıyorum. Ama ölmeği de hiçbir zaman istemedi.” (Samet Ağaoğlu: a.g.k, s.61-62)

Reşid İskenderoğlu ise farklı yorumlar:

“Şiirlerinde sıkça ölümü, yalnızlığı işlediği doğrudur bu yüzden de karamsar olarak tanınmıştır ama aslında hiç karamsar değildir. Aksine son derece insan sevgisiyle, yaşamla dolu bir şairdir. Hatta bu özelliği Unesco tarafından da kabul görmüş ve üç şiiri Unesco tarafından yabancı dillere çevrilip dünya edebiyatına kazandırılmıştır.” (Betül Altınbaşak: a.g.y.)

Melih Cevdet Anday da İskenderoğlu’na koşut bir değerlendirme yapar:

“Onunla yıllarca arkadaşlık ettik. Bir gün bile ölüm lâkırdısı açtığını işitmemişimdir. Ölmüş bir sevdiği de yoktu, yanılmıyorsam. Ölüm bir tema idi onun için, duygulanmadan işlerdi bu temayı. Ama onu tanıyanlar şu kanıdadırlar: Cahit Sıtkı Tarancı çok duygulu idi. Gerçekten de, üzücü bir lâkırdı açıldı mı gözleri sulandığı olurdu, sık sık olurdu. Ancak bunu, onun ozanlığı ile birleştirmek yanlıştır. Cahit Sıtkı Tarancı, diyelim dişçilik yapsaydı, gene öyle olacaktı.” (Melih Cevdet Anday: Doğu-Batı, Ataç Kitabevi, 1961, s. 12)

Otuz Beş Yaş şiiri:

Kimbilir nerede, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Dizeleriyle sona erer.

Cahit Sıtkı’nın namazı henüz 46 yaşındayken kılınır. Genç yaşta dünyadan ayrılırsa da, geriye çok sayıda şiir, düz yazı, mektuplar ve öyküler bırakır.

Tarancı’yı son görüşünü anlatır Melih Cevdet Anday:

 Cahit Sıtkı Tarancı, iki yıl süren hastalığı sonunda Viyana’da öldü. Mezarı Ankara’dadır. Ben o sıralarda İstanbul’da olduğum için cenazesinde bulunamadım Ama Viyana’ya götürülmeden önce bir süre yattığı Amerikan Hastanesi’nde bir gün ziyaretine gittiğimi hiç unutmam, üzerimdeki etkisi ağır olmuştur. Son durumunu sadece anlatılanlara göre biliyordum: Konuşamıyormuş, kimseyi tanımıyormuş… Evet ama inanılmaz ki buna. Bunca yakın bir dostla daha yaşarken yabancı kalmayı akıl alır mı? Odadan içeri girdim, karyolasına baktım, yüzü kapıya, demek bana dönüktü. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ben onun konuşamadığına, kimseyi tanımadığına ilişkin bildiklerimi tümden unutmuştum. Bir arkadaşını gördüğü için heyecanlandığı sanısına kapıldım. Saçlarını okşayarak yatıştırmak istedim onu. Fakat çığlıkların sonu gelmiyordu bir türlü. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Saçma sapan sözler söylüyordum ve bunları Cahit’in duyduğuna inanıyordum. Ama durum dayanılır gibi değildi. Geri geri yürüyerek uzaklaştım yanından; kapıyı bulmuştum, dışarı çıktım.(Melih Cevdet Anday: “Ozanın Ölümü”, Cumhuriyet, 23 Temmuz 1983)

 Teyzesinin oğlu Reşid İskenderoğlu:

 Cahit Sıtkı Tarancı’nın yaş otuz beş şiirini ezbere bilirim, hem çok severim hem de bir o kadar hüzünlenirim. Bu kadar mı güzel anlatılır insan ömrü ve nihai gerçek.” Dedikten sonra, ekler:

“En acısı da kendi ömrünün kısa olması. Kader. “Dante (İtalyan şair) gibi ortasındayız ömrün” derken, ömrün yetmiş yaş olduğunu düşünmüş ama kendisi o yaşı görmeden 46 yaşında vefat etmiştir. Geçen yıl bir Cuma namazı için gittiğim Kocatepe Camii’nde imam, ölümden bahsederken şairin bu şiirinin son dizelerini okudu. Bu hutbenin bütün camilerimizde aynı gün okunduğunu öğrendim. (…)

Size annesine babasına yazdığı bir mektuptan bahsetmeden edemeyeceğim. Hayata bakışı ile ilgili önemli satırlar vardır orada der ki ; ‘Seciyesinin hayranı ve takdirkârı olduğum aziz ve biricik babacığım, nasıl ki Gazi’nin Nutku Türk Gençliğine düstur oldu, sizin de, “benim senden pek büyük ümitlerim vardır, bu ümitlerimin boşa çıkmamasına gayret et, hayatta her şeye gül, neşeli ol insan ol” sözleriniz içimde doğan yeni çocuğa, yeni gence hayat alfabesi, mücadelede muvaffakiyet, dünyada saadet düsturu olacaktır.’ der ve devam eder, “hayatta muvaffakiyet yalnız aç kalmamakta değildir. Asıl muvaffakiyet göçüp gittikten sonra ardında bir eser bırakmaktadır. Benim de çizilmiş bir mefkûrem vardır. Ben her şeyden evvel yaşamış olduğuma delil olmak için bir eser meydana getireceğim. Babacığım, bir gün gelecek ki – ah ondan evvel ölmezsem eğer – oğlunuzun şairliği ile iftihar edeceksiniz.’ Kısa yaşadı ama dediğini yapmak kısmet oldu. Resmî devlet töreni ile üstün bir sanat adamı olarak öbür dünyaya uğurlandı.” (Betül Altınbaşak., a.g.y.)

Ahmet Hamdi Tanpınar ölümünden sonra Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirini değerlendirir.

“İlk şiirlerinde kendi şuuraltını alaca karanlık bir âlem gibi yoklayan Cahit Sıtkı Tarancı’da daha bu devirden itibaren saz ve tekke şairlerinden gelen bir taraf vardır. Genç yaşta ölümüne çok acıdığımız bu şair ikinci devre şiirlerinde (CHP Şiir Mükafatını kazanan Otuz Beş Yaş) Verlaine’in kıvrak lirizmine varmasa bile, ona çok yakın bir duruşa erer.

Tarancı’nın şiiri daha ziyade üstü örtülü bir merhametin ifadesi olan intimisme’in, bir iyileşme sıtmasına benzeyen küçük ihsasların ve saadet hülyalarının şiiridir. Bu intimisme ve ürpermeler ölüm düşüncesile yazdığı şiirlerde bir çeşit büyük ses kazanır, hatta denebilir ki, ilk şiirlerinden biri olan ve halk şiirimizle temastan doğmuş hissini veren Sanatkârın Ölümü manzumesinden beri onun şiiri ölüm aynasında küçük ve dağınık tuşlarla bütün hayatı ve insan kaderini toplar.” (Atilla Özkırımlı: Türk Edebiyatı Tarihi Cilt II, İnkılap, 2004, s.1211)

Bir değerlendirme de Sabahattin Kudret Aksal’dan:

“Her ozanın şiirinin kendine özgü nitelikleri vardır. Şimdi Cahit Sıtkı’nın şiirinin niteliklerinden en belirgininin hangisi olduğunu düşünsem ne diyebilirim? Öyle sanıyorum ki, önce, o şiirin doğanın gerçeğiyle uyumlu olduğunu, bu nedenle mantığın düzenini koruduğunu söylemek gerekir. Gerçeğe büyük bir duyarlılıkla öykünür, böyle olduğu için de o okurunu şaşırtmaz. Ahmet Haşim’le başlayan bizim yenilikçi şiirimizde bu türden bir ozan ya yoktur, ya da çok azdır. Ama Batıda da, bizde de, özellikle yenilenme döneminde, şiirin okurunu şaşırtması, sarsması diyelim dilerseniz, ondan beklenen bir nitelik değil midir? Cahit Sıtkı’nın şiirinin gene de şaşırtıcı bir niteliği vardır. Bence o da başarıya ulaştığı şiirlerinde, … kimi şiirlerinde erdiği yetkinliktir.” (Sabahattin Kudret Aksal: Geçmişle Gelecek, Çağdaş, 1978, s.179)

Ölümü üzerine Cahit Sıtkı için yazılan şiirlerden biri yakın arkadaşı Ziya Osman Saba imzasını taşır:

DÜŞÜMDE

Düşümde gördüm Cahit’i:
Banka gibi bir yer,
Aynı servise verilmişiz,
Yolumu gözler.

Baktım ki, toplamış memurlarını
Nutuk çekmede şefimiz.
El edip geçecektim yerime
Sessiz.

Cahit bu, dayanamadı, boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı,
Bense uyandıktan sonra.

 

ÖNDER ŞENYAPILI

 

[1] Kitapta 350 frank diye geçiyor. Ancak radyodan 1800 frank ödendiğine göre, bu toplam 3500 frank olmalı. Bu kabule göre ise, 1 TL=340 frank ediyormuş sonucuna varılıyor: 50x340= 1700 frank.
[2] Jean Cassou, 1897-1986 yıllarında yaşamış Fransız yazar, sanat eleştirmeni, şair ve 2. Dünya Savaşında Fransız Direniş hareketin üyesi.
[3] Son dörtlük Şeyhmus Diken’in yazısında yoktur. Ekledim.
[4] “Garip Kişi” başlıklı bu şirin tamamı şöyledir:

Bu akşam ilk olarak ağladım
Bekâr odamın penceresinde
Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?
Ne geçti elime bu hayatın
Meyhanesinde, kerhanesinde?
Yatağım her gece böyle soğuk.
Saadet bu ömrün neresinde?
(Cahit Sıtkı Tarancı: Otuz Beş Yaş- Bütün şiirleri, can, 2009)

[5] Yaşar Nabi Nayır-ÖŞ
[6] Pseudo: Sahte, sözde
[7] Tab=huy, tabiat, karakter
[8] Şâd oldum: Sevindim, neşelendim.
[9] Apprecier ettiğim:Takdir ettiğim
[10] Elyevm: Hâlâ, henüz, şimdi, şu anda. (Devellioğlu)
[11] Zemin müsait
[12] Bütün beliğimizle birbirimize vermeliyiz kendimizi.
[13] Benim koruyucu meleğim orada mutlak surette hükümrandı.
[14] Fârig: 1. Vazgeçmiş, çekilmiş, 2. Rahat, 3. Boş, boş kalmış, işsiz (Ferit Devellioğlu)
[15] X gücünde
[16] Neşeli, keyifli hal.
[17] Yaşar Nabi Nayır.
[18] Sultanım, beni gülüşlerinizin çobanı tayin edin.
[19] Varlığı ile; mevcudiyeti ile.
[20] Hayırlı mevcudiyeti
[21] Hiçten şeylerle
[22] Her şey mümkündür.
[23] Vedia ‘nın sözlük anlamı emânet’tir.
[24] “Nektar” adlı meyhane.
[25] Dörtlük, Peyami Safa’nın yazısındaki dörtlükten farklıdır. İlk üç dizenin uyaklı olduğu gözden kaçırılmazsa, doğrusu böyle/bu olmalı. Nitekim, Yaprak dergisinin 1 Mayıs 1950 günlü sayısında yer verilmiş olan şiirdeki son dörtlük böyledir.

Kategoriler:   Biyografi, Şiir