Menü

HER KUŞUN NE ÇOK ÖYKÜSÜ VAR (1) / Önder ŞENYAPILI

 

HÜT HÜT KUŞU, KUĞU, KARTAL

 

1410 yılına tarihlenen “Küçük Cennet Bahçesi”[1] olarak adlandırılmış 2 26,3 x 26,4 cm. boyutlu resim Yukarı Ren Bölgesinde bulunmuş, ressamının adı bilinmiyor.

863,9 santimetrekarelik yüzeye yerleştirilmiş figürlerin her birinin öyküsü var. Yalnızca dinsel figürler, — azizler/azizeler değil onları çağrıştıran, onlara adanmış simgeler: Çiçekler, kuşlar…

20 tür kuş da betimlenmiş. Örneğin, Büyük baştankara; ispinoz; nar bülbülü; ağaçkakan; saka; ipek kuyruk kuşu; ibibik; mavi baştankara[2] 20 türden kimileri. 1410 yılında yaşayanlar için bu kuşların da simgelediği dinsel öyküler vardı sanırım.

Resimde görülen ayrıntıların, — bitkilerin, kafalardaki taçların, giysilerin, vb. her biri yalnızca ‘kendileri’ değil. Ortaçağda yaşayan hemen herkesin ne anlama geldiğini bildiği resimsel dilin imleri ve simgeleri.

O dönemlerde yapılmış bir resmi okurken sanatçının hangi etkiler altında olduğunu ve resim nesnelerinin her birini belli bir amaca yönelik olarak kullandığını göz önünde tutmak gerek. Duvarın bahçeye bakan yüzünün dibinde görülen fırdolayı çiçeklerin (ve de duvarın üstünde görülen kuşların) her birinin bir ‘anlamı’ var.

20 kuştan her birinin neyi, kimi, neden simgelediğini bilemiyorum ama kimi mitolojik kuşların öykülerini öğrendim. Örneğin:

Su, tarih boyunca önemli olmuş. Özellikle Orta Doğu’da, su kıt olduğu için, su sahibi olan, suyu denetleyen, ‘suyun başını tutan’ yönetim gücünü de (erki de) eline geçirmiş. Tarihçiler, Mısır’ı, Asurlular’ı ve Saba (Arapçası Sebe) Krallığını su dolayısıyla bulundukları bölgede gelişmiş egemenliklere örnek olarak sıralıyorlar. Nitekim, (Daha çok Melikesi Belkıs ile tanınan/anımsanan) Saba, su sâyesinde çok gelişmiş yemyeşil bir ülkeyken, İ.Ö. 3. yüzyıl dolaylarında (kimi kaynaklar 5., kimileri 2. yüzyıl olarak veriyor.) başkent Ma’rib’teki yüksekliği 16 metre, genişliği 60 metre ve uzunluğu da 620 metre olan dev baraj yıkılınca tüm gücünü yitirmiş.

Saba’nın daha çok melikesi Belkıs ile tanındığını belirtmem nedensiz değil. Göksel din kitaplarının hepsinde adı geçen bir söylencenin dişi kahramanı Belkıs. Erkek kahraman ise İsrail Kralı Şlomo ya da Şelomo, bizdeki yaygın adıyla Süleyman. İngilizler Solomon diyor. Bu ad ‘barış yapan’ anlamına geliyormuş. İbranicedeki ‘Şalom’, yâni ‘selam’ da Kralın adından gelme olmalı. Kral Süleyman (İÖ 1011-931), bugünün magazin gazetecilerinin arayıp da bulamadıkları özellikler içeriyor. Süleyman’ı akıllı, varlıklı, güçlü bir kişilik olarak betimliyormuş İncil. Çok zengin. Dillere destan bir sarayı varmış.

Kur’anın Neml suresinin 17. Âyeti şöyle: Süleyman’a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı.” Anlıyoruz ki, Hz. Süleyman’ın ‘kuşlar ordusu’ da var.

(Solda) Firdevsi Rum-i: “Kral Süleyman’ın Sarayında Simurg, Cinler ve Diğer Hayvanlar”;
(sağda) Kral Süleyman’ın kuşlardan oluşan ordusunu betimleyen bir minyatür

Zenginliğinin ve güçlü ordusunun yanı sıra, — magazinel bir özelliği daha var Kral Süleyman’ın: 700 karısı, 300 odalığı varmış. Karıları arasında Firavunun kızı, birçok yabancı ülkenin prensesleri bulunuyormuş. Süleyman’ın yoldan çıkmasına, Tanrıdan uzaklaşarak günah işlemesine karılarının ve odalıklarının yol açtığı savunuluyor.

Kral Süleyman kuşların dilini öğrenmiş. Onun bu marifetini öğrenen kuşlar da kurduğu otağda toplanıp mutluluklarını, dertlerini ve de bildiklerini, gördüklerini, Kral ile paylaşmaya başlamışlar. Kral her birinin anlattıklarını uzun uzun dinlermiş. Kral ile kuşların bir araya geldikleri ilk gün sıra hüthüt kuşuna gelmiş. Bu kuşa, ‘Çavuş kuşu’, ‘taraklı’, ‘ibikli’, “ibibik”; kimi yörelerde “baltalı” da deniyor.

Şair Bekir Sıtkı Erdoğan’ın “Karagözlüm efkârlanma gül gayrı” diye başlayan ve aynı adı taşıyan şiirinin ikinci dizesi: “İbibikler öter ötmez ordayım”dır. Şair, kendisiyle sağken yapılan bir görüşmede, bu dizenin “baharı anlatmakta” olduğunu söylemiş. Şairin bu sözlerinden ibibiklerin baharı simgelemek amaçlı anıldıkları da ortaya çıkıyor.

Hüthüt kuşu, adını, ötüşünden (çıkardığı sesten) almış. “Hud hud”, yani “orada orada” diye ötüyor. (Bu adı Arapça’dan geliyor.)

Dönelim söylenceye: Hüthüt kuşuna ne yaptığını, ne ettiğini, özelliğini sormuş Kral. Kuş, göğün çok yükseklerinde uçarken gözleriyle yeri taradığını, yerin üstündeki sular denli yerin altındaki suların varlığını da saptadığını, suyun kaynağını, nereden çıktığını, nereye aktığını, topraktan mı taştan mı fışkırdığını bildiğini söylemiş. Kral pek memnun olmuş. Karargâh kuracağı yeri belirlerken hüthüt kuşundan kendisine yardımcı olmasını buyurmuş.

Hüthüt Kuşu

Kral Süleyman’dan görevi aldıktan sonra epeyce bir süre ortalıkta görünmemiş Hüthüt kuşu. Günün birinde çıkagelmiş ve Krala bir bolluk ülkesi ve o ülkeye hükümdarlık eden bir kadının var olduğunu bildirmiş. Kral da bir mektup yazıp hüthüt kuşuna vermiş. Mektubu Saba ülkesine gidip Melike’nin sarayına atmasını buyurmuş. Mektupla Melikeyi Sarayına konuk olmaya çağırmış. İşte, uzun uzun öykülenen, söylencelere, tuvallere yansıyan buluşma[3] bu çağrı üzerine ve de hüthüt kuşunun marifetiyle gerçekleşmiş.

İranlı Sufi şair Ferid ud-Din Attar’ın (1136-1221) Mantuku’t-Tayr (Kuş Dili)[4] Kitabının Başlangıcı şöyledir:

Merhaba ey doğru yolun kılavuzu olan gerçekte her vadinin haber götürücüsü olan Hüdhüd! Sebe sınırlarına varman, Süleyman ile kuşdili konuşman ne kadar da hoş. Süleyman’a sırdaş oldun, bununla övünmek için başına taç kondurdun. Şeytanı bağla, zindana hapset ki Süleyman’a sırdaş olasın. Şeytan’ı hapsedersen Süleyman’la şahlık sarayına girersin.” (Kitabın Başlangıcı, s. 45)

Gene aynı kitapta, dünyada ne kadar varsa bütün kuşların bir araya toplandıkları, kendilerine bir padişah aramaya başladıkları anlatılır. “Bir ülke padişahsız olursa, ordusunda nizam ve tertip kalmaz” derler. “Gönlü perişan Hüdhüd de o topluluk arasında idi. Yerinde duramadı. Üzerinde tarikat hüllesi, başında hakikat tacı vardı. Bu yolda anlayışı kuvvetli idi, kötülüklerden ve iyiliklerden haberdardı. Dedi: ‘Ey kuşlar, hiç kuşkusuz benim Allah’ın dergâhının mektupçusu ve gaybın habercisi. Hem Allah’ın katından haberdarım, hem de ferasetimden sırlar sahibiyim. Gagasında besmele taşıyanın birçok sırları bilmesine şaşılır mı? Kendi işlerimle uğraşırım kimsenin benimle işi yok. Ben yaratılmışlardan bağımsızım yaratılmışlar da benden bağımsızdır. Padişahın işleriyle uğraşmaktayım orduyla işim olmaz asla. Kendi anlayış ve tecrübemle suyu gösteririm. Bundan daha fazla sırlar bilirim ben. Süleyman ile çok konuştum onun maiyetindekilerin arasından sivrildim, çıktım. Mülkünde biri kaybolduğunda, işe bak, hiç arayıp sormazdı. Ama bir zaman ben kaybolsam, görmese beni, her tarafa bulunmam için bulucular gönderirdi. Bir an olsun benden ayrılmak istemezdi. Hüdhüd’e bu kadar kıymet ebediyete kadar yeter.” (“Hüdhüd’ün kuşlara konuşması”, s.49-50)

Anadolu’da da ibibik kuşu ile ilgili söylenceler var. Biri şöyle: İbibik kuşu, kuş olmadan önce görenlerin aklını başından alan güzellikte bir kız imiş. Evlenmesi gecikmemiş. Ne var, güzelliğini gölgeleyen iki kusuru varmış. Çok tembelmiş ve çok kötü kokuyormuş. Kaynanası, gelininden kurtulmak için tanrıya yalvarmış. Tanrı duasını kabul etmiş, gelini bir ibibik kuşuna dönüştürmüş.

Kuş uçup dolaşıp gelmiş kaynanasının bahçesindeki bir ağaca konmuş. Kaynana bu kez de, evini kokuttuğu için kuşa beddua etmeye koyulmuş. Kuşun yuvasının evinden daha beter kokmasını, yavrularının pisliğini yemeden ötememesini, herkesin bu kuştan kaçmasını dilemiş. İbibik kuşu yuvasının çok kötü kokmasının bu bedduanın sonucu olduğuna inanılıyor.

Guguk Kuşu

Bir başka söylencede, çok güzel bir yeni gelin odasında ayna karşısında taranırken, kocasının babası kapıyı açar. Gelin içeriye girenin kim olduğunun ayırtına varmaksızın saçlarını taramayı sürdürür. Kaçgöç zamanıdır. Kayınpeder gelininin saçını görüp kendini dışarı atarsa da, yeni gelin kendini bağışlamaz. Öylesine utanır ki, tanrıdan bu utancını gidermek için yardım diler. Dileği üzerine ibibik kuşuna dönüşür. Kuşun kepezi (başındaki uzun tüyler), yeni gelinin başında kalan tarağının dönüşmesiyle oluşur.

Antik Yunan’da, evlilik/aile/doğum tanrıçası Hera kıskanç bir kadın. Baş tanrı ya da tanrıların tanrısı Zeus çapkın bir erkek. Zeus’un bekârlık dönemindeki maceralarını, kökende kız kardeşi olan Hera iyi biliyor. Bu yüzden Zeus evlenmeye kolay kolay razı edemez Hera’yı. Zeus’un yakınlaşma çabalarını Hera olumlu karşılamaz. Zeus, başka sevgililerine de uyguladığı bir yönteme başvurur. Hera’yı aldatacak bir oyunu sahneye koyar. Guguk kuşu kılığına girer. Bir de sağanak yağmur oluşturur. Hera, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında ıslanan guguk kuşuna acır. Kuşu alıp giysileriyle sarıp sarmalar. Zeus, ilk fırsatta doğal haline dönüşüp Hera’ya tecavüz eder. Hera utanç içinde, adının lekelendiğini düşünüp Zeus ile evlenmeyi kabul eder.

Guguk kuşuna İngilizler “cuckoo” (oku: kakuu) diyorlar. Bir özelliği, yumurtalarını kendi yuvasına değil, bir başka kuşun yuvasına bırakması. Bu özelliği İngilizcedeki bir başka sözcüğün ortaya çıkmasına yol açmış: “Cuckold” (oku: kakold). Bizim aldatılan eş için kullandığımız “boynuzlu” sözcüğü ile eşanlamlı. Bu açıklama, kuşun, kimilerince neden sadakatsizlik, ihanet, zina ve bencillik simgesi olarak benimsenmiş olduğunu da ortaya seriyor.

Yılmaz Özdil, günlük yazılarının birinde guguk kuşunun olumsuz özelliğini anlattı:

Guguk kuşu.
En tehlikeli…
En sinsi kuş türüdür.
Gözüne kestirdiği yuvanın etrafında dolanır, saksağan yuvası, ispinoz yuvası, ötleğen yuvası fark etmez, yabancı türlerin yumurtlamasını, kuluçkaya yatmasını bekler, uygun zamanı kollar, hedef aldığı yuva boş bırakıldığında, anında gelir, kaşla göz arasında bir yumurtayı yuvadan atar, kendi yumurtasını onun yerine yerleştirir, pırrr, gider.
Yuvanın sahibi geri döner, kendi yumurtalarından birinin dışarı atıldığını, onun yerine kendisinden olmayan yumurtanın monte edildiğini fark etmez, kuluçkaya yatmaya devam eder. 
Guguk yavrusu, kendisini oraya monte eden annesi kadar tehlikeli, annesi kadar sinsidir. Hangi yuvaya bırakılırsa bırakılsın, kabuğunu öbür yumurtalardan en az bir gün önce kırar, bir gün önce doğar.
Ve, doğar doğmaz…
Uygun zamanı kollar, yuva boş bırakıldığında, ittirir kaktırır, öbür yumurtaları yuvadan dışarı atar.
Böylece… Yuvanın gerçek evlatları imha edilir, guguk yavrusu kendisine ait olmayan yuvanın tek mirasçısı olur.
Kandırdığı, yuvasına yerleştiği ana’nın şefkatini, fedakârlığını, besleme, koruma kollama, büyütme içgüdüsünü sömürmeye başlar.
Vahametin farkında olmayan zavallı ana besler, besler, besler… Guguk yavrusu, kendisini besleyen ana’dan daha iri hale gelir.
Artık işi bitmiştir.
Yuvaya ihtiyacı kalmamıştır.
Ne yapar biliyor musunuz?
Yuvayı dağıtır.
Öyle gider. (Yılmaz Özdil: “Guguk Kuşu”, Sözcü, 5 Kasım 2015)

Söylenceye göre, guguk kuşu insandan dönüşmüş. Bir zamanlar sürekli kavga eden biri kız, biri oğlan iki kardeşin anneleri çocuklarının sürekli didişmesinden bıkıp usanmış. Birbirlerini arayıp bulamayan iki kuş olmalarını dilemiş. Kötü duası kabul görmüş, kız guguk kuşuna, oğlan baykuşa dönüşmüş. Guguk kuşu, o gün bugündür, arayageldiği erkek kardeşine sesini duyurmak için ötüyormuş.

Ötüşünün ilkbaharın geldiğini haber verdiğine inanılıyor. İlkbaharda guguk kuşunun ötüşünü ilk kez duyan birinin[5], kaç kez öttüğünü dikkatle sayması gerekirmiş. Çünkü ötüş sayısı, o kişinin kaç yıl ömrü kaldığını gösterirmiş. Guguk kuşunun ötüşünü ilk duyan birinin cebinde eğer bir miktar para yoksa, yılı, yoksulluk çekerek geçirirmiş.

Kuzey Avrupa’daki üç Baltık devletinden biri olan Litvanya’da guguk kuşu sıkıntı ve yakınma simgesi olarak görülüyor. Bir Litvanya peri masalında, savaşta üç oğlunu yitiren bir annenin derin üzüntüden guguk kuşuna dönüştüğü anlatılıyormuş. Guguk kuşuna dönüşen anne birçok ülkeye uçup oğullarının gömütünü arıyormuş. Dolayısıyla, guguk kuşu Litvanya’da sevdiğini yitirmiş kadının simgesi olarak benimsenmiş.

Baltık pagan geleneğinde, insanın ölümden sonra ağaca ya da kuşa dönüştüğüne inanılıyormuş. Salt iyi insanlar guguk kuşu olabiliyor. Yaşayanlar dünyası ile ölüler dünyası arasında arabuluculuk ettikleri düşünülüyor. Guguk kuşu, Litvanyalıların Taş Devrinde taptıkları ilk tanrıçalardan biri olan bereket, yaşam ve doğum tanrıçası Lamia’nın kuşu olarak görülüyor. Başlangıçta bir guguk kuşu olarak resmedilen Lamia’nın yardımcısı Laime (Mutluluk) ya da Dalia (Kader) ise bir su kuşu, — ördek ya da kuğu olarak resmedilmiş.

Lamia dişi bir kişilik kazandıktan sonra da guguk kuşunun kimi özelliklerini korumuş. Kuş, insan yaşamının ana koruyucusu, doğum, evlilik ve ölüm gibi önemli olayların duyurucusu, yılın dönemsel bilicisi işlevlerini yüklenmiş. Baharla birlikte devreye giriyor, karmaşanın sona erdiğini, yeni bir düzenin kurulduğunu bildiriyormuş. Litvanya’da yılın beşinci (Mayıs) ayı Guguk Kuşu adını taşıyormuş.

Litvanya’da da guguk kuşu, insan ömrünü ötüşüyle bildiren bir kuş olarak görülüyormuş.

İskoçlar guguk kuşuna “gowk” diyorlar. Gowk, aptal, deli anlamına da kullanılıyor. “Gowk stone”, hem guguk kuşu taşı, hem de aptallar taşı demekmiş. Bir de Gowk Günü, yani Aptallar Günü var ki, bizdeki 1 Nisan gününe karşılık, 13 Nisan günü yaşanıyor.

Guguk kuşunun ötüşüyle ölülerin ruhunu çağırdığına inanılıyor. Yaşayanlar ile ölüler dünyası arasında gidip geldiği düşünülüyor. Bir zamanlar, guguk kuşu yıl içinde ilk göründüğünde/ilk ortaya çıktığında korkunç bir bahar fırtınası olurmuş. Bu fırtınaya “Gowk fırtınası” adını vermişler.

Bizde guguk kuşu fırtınası var mı bilemiyorum ama kırlangıçların Anadolu’ya geldikleri Nisan ayında yaşanan/kayıtlara geçmiş kırlangıç fırtınasının varlığından haberim var.

Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun “101 Türk Efsanesi”nden biri guguk kuşu hakkında:

Guguk kuşu bir anneymiş. Kocasıyla ve iki küçük kızıyla birlikte yaşarmış.

Bir gün anne hastalanır; yataklara düşer. Kızlarından bir bardak su ister. Onlarsa hiç oralı olmazlar, bağıra çağıra oynamaya devam ederler. Evin babası da namaza durmuştur; olanlardan habersizdir. Bunun üzerine hasta anne yatağında dua eder:

‘Ey Allah’ım, beni guguk kuşu eyle!’
Kadın böyle der demez hemen guguk kuşu olup uçuverir. Annelerinin bir kuş olup uçtuğunu gören küçük yaramazlar ağlamaya başlarlar:
‘Anneciğim, anneciğim…’
‘N’olursun gel, sana su vereceğim…’

Bu sırada namazını tamamlayan babaları ‘Ne oluyor?’ diye kapıyı açınca da kadın uçup gider. Kızlar ise ellerine aldıkları birer bardak su ile annelerinin arkasından koşmaya başlarlar. Ovalar, dağlar aşarlar; bir yandan da hüngür hüngür ağlarlar. Onların gözyaşlarının damladığı yerlerden pınarlar fışkırıp akmaya başlar. Kızların ayak tabanları kanayıp çayırlara damlar. Eğer kırlarda kızıl yapraklarla karşılaşırsanız biliniz ki o otlar renklerini, kızların kanından almışlardır.

Derler ki, guguk kuşları yavrularına bakmaz, onlarla ilgilenmez. Guguk kuşları yavruları yumurtadan çıkar çıkmaz onları kaderleriyle başbaşa bırakıp uzaklara giderlermiş. Kim bilir belki de yıllar önceki acısından dolayı öyle yapıyordur.[6]

Karadenizliler guguk kuşuna, ötüşünden esinlenerek “Üuüu” diyorlarmış. Bu kuşu kutsal sayıyor, öldürene iyi gözle bakmıyorlarmış. Üuüu kuşunun sesi duyulmadan toprağa tohum atılmadığı gibi, aç karnına tohum atmaya da gidilmezmiş. Çiftçi, karnı açken kuşun ötüşünü duyarsa, attığı tohum bereketli olmazmış. Dolayısıyla, sabah erkenden kalkılır, kahvaltı edilir ve tarlaya öyle gidilirmiş.

Ötüşünü taklit etmenin, onu gibi ses çıkarmanın da kuşu kızdırdığına inanılıyor. Kuş, sesini taklit edenlere:

Üuüu, üuüu diyenun kumulini (Mezar) göreyim,
Kanli gömleklerini kazuklerde göreyim

Diye beddua edermiş.

Tunceli’de yaşayan Zazalar’ın, Erzincan, Kığı, Varto ve Tunceli’de yaşayanların guguk kuşuna “Pepuk Kuşu” dedikleri biliniyor.

Biri kız, biri oğlan iki kardeşin acımasız üvey anneleri, babalarından habersiz, her türlü eziyet edermiş küçücük çocuklara. Bir gün, baba evden çıktıktan sonra, çocuklardan kenger toplamalarını istemiş.

Kenger, Doğu bölgelerde, soyularak yenilen, yemeği yapılan, yabani enginar da denilen sakızlı bir bitki. Karlar eriyince toplamaya çıkılıyor. Pepuk Kuşu söylencesinde çocuklar, topladıkları kengerleri taşıyabilmeleri için üvey annelerinin verdiği torbayı alarak başlıyorlar dolaşmaya. Erkek çocuk, torbayı kız kardeşinin boynuna asıyor. Topladığı kengerleri torbanın içine atıyor. Akşama değin epeyce kenger topluyorlar. Ne var, üvey annenin çocuklara verdiği torba delik. Toplanan kengerlerin çoğu delikten düşmüş. Erkek çocuk torbanın içine bakıp da çok az kenger görünce, kız kardeşini suçluyor. Kengerleri onun yediğini sanıyor. Kız, ne denli yemediğini söylese de, inanmıyor. Bu durumda, kız, “maden inanmıyorsun, karnımı aç bak” diyor. Üvey annenin gazabından korkan erkek çocuk, kız kardeşinin bu önerisini yerine getiriyor getirmesine ama ne görsün, zavallı kızcağızın midesi boş. Yanıldığını anlıyor. Ne var, karnı yarılmış kızcağız ölüyor, doğal olarak. Erkek çocuk pişmanlık içinde dua edip dağdan dağa seslenerek kız kardeşini arayan bir pepuk kuşuna dönüşmeyi diliyor. Dileği yerine gelince, kız kardeşinin dibinde yattığı ağacın dalına konup kız kardeşine seslenmeye koyuluyor.

O gün bugündür bu seslenişi/ötüşü sürüyormuş. Karlar eriyip bahar mevsimi geldiğinde, kengerlerin ortaya çıkmasıyla birlikte pepuk kuşu acılı acılı ötmeye başlıyormuş.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “keko” sözcüğü kardeş demek. Pepuk kuşunun bir öteki adı da “Keko kuşu”. Keko kuşunun ötüşü, pepuk kuşu söylencesinin etkisiyle yorumlanıyor. Keko kuşu, “Keko, Keko; Ben öldürmedim. Seni bıçak öldürdü. Seni öldüren bıçaktı. Keko, Keko; Ben öldürmedim” diye sesleniyormuş.[7]

***

 

KUĞU:

Zeus guguk kuşu kılığına girip Hera’ya tecavüz eder.

Hera ile evlendikten sonra da ölümlü ve ölümsüz kadınlara tecavüzlerini sürdürür: Aetolia Kralı Thestios‘un kızı ve Sparta Kralı Tyndareos‘un eşi Leda’yı kuğu kılığına girerek tuzaklar. Leda’dan doğan iki çocuğundan biri Troya savaşının çıkmasına yol açacak (Güzel) Helen’dir.

“Leda ve Kuğu”: Yunan çömleği, İÖ 330;
Kıbrıs Mozayiği, İS 3. yy.;

Timotheus’un özgün yonutunun onarım görmüş bir Roma kopyası;
Cesare da Sesto[8], 1505-1510 arası

“Leda ve Kuğu”: Antonio da Correggio[9],
1531-32; Peter Paul Rubens[10], 1530

; Gustave Moreau[11], 1875; Robert Cockle Lucas[12], 1850

 Zeus’un kuğu kılığına girip Leda’yı baştan çıkarışı, her dönemin ressamları ve yonut sanatçıları için iyi bir izlek olmuştur. İÖ 300’lü yıllara tarihlenen Yunan çömleklerinden İS 300’lü yılların Roma mozaiklerine; 16.yy. ressamlarından, 19.yy. ressamlarına değin (elbette yonut sanatçıları için de) seçilip işlenen söylencelerden biri olduğu anlaşılıyor. 20.yy’da, Rus ressam Kalmakoff’un beyaz yerine kara kuğu yeğleyerek; Nü fotoğraflarıyla tanınmış Fransız fotoğrafçı Marcel Mey’in bir kumsal çekimiyle söylenceye yeni yorum getirdikleri izleniyor.

“Leda ve Kuğu”: Nicholas Kalmakoff[13], 1917; Marcel Mey[14], 1920

Afrodit’in bir kuğuya binmiş olarak betimlendiği
pişmiş topraktan yapılmış disk, İÖ 4. Yy

Ressam Pistoksenos’un resimlediği ve
Kameiros Gömütünde bulunan bir kylix/iki kulplu,
sığ içki kadehinde kaz üstünde Afrodit betisi, İÖ 460

Kylix’teki betiden esinlenilmiş posta pulu.

Kuğu kuşu, Aşk ve Güzellik tanrıçası Afrodit’in simgelerinden biri. Afrodit’in bir kuğuya binmiş olarak betimlendiği İÖ 4. yy yapımı pişmiş topraktan bir diskin görüntüsü bu sayfalarda yer alıyor. Afrodit’i bir kaza binmiş olarak gösteren betimlemeler de var.

Kuğular ‘tek eşli’ (monogam) oldukları için adanmışlığın ve içten bağlılığın (sadakatin) simgesi sayılıyor.

Hint söylencebiliminde, edebiyatında ve sanatında yinelenen bir örge (motif) olan Hamsa, kuğu ve/ya da kazı anlatan iki su kuşunun anılışı. Hamsa inciyle beslenirmiş ve suyla karıştırılmış sütten salt sütü ayrıştırarak içebilen bir kuşmuş.

(Solda) Hamsa ve Saraswati, 19. yy. Hint resmi;
(sağda) Raja Ravi Varma[15]: “Hamsa Damaynati ile konuşuyor”, 20. yy. başları

Hamsa’ya binmiş Brahma, 1700’ler;

Hamsanın tinsellik ile yaşamın kusursuz uyumunu simgelediğine inanılıyor. Dolayısıyla, Yüce Ruh ya da Brahman’la özdeştiriliyor. Hamsanın uçuşu, Hinduizm’de samsara diye adlandırılan sonsuz süren doğum, ölüm, yeniden doğum döngüsünden ruhun kaçışını da simgeliyormuş.

Hinduizm, kuğunun suda yaşamasına karşın tüylerinin ıslanmaması gibi “ikiliğin olmadığı” anlamına gelen Advaita’yı[16] izleyen birinin bu madde dünyasına uyum sağlayarak yaşama çabası göstermesine karşın gerçek anlamda bu dünyadan kopuk olduğu ve bu dünyanın hayal ürünü doğasından etkilenmediğini benimsemiştir.

Washington Endonezya Elçiliği arazisi içindeki Saraswati yonutu:
Endonezya’nın Bali adası kültüründen ve inançlarından esinle
tasarımlanmış olan yonut

Hindu bilgelik tanrıçası Saraswati’yi vahanası
kuğuya binmiş olarak birlikte kitap okumakta olan
3 çocuğunu gözlerken gösteriyor.

Tanrıça bir elinde bir çalgı,
ikinci elinde bir kitap tutuyor,
üçüncüsüyle tespih çekiyor,
dördüncü eliyle kutsuyor.

Hamsa, saflığın, ayrıklığın, kutsal bilginin, prananın[17], yani evrende var olan tüm enerjinin toplamı olan kozmik evrensel enerjinin ve en yüksek tinsel başarının simgesi. Yaratılışının sınırlamalarını aşarak, karada yürüyebiliyor, havada uçabiliyor ve suda yüzebiliyor. Budizm Hamsa’yı kutsal buluyor.

Hamsa, Hint Bilgi tanrıçası Saraswati’nin taşıtı, yani “vahana”sı olarak, genelde tanrıçanın ayaklarının dibinde oturan bir beyaz kuğu olarak betimleniyor. İçimize çektiğimiz havaya “ham”; dışarı verdiğimiz nefese “sah” denildiğine göre, Tanrıça Saraswati’nin, simgesel olarak, varoluşun esasına — soluğumuza bindiği yorumlanıyor.

Keltlerin tarih öncesi dönemlerinde bile kuğunun önemli bir söylence ögesi olduğu Geç Bronz Çağı ve Erken Demir Çağına ilişkin yapıtların bulunmuş olmasıyla da doğrulanmış. O dönemlerden kalma görsel

bulgular kuğunun güneş simgeleriyle ilişkilendirildiğini ortaya koyuyormuş.

Kuğu, güneşle ilişkisi dolayısıyla Kelt tanrılarıyla bağlantılı. Kuğu, doğan yeni günün utkusunu ve biten günün vedasını simgeliyormuş.

Kelt söylencebilimine göre, öteki dünya sakinleri yaşadığımız dünyaya gelmek isterlerse kuğu olurlarmış.

İrlanda edebiyatında kuğudan bolca söz edildiği belirtiliyor.

Aynı zamanda babası olduğu insan biçimine girmiş tanrı Lugh’un İrlandalı söylence kahramanı Cu Chulainn döneminde büyük bir büyülü/sihirli kuğu topluluğu ortaya çıkmış ve kraliyet sarayı çevresini kırıp dökmüş. Cu Chulainn, bir yetişkin olarak kalabalık bir kuğu sürüsüyle ilişkilendiriliyor. Söylenceye göre kuğu sürüsü Samhain’deki bir göle konmuş. Cu Chulainn tüm sürüyü tutsak etmiş. Her iki omuzuna da kondurmak isteyen kadınlara ikişer kuğu dağıtmış. Eşine verecek kuş kalmamış. Eşinin suratını görünce Cu Chulainn dünyanın en güzel kuşlarını yakalayıp ona vereceğine söz vermiş. O sırada gölün üzerinde iki kuğu belirmiş. Birbirine bağlı oldukları kırmızı altın zincir parlamış. Cu Chulainn kuşlara saldırmış. Karısı kuğuların sihirli güçleri olduğunu duyumsayıp saldırmaması kocasını için uyarmış. Karısının uyarısına karşın saldırısını sürdüren Cu Chulainn kuşlardan birini kanadından yaralamış. İki kuğu da suya dalmışlar. Biraz sonra sudan (‘gözyaşı’ anlamına gelen) öteki dünyalı iki kadın, Fand (ya da ‘zayıf’, ‘yardıma muhtaç’ anlamına gelen Fann) ile kız kardeşi (‘güzel’ demek olan “Li” ve ‘kadın’ demek olan ‘Ban’ sözcüklerinden oluşmuş adıyla) Li Ban olarak su yüzüne çıkmışlar, kıyıdaki Cu Chulainn’in bayıltıncaya değin kırbaçla dövmüşler.

Oenghus’un Düşü” bir başka söylencedir:

Başının çevresinde ötüşen kuşlar dolaşan Kelt aşk, gençlik, ve şiirsel esin tanrısı Oenghus, düşünde gördüğü Kelt uyku ve düş tanrıçası Caer Ibormeith’e âşık olur. Oenghus, kuğuların yaşadığı göle gider, orada 150 kadın görür. Kadınlar İkişer ikişer gümüş birer zincirle birbirilerine bağlıdırlar. Caer’in zinciri altındandır. Göldeki kadınlar bir yıl insan, bir yıl kuğu olmaktadırlar. Oenghus, Caer ile evlenmeden önce kuğu iken yanına almalıdır. Kadınlar kuğuya dönüştüklerinde Oenghus içlerinden en çok benzettiği birine Caer diye seslenir. Üç kez gölün çevresinde uçtuktan sonra Oenghus’un Kalesine giderler.

Kuğularla ilgili bir başka söylence deniz-tanrı Lir’in çocukları hakkında: Kıskanç üvey anne Eva, Lir’in çocuklarını kuğuya dönüştürür. Çocuklar 300 yıl boyunca kuğu olarak kalacaklardır. Ne var, bir Kuzeyli prens bir Güneyli prensesle evlenir, çanlar çalar, çocuklar yeniden insana dönüşürlerse de çok yaşlı oldukları için ölürler ve gömülürler.

Cu Chulainn; karısı Emer;

Oenghus, Viktoryen dönem betisi; (sağda) Caer Ibormeith

Violet Russell’ın “Şafak Kahramanları” kitabı için Beatrice Elvery’nin çizdiği Aengus (Oenghus);
(sağda) “Aengus ve Caer”

(Solda) “Kral Lir ve çocukları”: H.R.Miller, 1905; sağda) Jim Fitzpatrick, 1983

John Duncon[18]: “Lir ve çocukları”,1914

 

Rhiannon Arberth’te ata biniyor, kitap çizimi

Gal tanrıçası Rhiannon hem atların hem de kuşların tanrıçası. Üç sihirli kuşu varmış. Öyle tatlı tatlı öterlermiş ki, canlıyı uyutur, ölüyü diriltirmiş ötüşleri. Kuşlardan birinin (tatlı tatlı öttüğü söylenemezse de) karga olduğu sanılıyor.

İskandinav söylencebilimine göre, Savaş tanrılarının mekânı olarak bilinen, sıkıca örülmüş taş bloklarla çevrili Asgard’ta bulunan kutsal kuyu Urd’un son kertede saf, temiz ve berrak suyunu içtikleri için kuğuların rengi beyaz olmuş.

Kimi Türk boyları kuğudan türediklerine inanırlarmış. Örneğin Altayların bir kolu olan Ku’lar. Ku’lar Ruslar’ın verdiği adla Lebedler diye anılıyorlar. Lebed, Rus diline “kuğu” demekmiş. Lebedler de kendilerine “Ku Kiji”, yani “Kuğu Kişi” derlermiş. Eski Moğolcada Hun/Kun sözcüğü “kuğu” demekmiş. Bu sözcük aynı zamanda insan anlamına geliyormuş.

Kuğuların güzel kadınlara, güzel kadınların kuğulara dönüşmesi söylencesi Anadolu kültüründe de yaşıyor ki, örneğin şöyle bir Hatay türküsü var:

“Ak kuğular sökün etti yurdundan,
Koç yiğitler yanamıyor derdinden
Sabah namazında Belen[19] ardından
Saydım, altı güzel indi pınara”

Ayısıt/Ayzıt, Sümerlerin İştar ve Yunanların Afrodit’ine benzeyen Türk ve Altay söylencelerindeki Güzellik Tanrıçası. Türk söylencebiliminde “aşk“ ışıkla ilişkili olduğu için “Ay” kökünden türeyen adı ‘ay gibi parlak’ anlamına geliyormuş. Ayığsıt/Ayıhıt/Ayısat Hatun/Hanım diye de anılıyor. Aşkı ve güzelliği simgeleyen Ayzıt’ın ongunu[20] kuğu. Kuğular, bu nedenle kutsal sayılıyor ve dokunulamıyormuş. Kuğuların biçim değiştirmiş kutsal kızlar olduklarına inanılıyormuş. Kızlar kuğunun beyaz tüyünü giyinince kuğu, çıkarınca kız olurlarmış.

Ayzıt ve 2 kızı

Ayzıt gümüş tüylü bir kısrak görünüşüyle gökten yere inermiş. Kısrak kılığındayken kuyruk ve yelelerini kanat gibi kullanırmış. Şaman dualarında, başında ak bir kalpak, omuzlarında ak bir şal, diz kapaklarına değin siyah çizme giymiş olarak tanımlanır, öyle anılırmış. Bebekleri, kadınları hayvanları ve hayvan yavrularının koruyucusuymuş. Bebeğin ağzına “süt yolu”ndan (milkway/samanyolu) getirdiği bir damla sütü damlatınca bebek can bulurmuş. Ayzıt’ın kızları da büyülü beyaz tül giyince kuğuya dönüşürlermiş. Ayzıt, insanların yaşadıklarını, çizilmiş kaderlerini Altın Kitap’ta toplarmış. Sarayına herkes giremezmiş. Bekçileri kötü niyetli kişileri, gerekirse ellerindeki kırbaçları kullanarak saraya sokmazlarmış.

Güney Ural ve Ural Dağları bölgesinde yaşayan ve Türk dili konuşan Başkurtlar’ın söylencelerinde Humay adında bir kuğu kızının Başkurtların anası olduğuna inanıldığı için kuğuların öldürülmesi yasakmış. “Ural Batır Destanı”nda Humay’ın hem güneşin kızı olduğu, hem de parlak sarı saçlarıyla dünyayı aydınlattığı için güneşin kendisi olduğu öne sürülüyormuş. HumaySamray Kuş Ülkesi”nin sahibiymiş. Ülkesinin insanları, hayvanları, kuşları bir arada barış içinde huzurlu bir yaşam sürdürüyorlarmış. Kuğuya dönüşebildiği gibi, gökyüzünün ve gökyüzünde yaşamakta olan kanatlı beyaz at Akbuzat’ın da sahibi olan Humay, iyilik tanrısı Ural Batır’ın karısı; yaşam, bereket ve mutluluk tanrıçası.

Kazakistan Yedisu Bölgesinde bulunan, başında üç dilimli tacı ve elinde Türk Ant Kadehi[21] ile
Tanrıça Umay Ana Heykeli; Selçuklu Umay Ana, 12-13.yy

Selçuklu Rölyef,
Tanrıça Umay Ana’nın arketipik görünüşlerinden olan Huma kuşu, 13.yy.;

İran Umay Ana-Huma Kuşu

Selçuklu seramik pano, 13. yy

Tanrıça Umay Ana betileri

Alp yonutlarına örnek

Ural Batır Destanı’nda yer alan yeryüzünü ve yaşamı yaratan 2 kuğudan biri güneşi simgeleyen Humay, öteki ay’ı simgeleyen Ayhulu. Bu iki söylence simgesi tanrıça Umay’ın iki yüzünü oluşturuyormuş.

“Kırgızlar arasında Umay’ın iki manası vardır: 1-Umay, efsanevî bir kuştur, ki yuvasını havada yapar. 2-Çocukların hamisi olan efsanevî bir kadın. (…) Başkurt folklorunda kutsal kuşlar arasında en çok sevilenler, efsanevî kuş Samray (Göğün hakimi) ve Humay’dır. Tanrının (Samray) iki kızı vardır: Koyaş Hanım’dan olan Humay ve Ay Hanımdan olan Ayhılu. Efsane ve rivayetlerde Humay, Başkurtların en eski atası ve koruyucusu olarak tasvir edilir. O, yeryüzündeki Batır-Ural ile evlenir ve bir oğlan çocuk doğurur. Bu çocuk yedi büyük Başkurt boyunun en eski atasıdır, insanların, hayvanların ve kuşların Ural dağlarında yerleşmesinde Humay’ın etkili payı vardır. Batır-Ural’ın ölümünden sonra, ona olan sadakatinden dolayı bir kuğu şekline dönüşür. Bütün kuğuların Humay’ın nesli olduğu, yani Başkurtların akrabası olduğu kabul edilir.” (Prof. Dr. Saadettin Gömeç: “Umay Meselesi”, (altayli.net)

“Umay/Omay/Imay/Ubay/Humay:“Ummak”,“Dilemek”, “Korkutmak” eylemlerini içeren (Um/Om) kökünden türeyen sözcük, “Etene (plasenta)” anlamını da barındırır. Koruyucu, şefkatli demektir. Umaç, hedef anlamına gelir. Omay sözcüğü seçkin, güzide anlamını da içerir. Umay Moğolcada rahim anlamı da taşır. Tunguzcada Omo/Umu kökü “yumurta bırakma” anlamına gelir. Eski Türkçede Uma/Umat/Ubat “yakmak”, Tunguzcada Omah/Umah ve Yakutça Umay “ocak” demektir ki, tanrıçanın ateşle olan bağlantısını da ortaya koyar. En eski Türkçe sözcüklerden biri olan Umay sözcüğü, Divân-ı Lûgati’t-Türk’te bugünkü “ana rahmindeki plasenta”yı tanımlayan “son, kadın doğurduktan sonra karnından çıkan sonu” olarak anlatılmaktadır. Orhun Yazıtları´nda da geçen Umay,  Türk ve Moğol söylencebiliminde bir bereket tini olup hamilelerin, doğmuş ve henüz doğmamış çocuklar ile hayvan yavrularının koruyucusudur.” (Kaynak: Vikipedi)

“Bazı tasvirlerde Umay’ın kanatlı çizilmiş olması tesadüf değildir. Başkırlarda Umay gerçekte (ötücü kuğu, ördek) tasvirindedir ve bu elbette “Ural-batır” destanındaki dişi-öten kuğu imgesi ile ilgilidir. (…) Efsaneye göre Umay, Güneş tanrısı Koyaş’ın kızıdır. Aynı zamanda Güneşle yer değiştirmiş gibidir. O, güzel, açık renkli, dağınık saçları ile dünyayı aydınlatmaktadır. Umay, Samray kuşunun iyilik gücüne sahiptir. Ölümsüz olan ve geleceği gören Umay, kızını, ötücü kuğuya çevirip kanatlı atı Ağbuzatla göğü gezer.” (Şahnaz Kemal: “Türk Mitolojisinde Umay Ana”, (gercekedebiyat.com/haber-detay)

***

“Ganymede’nin Kaçırılışı”, Aetos Dios; Rubens[22]: 1611; Rembrandt[23]

KARTAL:

 

Zeus kadınları kandırmak/aldatmak amacıyla çeşitli kuşların kılığına girer girmesine, ne var, kendisine adanan kuş kartaldır. Kartal, Zeus’un simgesidir.

Birçok resimde ya Zeus doğrudan kartal olarak, ya da kartal (simgesi) ile birlikte gösterilir.

“Ganymede’nin Kaçırılışı”, Aetos Dios; Thorvaldsen[24] 

“Kartal kılığında Zeus”

 Antakya kentinin kuruluşunda Zeus’un ve kartalının önemli rol oynadıklarını aktaran bir söylence var: Büyük İskender’in ölümünden sonra generallerinden Antiokos’un oğlu Selefkos, bugünkü Hatay’da kuracağı devletin başkenti için yer seçmeye çalışırken, kararsız kalınca Zeus’tan kendisine yardımcı olmasını dilemiş. Duasının kabulü için kurban kesmiş. O sırada bir kartal gelmiş, kurban etinin bir parçasını kapıp havalanmış, eti deniz kıyısına bırakıp geri dönmüş. Bu kez, daha büyük parça bir et parçası kaparak bugünkü Asi (Orante) Nehrinin sol kıyısına bırakmış. Selefkos, kartalın Zeus tarafından gönderilmiş olduğu inancıyla küçük parça kurban etinin bırakıldığı deniz kıyısına liman, büyük parça kurban etinin bırakıldığı Asi Nehrinin solunda kalan bölgeye de bir kent kurmuş. Kısa sürede kurulan kente Selefkos babasının adını vermiş: “Antiohia”.

Periphas 

“Zincirlenmiş Prometheus ve ciğerini yiyen kartal”: (Solda)
Gustave Moreau[25], 1868 (Sağda) Çömlek resmi

 Aetos Dios, Zeus’un (altın) kartalı, söylenceye göre, kökende, çok iyi, adil, çok sevilen dindar bir yönetici ve Apollon’un rahibi olan Attika Kralı Periphas’tır. Attika halkı, kral Periphas’ı Zeus’la eşdeğer konumda görmeye, Zeus ile Periphas’ı bir tutmaya başlayınca, Periphas’ı ortadan kaldırmayı planlar Zeus. Bir yıldırımıyla Periphas’ı küle çevirmek ister. Gelgelelim, Apollon Zeus’u vazgeçirir. Zeus, Attika Kralını bir kartala dönüştürmekle kalmaz, bütün kuşların kralı olduğunu duyurur, asasını taşımakla görevlendirir ve kendisine simge seçer. Ganymeda’yı kaçırıp Zeus’a getiren kartal, Aetos Dios’tur ama Zeus’un kendisini dinlemediği için cezalandırdığı Prometheus’un ciğerini gagalayarak yeme görevini verdiği kartal Aetos Dios değildir.

Jacopo Tintoretto[26]: “Sütlü Yolun (Samanyolunun) kaynağı”, 1575

Rubens: “Jupiter and Callisto”,

1613; “Kartal Ana”

Bir mozaik resimde Aetos Dios’un Ganymeda’yı kaçırışı görülür. Rubens ve Rembrandt da aynı konuda yapıtlar vermişlerdir. Danimarkalı yonut sanatçısı Thorvaldsen Ganymeda’yı kartal kılığına girmiş Zeus’a ambrosia içirirken betimlemiştir. Tintoretto’nun ve (gene) Rubens’in (bu sayfalarda yer alan) resimlerinde, Zeus’un kartalı pençesinde baştanrının yıldırımlarını taşır olarak görselleştirilmiştir. Zeus’un kartalı, sadece Zeus’un her an kullanabileceği yıldırımlarını taşımakla kalmaz, kullanılmış olanları toplayıp yeniden kullanılmasını sağlar.

Kartal, her zaman, bugün de gücün, yetkenin, yenginin, yüksek konumun, yiğitliğin, kahramanlığın simgesi. Özellikle Göktürk (552-745) ve Uygur (745-840) devletleri dönemlerinde kartal kağanların, hükümdarların, yöneticilerin, güneşin, gücün ve erkin yanı sıra koruyucu ruh ve adaletin simgesiymiş. Gök tanrının temsilcisi sayıldığı için kartala kurbanlar sunuluyormuş. Büyük gövdeli ve güçlü bir kuş olduğu için kartal kralların ve imparatorların ruhuyla ilişkilendirilmiş. Romalılar yöneticilerinin cenaze töreninde bir kartalı azat ederler, — uçururlarmış. Uçurulan kartalın ölen yöneticinin ruhunu cennete taşıdığına inanılırmış. Kartal Türklerin de ulusal simgelerinden biri olagelmiş.

Şamanizm inançlarının bugün de Ortodoks inançlarıyla birlikte yaşadığı Yakutistan’da, “ilk şaman”ın bir kartal olduğu söylencesi anlatılırmış.

Şamanları yeryüzüne kartal ana getirmiş olduğu için Er-Töştük Destanındaki kartalın cinsiyeti ‘dişi’ imiş. Yakutlar güneşin simgesi olduğu inancıyla kartala “güneş kuşu” derlermiş.

Türk Tarih Profesörü Bahaeddin Ögel (1923-1989) “Türk Mitolojisi” adlı çalışmasının ilk cildinde, Buryat Moğollarının[27] ilk şaman hakkındaki bir söylencesini anlatır:“Çok önceleri, ne hastalık ne de ölüm varmış. Fakat zamanla kötü ruhlar yeryüzüne çıkıp, insanlara kötülük getirmeğe başlamışlar. Bunun üzerine de tanrı insanlara yardım etsin diye gökten bir kartal göndermiş. Kartal yeryüzüne inmiş ve insanların arasına gelmiş. Onlarla anlaşıp, birleşmek istemiş. Fakat ne o insanların ve ne de insanlar onun dilini ve düşüncesini anlayabilmişler. Kartal bakmış ki olmayacak çaresiz yine göğe dönmüş ve tanrıya olduğu gibi her şeyi anlatmış. Tanrı başka bir yol düşünmüş ve kartala şöyle bir tavsiyede bulunmuş. Demiş ki in yeryüzüne ve karşına çıkacak ilk insanı, senin dilini anlayabilecek bir şaman yap. Bunun üzerine kartal yine kanatlarını açmış ve inmiş yeryüzüne. Bakmış ki bir ağacın altında bir kadın uyuyor. Bu kadını kocasından ayırmış ve onunla yaşamağa başlamış. Kadın böylece kadından gebe kalmış ve sonrada kocasına dönmüş. Ayı ve günü dolduktan sonra kadın bir erkek çocuk doğurmuş. Çocuk zamanla büyüyerek büyük bir şaman olmuş. Yeryüzünün en büyük şamanı ve bütün şamanların atası da bu olmuş. (Bazılarına göre ise yeryüzünün ilk şamanı, kartalla münasebette bulunan bu kadın idi.)”                                                                       

(Soldan sağa) Endonezya, Tayland’ın ulusal; Moğolistan başkentinin resmî belirtkeleri

Gene Ögel’e ve de Yaşar Çoruhlu’ya göre, Şamanlık döneminde Türk boylarının kartalı yerle gök arasındaki demir kapıyı tutuyor, şimşekleri, yıldırımları ve benzeri doğa olaylarını yönetiyormuş; aynı zamanda, iyiliğin habercisi, bilgeliğin ve sonsuzluğun simgesi imiş.[28] Kuzey Asya Türk boyları kartal kanadını bir kez sallayınca ilkbaharın geldiğine inanıyorlarmış.

Çift başlı kartal motifi, çok eski zamanlardan bu yana birçok toplulukça kullanılmış. İskitler, Hunlar, Göktürkler ve Selçuklular da çift başlı kartal simgesini bolca kullanmışlar. Göğün en üst katında ve göğün yere açılan kapısında, yeri göğü bağlayan “Dünya Ağacı‟nın tepesinde oturan çift başlı bir kartal, göklerin korunmasıyla görevliymiş. Tanrıya açılan göğün kapısını tanrının simgesi olan çift başlı bir kartal beklermiş. Başkurt halkbiliminde yer alan iki başlı kuşun da çift başlı kartalla ilişkili olduğu yorumlanıyor. Türk topluluklarının kimi söylencelerine göre kartal, sadece göğün değil, aynı zamanda yer altındaki yaşamın da simgesi. Kartalın yedi gün yer üstünde, yedi gün de yer altında avlandığına inanılıyormuş. Dolayısıyla, çift başlılık, yer altı yer üstü, gece gündüz, doğu batı gibi ikili bir düşünce

(Soldan sağa) Hayat Ağacı kabartma; Kubatabat çini pano; Türk halıda hayat ağacı

“Bürküt”; Tanrı Vişnu’nun eşiyle birlikte bindiği Garuda kuşunu betimleyen bir Hint minyatürü

Yakutlar, “gök direği” dedikleri, ağaçtan yontulmuş, üzerine “gök kuşu” denilen çift başlı kartal işlenmiş “Yaşam Ağacı”nın[29] simgeleyen sırıkları yurtların yanına ya da yerleşimlerinin merkezine dikerlermiş. Dünyanın direği olduğu düşünülen bu sırığın göğe değin uzandığına inanırlarmış. Çift başlı kartalın kuş şeklindeki ruhları koruduğu düşünülürmüş.

Yakutlar çift başlı kartala “öksökö kuşu” derlermiş. Çift başlı öksökö kuşu gökten yıldırım indirirmiş. Kartal anlamına gelen bir öteki Türkçe sözcük “bürküt”, özellikle büyük kartalları tanımlamak için kullanılıyormuş. Bürküt’ün tırnakları bakırdanmış. Sağ kanadı ile güneşi, sol kanadı ile ay-ı kaplarmış. “Gök kuşu” diye de anılıyor. Gök direklerinin ya da kayın ağacının tepesinde betimlenen çift başlı kartal, İyilikler tanrısı Ülgen’in simgesi.

Başkurt efsanesinde “Semrük” adındaki kuş iki başlı kartal. Başlardan biri insan başı da olabilirmiş.

Ulusal halkbilim araştırmacıları kartal simgesinin Asya’da yaşayan Türk boylarının göçleriyle Batıya taşındığını saptamışlar. Özellikle Selçuklu mimarlığında bol kullanılmış çift başlı kartal figürünün Oğuz Türklerince Hazar Denizi’nin güneyinden Orta Doğu’ya ve Anadolu’ya; Kuzeyli Türk topluluklarınca Hazar Denizi’nin kuzeyinden Avrupa’ya taşınmış olduğu belirtiliyor.

Selçukluların yanı sıra, Orhun yazıtlarında, Avarlar’da, Hakaniler’de, Peçenekler’de çift başlı kartal figürü kullanılmış.

Hint söylencelerindeki insan gövdeli, kartal başlı, kanatlı ve pençeli yaratık Garuda diye anılıyor. Hinduizm ve Budizm dinlerinde yer bulan Garuda Lord Vişnu’nun vahanası (binek hayvanı/taşıtı). Yaşam Ağacı‘nın dallarındaki bir yuvaya bırakılmış yumurtadan çıkan Garuda‘yla ilgili birçok söylence var. Söylencelerde Garuda, naga adlı kutsal yılanlarla savaşır. Tanrılarla giriştiği bir savaşı yitirince tanrı Vişnu‘nun binek hayvanı olmuştur.

Garuda, Endonezya ve Tayland’ın ulusal ve Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur (Ulaanbataar/Ulan Bator) kentinin resmi belirtkelerinde (amblemlerinde) yer alıyor.

Ulan Batur’un belirtkesinde Garuda kuşunun pençelerinde bir yılan tuttuğu izleniyor. Kökende, birçok betimlemede kartalın yılan ya da ejderhayla savaştığı gözlenir. Bu savaşımın karanlıkla aydınlığın, yeryüzü ile yeraltı dünyası arasındaki gerilimi anlattığı savunulur. Amerikan yerli halkının inanışına göre kartal, söylence kahramanıdır; Kuşa dönüşmüş bir avcı ya da kasırga, savaş ve avlanma ruhudur. Sibirya söylencebiliminde de kartal önemli bir kahramanmış.

4 İncil yazarını; Aslan Markos’u, Boğa Luka’yı, İnsan Yüzlü Melek Matta’yı ve Kartal Yuhanna’yı temsil eder

 Kartal, dört İncil yazarından biri olan Aziz Yuhanna’nın da simgesi.

Çift başlı kartal figürü ilk kez, M.Ö. 3000 sonlarıyla 2000 başlarında, Mezopotamya’da görülür. Hititliler ve Sümerler çift başlı kartalı simge olarak kullanmışlar. Daha sonra Akadların, Asurluların, Sasanilerin, Bizanslıların ve Türklerin bu simgeyi kendilerine göre uyguladıkları izlenmiş. Hattuşa, Alacahöyük ve Yazılıkaya’daki kabartmalarda, çift başlı kartal görülür.

Bir Babil armasının yeni çizimi; İÖ 14. yy.

bir Asur Kralının çift başlı kartallı arması

Alacahöyük’te çift başlı kartal kabartması

(Solda) İstanbul Fener Rum Patrikhanesindeki Bizans çift başlı kartal kabartması;
(sağda) Selçuklu hanedan arması

12 yy. Selçuklu vazosunda çift başlı kartal

 

ABD arması, Emniyet Genel Müdürlüğü arması; Konyaspor Kulübü arması

 Orta Asya’da çift başlı kartalın nazarlık, tılsım amaçlı ve güneş simgesi olarak benimsendiği de saptanmıştır. Roma İmparatorluğunun arması Doğu’da ve Batı’da egemen olunduğunu simgeleyen çift başlı kartal idi.  Çift başlı kartal figürünün çok sayıda farklı kültürlerce benimsendiği anlaşılıyor.

Selçukluların simgesi de çift başlı kartaldı.

(Soldan sağa) Arnavutluk bayrağı;
Hollanda Arhnem kenti arması;
Rusya St. Petersburg’taki Rusya çift başlı kartalı

Edvard İsto: “Saldırı”, 1899

 Günümüzde  Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan devletlerinin bayraklarında ve farklı ülkelerdeki birçok kentin ve kuruluşun,  armalarında, amblemlerinde çift başlı kartal figürü yer alıyor.[30] ABD’nin armasındaki kartal, pençelerinin birinde Zeus’un yıldırımlarını, diğerinde zeytin dalı tutar.[31]

Edvard İsto[32] adlı Finlandiyalı ressam, 1889 yılında, yağlıboya ile “Hyökkäys/Saldırı” adını verdiği bir tablo yapar. Resimde Rus çift başlı kartalın Finlandiya’yı simgeleyen bir kadına saldırdığı ve kadının elindeki yasa kitabını parçaladığı betimlenmiştir. Resim görülür görülmez, Finlandiya’yı “Ruslaştırma” çabalarına karşı hareketin simgesi olur ve binlerce kopya basımı ülkenin her yanında dağıtılır.

 

Önder ŞENYAPILI

 

Sonraki yazı: HER KUŞUN NE ÇOK ÖYKÜSÜ VAR (2)

TAVUS KUŞU, BAYKUŞ

dipnotlar :

[1] Little Garden of Paradise

[2] Sırasıyla: Great tit; robin; holdfinch; waxwing; hoopoe; blue tit.

[3] Kur’an, yedi değişik sûrede, on altı yerde Hz. Süleyman’dan söz ediyor. Âyetlerden ikisi Hz. Süleyman’ı pey­gamberlerin arasında sayıyor. Neml Suresindeki, Hüt hüt kuşu, Hz. Süleyman ve Seba Melikesiyle ilgili olarak yer alan (kimi) âyetler şöyle: “Kuşlan teftiş etti, (içlerinde hüdhüdü bulamadı) dedi ki: “Neden hüdhüdü göremiyorum, yoksa kayıplardan mı ol­du?”; “Çok geçmeden (hüdhüd) geldi: “Ben, dedi, senin gör­mediğin bir şey gördüm ve Sebe’den sana gerçek bir haber getirdim”; “Ben onlara hükümdarlık eden bir kadın buldum, kendisine (kralların muhtaç olduğu) her şey verilmiş ve onun büyük bir tahtı var.”; “Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe secde ettik­lerini gördüm. Şeytan, onlara işlerini süslemiş de onları doğru yoldan çevirmiş, bu yüzden yola gelemiyorlar”; “(Süleyman): “Bakalım, dedi, doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın?”; “”Bu mektubumu götür, onlara at, sonra onlardan biraz öteye çekil de bak, neye başvuruyorlar (ne yapacaklar)”; “(Hüdhüd mektubu götürüp attıktan sonra Sebe meli­kesi) danışmanlarına dedi ki: “Ey ileri gelenler, bana çok önem­li bir mektup bırakıldı.” (Hüseyin K. Ece: Hz. Süleyman, Beyan Yayınları)

[4] Kitap Türkçeye de çevrilip yayımlandı. Yazarın adı bendeki Türkçe basımında Feridüddin Attar olarak geçiyor. Türkçe basımda “Kuş Dili” olan kitap adı, kimi kaynaklarda “Kuşların Diliyle” diye anılıyor. 3. Basımı da 2015 Eylülünde ataç yayınlarınca yapılan kitabın çevirmeni Ayhan Yıldırım. Kitabın başında Attar hakkında verilen bilgilere göre, Attar’ın doğum tarihi 1158 olarak benimsenmiş olsa da kimi kaynaklarda Nişabur’da 1120 yılında doğduğu belirtiliyormuş. Asıl adı İbrahim imiş. Hekim ve eczacı olduğu için Attar diye anılır olmuş. Gene kimi kaynaklarda 1230 yılında Moğollarca şehit edildiği öne sürülüyormuş.

[5] Guguk kuşunun ötüşünü herkes kolay kolay duyamazmış. Güçlü sesine karşın, görüntüsü ağaçların görüntüsüyle uyum gösterdiği için çok zormuş fark etmek!

[6] Prof. Dr. Sim Sakaoğlu: 101 Türk Efsanesi, Akçağ, 2000

[7] Kaynak: Öznur Tanal: “Anadolu’nun Efsanevi Kuş Anlatıları-2”, www.antalyabugun.com/makale/anadolu8217nun-efsanevi-kus-anlatilari-8211-2-13892.html

[8] Cesare da Sesto (1477-1523), İtalyan ressam.

[9] Antonio da Correggio (1490-1534), İtalyan ressam.

[10] Peter Paul Rubens (1577-1640), Flaman ressam.

[11] Gustave Moreau (1826-1898), Fransız sembolist ressam

[12] Robert Cockle Lucas (1800-1883), İngiliz yonut ve fotoğraf sanatçısı.

[13] Nicholas Kalmakoff (1873-1955), Rus ressam, tiyatro dekoratörü.

[14] Marcel Mey (1886-1972), Fransız fotoğrafçı.

[15] Raja Ravi Varma (1848-1906) Hint ressam.

[16] Advaita Vedanta Devanagari, tüm Vedanta okulları arasından en çok bilineni ve Batı’da en etkili olanıdır. Vedanta, “Vedaların sonu” (“Veda” sözcüğü “bilgi demektir.) anlamında Sanskritçe  bir sözcük ve Hindu dharshanalarından (felsefi okul) biri. Advaita sözcüğü ise “ikiliksiz” demek ve tekçi (monist) bir sistem. Advaita kelimesi bu bağlamda Benlik (Atman) ile Evrensel İlke’nin (Brahman) özdeşliğini tanımlar. Brahman, üçlü tanrı sistemi Brahma, Vişni, Şiva’daki Brahma ile karıştırılmamalıdır.

(Kaynak: tr.wikipedia.org/wiki/Advaita_Vedanta)

[17] “Yoga bilimine göre, Prana, evrende var olan tüm enerjinin toplamı olan kozmik evrensel enerjidir. Bu enerji, her ne kadar havanın kimyasal bileşiminde bulunuyorsa da akciğerlerimize soluduğumuz havada var olduğu kabul edilmektedir. Prana, soluduğumuz havada, yediğimiz besinde, içtiğimiz suda, güneş ışınlarında bulunur. İster hayvansal, ister bitkisel olsun, yaşamın her türü Prana’ya bağlıdır. Söylenene göre zihnini iradesinin denetimi altına alan yogi, Prana’yı da denetimi altına almış demektir. (…)Prana, başta akciğerler olmak üzere tüm bedenin kullandığı enerjidir. (…) Parana, ister kozmik radyasyon, ister yaşam gücü olarak adlandırılsın, evrende onsuz hayat düşünelemez. Bu enerjinin bedenimizde olduğunun bir diğer kanıtı olarak ise, bizi nefes almaya mecbur eden güçtür.” (tr.wikipedia.org/wiki/Prana)

[18] John Duncon (1866-1945)

[19] Belen Hatayın 15 ilçesinden biri, Amanos dağlarında yer alıyor ve İskenderun’a yakın.

[20] Ongun, eski Türklerin inancında, içinde bir ruhu barındıran bir cismin adı/anılışı. Başka eski inanç sistemlerindeki totemler gibi eski Türk boylarının her birisinin kendine özel, genellikle kendi boylarını koruduğuna inandıkları kutsal bir havyan ya da büyük bir atalarının ruhunu barındırdığına inandıkları bir cisim olan bir ongunu varmış.

[21] Türk Ant Kadehi: “Savaş, barış, erginlenme, ölüm ve ebedi hayat temaları ile ilişkilendirilen ant içme ritüeli, Türklerin en arkaik ve kadim geleneklerindendir. Ant içme merasiminin en eski görsel ikonografilerini, sonsuzluğa uğurlanan ve ellerinde kadeh tutan Alp heykellerinde görebiliriz. Savaşta ölen Alpler için dikilen bu heykeller, onların hayat suyu içerek öteki yaşamlarında sonsuzluğa kavuştuklarını anlatır. Kolektif bilinçaltında binlerce yıl varlığını koruyan ve kuşaktan kuşağa aktarılan “Ant İçme Töreni” ve buna bağlı merasimler günümüzde de sürdürülmektedir.” (Nuray Bilgili: “Türklerde Ant Kadehi İkonografisi ve Ant İçme Ritüeli”, turkkozmolojisi.com) Türk Uygur Alp Heykelleri: Doğu Türkistan Karaşar. 6-7. yy. Türk Alp Şahsiyeti edebiyatta olduğu denli sanatta da önemli imiş. Gökyüzünde yaşayabilmenin koşulu Alp olmakmış. Budacı yapıtlarda, Budizmin kurucusunun bir yanında Alp öteki yanında Rahip dururmuş. İslâmdan sonra Alp-Eren tanımı kullanılmış. (Kaynak: Nuray Bilgili: “Türk Uygur Alp Heykelleri. Doğu Türkistan Karaşar. 6-7. yy”, turkkozmolojisi.com)

[22] Peter Paul Rubens (1577-1640), Flaman ressam.

[23] Rembrandt Harmenszoon van Rijn (1606 –1669), Hollandalı ressam ve baskı ustası.

[24] Bertel Thorvaldsen (1770-1844), İzlandalı/Danimarkalı yonut sanatçısı

[25] Gustave Moreau (1826-1898), Fransız sembolist ressam

[26] Jacobo Tintoretto (asıl adı: Jacobo Comin), (1518-1594) Venedik Cumhuriyetinde doğup ömrünü orada geçiren, çok sayıda resim yapmış Maniyerist akıma bağlı Venedik Rönesansı ressamı.

[27] Buryat Moğolları 13. Ve 14. Yüzyıllardaki akınlarıyla Yakutların Sibirya’daki Baykal Gölü dolaylarından kuzeye göç etmelerine yol açmıştır.

[28] Bahaeddin Ögel: “Türklerde kartal ve kartal arması”, Türk Kültürü, 118 ve Türk Mitolojisi, 2. Cilt, TTK, 1995; Yaşar Çoruhlu: Türk sanatında hayvan sembolizmi, Seyran Kitap, 1995

[29] Yaşam Ağacı  kökeni tarih-öncesi denilen devirlere kadar uzanan, başta Asya şamanist gelenekleri olmak üzere, pek çok gelenekte görülen bir simge. Yakut ve Altay Türkleri’nde yaşam ağacına Dünya Ağacı da denir. Eski Türk geleneğine göre, Dünya’yı ortasından (göbeğinden) Demir-Kazık Yıldızı’na (Kutup Yıldızı) bağlayan, dalları şamanlara yeryüzünden yüksek âlemlere yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaç. Demir Ağaç da denir. Dünya Ağacının üstünde kuşlar ve tepesinde de kartal bulunur. Kimi zaman dünya ağacı uzun bir sırık olarak düşünülür, sırığın tepesinde genellikle gök kuşu denilen kartal ya da çift başlı kartal bulunurmuş. Dünya Ağacı Türkler ve çevrelerindeki topluluklarca kutsal kabul edilen kayın ağaçları gibi ağaçlardan seçilirmiş. İlk şaman yaratıldığı zaman, yaratıcının çocuklarının bulunduğu yedi dallı bir huş ağacı yüce bir mesken olarak kurulmuş. Ayrıca üç ağaç daha dikilmiş. Bu kozmik ağacın tepesinde de Gök Tanrının bir biçimi olan kartal yer alırmış. Kartalın yanındaki kuşlar, geleceğin kam’larının ruhlarını temsil edermiş. Dünya Ağacının aynı zamanda orman kültüyle de ilgili olduğu anlaşılabilir. (Wikipedia ve çeşitli kaynaklar.)

[30] Türkiye’deki kimi kuruluşların, — örneğin, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Konyaspor’un, Selçuk Üniversitesi’nin,vb. armalarında çift başlı kartal figürü var.

[31] Armadaki ”çoktan tek” anlamına gelen Latince “e pluribus unum” sloganı, önceleri ABD’yi oluşturan ilk 13 koloninin birliği anlamında kullanılmış, sonraları ABD vatandaşlarının değişik kökenlerden gelmelerine karşın bir birlik oluşturduklarını vurgular olmuştur.

[32] Edvard İsto (1855-1905)

Kategoriler:   Eleştiri/Deneme/İnceleme, Öykü, resim