GÖÇÜK / ENDER ÖZSARIKAYA
Karanlık. Dipsiz ve sağır. Karanlık. Yeryüzü kadar ağır. Başımızın üstünde. Yüzün, ışıklı bir gökyüzünün kıpırtısı gibi sularda, düşüyor aklıma.
Artık kimse konuşmuyor. Bağırıp çağırmalar, oradan oraya koşturmalar, kazma kürek sesleri kesildi. Yalnızca soluk seslerimiz karışıyor havaya. Karanlığın bir köşesinde kendi içimize sindik, beklemekteyiz.
Arada bir Metin’in çakı sesleri kulağıma çalınıyor. Ne zaman boş kalsa bir parça tahta bulup, yontuya başlar. Yüzünü pek seçemiyorum; ama eminim, hayatının en önemli işi buymuş gibi, yine büyük bir ciddiyetle yontuyordur tahtaya. Bu konuda ne kadar usta olduğunu bilirsin. Nişanlılığımızda sana hediye ettiğim kalbi de Metin yapmıştı. Üzerine de baş harflerimizi kazımıştı. Çok sevmiştin. Servet Çavuş, sanki moladaymışız gibi rahat, tomrukların üzerine uzanmış. Elleri ensesinde. İsa, koridordaki iskelenin ta tepesinde, kendi kendine konuşuyor mu yoksa dua mı ediyor belli değil. Ama dudakları hep kıpır kıpır. Yerinde duramayan bir tek Yaşar var aramızda. Önce herkesi dolaştı, şimdi de suların nereden geldiğini anlamaya çalışıyor. bunu anlasak bile yapacak bir şey olmadığını o da biliyor. Her yerden sızıyor sular. Nerdeyse diz boyuna ulaştı. Yine de şanslı sayılırız; çünkü altımızda bir galeri daha var. İnce bedeni iyice küçülüyor karanlıkta. Uzaktan bakınca, eli yüzü kir içinde, çocuklara benziyor Yaşar. Sanki gece arkadaşlarını kaybetmiş gibi sokakta, dolanıp duruyor suların içinde. Arada bir çömelip düşünüyor, sonra yine dolanmaya başlıyor.
Kurşun kalemle dizlerimin üzerinde yazıyorum sana. Arada bir başlığımın ışığını kapatıp parmaklarımla buluyorum satır başlarını. Seni düşünüyorum, durmadan, aralıksız…
Keşke bir çocuğumuz olsaydı. Keşke benimle evlenmeseydin… Biliyor musun, az daha nazlansan, umudumu yitirmek üzereydim. Dudaklarını büküp olur dediğin gün hiç çıkmadı aklımdan. Sanki sıradan bir şey söyler gibi, sanki çok da önemli değilmiş gibi söylemiştin. Olur, su içerim ya da sinemaya gidebiliriz gibi. Oysa ben, heyecandan kulaklarıma inanamamıştım. Benimle evlenecektin… Yerimde duramıyor, ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Bütün gün sahilde dolaşıp durdum. Dalgalarla büyüdüm bütün gün. Bütün gün sahili dövdüm; kumları, çakıl taşlarını, kayalıkları…
Akşam yatağa girdiğimde ayaklarım sızlıyordu, yüzün aklımdan gitmiyordu, kalbim yerinde durmuyordu. Dudaklarını büküp “Olur!..” diyordun, saçların yüzüne düşüyordu, uyuyamadım. Sonra birden içime bir kurt düştü. Ya öylesine söylediyse diye. Ya ben yanlış anladıysam? Ya da ertesi gün vazgeçersen? Keşke bir daha sorsaydım. Keşke biraz daha yanında kalsaydım. Keşke iyice emin olabilseydim… Bütün gece uyumadım. Babama ilk kez o gece sigara içerken yakalandım. Paketinden iki sigara alıp kapıya çıkmıştım. Karanlıkta beni izlediğini son anda fark ettim. Korkudan yüzünü bile seçememişim; ama kızmadığını anladım. Hatta gülümser gibiydi sanki. Sonra karanlığa karışır gibi uzaklaştı yanımdan.
“Yaşar!” diye seslendi Servet Çavuş, yattığı yerden başını bile kaldırmadan. “Suyun içinde durma. Geç otur bir köşeye!” Yaşar hiç itiraz etmeden bir köşeye çekildi. Yalnızca “Sular yükseliyor…” dedi, kendi kendine konuşur gibi. “Aşağısı dolmuş olmalı.”
Sular yükseliyor bi tanem ve üzerimizde iki yüz metre toprak. Sana ilk yazdığımda, yıldızlı bir gökyüzünün altındaydım. Şimdi zifiri karanlık. Ve ben ikinci kez yazıyorum sana; yine o çirkin yazımla, yine deliler gibi sevdalı, yine heyecandan ellerim titreyerek. Durmadan sana “bi tanem” demek geliyor içimden. Tıpkı senin gibi sözcüklerin üzerine basarak. Oysa önceleri ayıp gibi geliyordu ya da ne bileyim utanıyordum işte. Sen ne zaman “bi tanem” desen, yüzüm yanıyordu. İçim ısınıyordu birden. Seviniyordum çocuklar gibi; ama ben bir türlü aynı şeyleri söylemiyordum sana. Biliyorsun, sevgimi bile mektupla anlatmıştım. Üstelik “seni sevyorum” diye yazdığım için, şakacıktan eğlenmiştin benimle. Bir sözcüğü bile doğru dürüst yazamadım, diye kızmıştım kendime. Hem de sevinmiştim çocuklar gibi. Çünkü “Demek yazdıklarını bile gözün görmeyecek kadar çok seviyorsun beni” demiştin, gülümseyerek. Beni seveceğini anladım, gülümsemenden. Yine de senin için kusursuz olmaya çalışıyordum. Ama hiç olamadım. Ve sen beni bütün kusurlarımla birlikte sevdin… Beni sevdiğin için teşekkür ederim…
“Sinan…” dedi “…bu yıl okula başlayacak. İnanır mısın daha şimdiden gazeteleri bile okuyor kendi kendine.” Yaşar yanı başımda durmuş, bana bakıyor. Bu gün dördüncü kez aynı şeyi söylüyor. Benim de bir şey söylemem gerek; ama aklımı toparlayamadım. Yalnızca yüzüne bakıp gülümsedim. “Müthiş zeki bir çocuk” dedi, Yaşar. “Çok başarılı bir öğrenci olacak…” diye geveledim. “Olmalı” dedi, “Yoksa o da bizim gibi hayatını toprağın altında tüketecek.” Sonra sulara baktı, sustu. Kim bilir, belki benim babam da yıllar önce yine burada aynı şeyleri söylemişti bir arkadaşına. Benim okuyacağımı düşünüyordu. Belki hayatta en çok bunu istiyordu. “Nereye kadar okursa oraya kadar okutacağım oğlumu. Yüksek, en yüksek okullara kadar. Gerekirse varımı yoğumu satar yine de okuturum…” diyordu. Köydeki son fındık bahçesini de beni işe aldırmak için satmak zorunda kaldı.
Aslında gerçekten de iyi bir öğrenciydim liseye kadar. Lisede, ne oldu bilmiyorum, her şey tersine dönmeye başladı. Birinci sınıftan öteye gidemedim. Okuldan ayrıldığım gün yüzünde büyüyen yıkıntı hiç çıkmadı aklımdan. Kızacağını düşünmüştüm; öfkeden delireceğini. Hatta ilk kez, dayak için bile hazırdım. Yalnızca susuyordu. Öyle uzun öyle derin bir uçurum gibi sustu ki, karşısında ağlamaya başladım. Bir ara, bir şeyler söyleyecek gibi dudakları kıpırdadı, sonra gözleri bulutlandı, konuşmadı. Titreyen ellerini yavaşça arkasında gizledi. Bir an, sadece bir an baktı yüzüme… Hep yüzümde kaldı o bakışları, hep ağır bir yük gibi omuzlarımda…
Işıklar azalıyor, bi tanem. Her dakika biraz daha ağırlaşıyor üzerimizde karanlık. Artık Yaşar da konuşmaz oldu. Başı elleri arasında düşünüp duruyor. Belki yine oğlu var aklında, belki bir deniz kıyısında olmayı düşlüyor.
Sabah olmak üzeredir şimdi. Ve sen henüz uykuda olmalısın. Ya da uyandın aynada saçlarını tarıyorsun. Belki o kırık aynayı değiştirmedim diye yine bana kızmak geldi içinden. Belki ateşte suyun kaynamasını bekliyorsun, belki de evden çıkmadan önce elbiselerinin arasına sakladığım çiçeği buldun, gülümsüyorsun.
Gülümsüyordun; “Peki benim gözlerim ne renk?”
Telaştan, yumduğun gözlerine bakakalmıştım. “Yeşil gibi… Daha doğrusu açık kahverengi ile yeşil arası… Yani bazen ateşe benziyor biraz bazen de orman kalabalığına…”
Gülümsüyordun; “Ela benim gözlerim, tıpkı senin gözlerin gibi.” dedin.
Ela…
Henüz yüreğim çırpınmadan, yüzümü ateşler basmadan gözlerine bakamıyordum oysa.
Sen kıpırtısız bir deniz gibi yanıma uzanıyordun, ben ellerim titreyecek diye dalgalara… Beni sevmeyecekmişsin gibi çok. Yanımda olmazsan gibi hiç.
“Bana söz ver öyleyse.”
Sana, seni hiç bırakmayacağıma söz verdim. Bir an bile düşünmeden, tereddütsüz… Ve hep bir gün beni bırakacağından korktum. Ne yapsam ayrılmadı içimden bu korku. Sanki sen olmasan, karanlıkta kaybolup gidecektim. Sen olmasan, yarım kalacaktım hep.
Sular, bir adam boyunu aştı. Herkesin gözü kulağı yukardan gelecek seste. Ama kolonların iniltisinden başka bir ses yok yukarıda. Ve bu inlemelerin hayra alamet olmadığını hepimiz biliyoruz.
Sular çoğaldıkça, beklemek azalıyor bi tanem.
Beklemek azaldıkça, sen çoğalıyorsun içimde.
ENDER ÖZSARIKAYA
Kategoriler: Öykü