KIYMIK / Ender Özsarıkaya
Sabahlara uyanmak gelmiyor içimden. Göz kapaklarım ağır, külçe gibi. Günlerce uyumak geliyor içimden. Annem başıma gidip gelmekten usanır her sabah ama yine de vazgeçmez seslenmekten. Keşke okuyabilseydim. O zaman daha çok uyuyabilirdim, en azından haftada bir gün daha fazla. Hem tatiller de var… Ama buna imkân yok. “Ne yapalım oğlum!” diye boynunu büküyor annem. “Baba’nın durumu ortada. Sen de çalışmazsan…” Çalışmak zorundayım.
Çalışmayı seviyorum. Yalnızca uyanmak zor geliyor, bir de atölyede her önüne gelenin beni azarlaması. Bütün gün oradan oraya koşturdukları yetmiyormuş gibi, hepsi beni ezmeye çalışıyor sanki. Yalnızca patronlar değil; ustalar, sekreter, ocakçı, diğer işçiler bile… Bir tek Halil Usta arkadaş gibi davranıyor bana. “Aldırma!” diyerek omzuma dokunuyor, sinirden yüzüm ağlamaklı olduğunda. “Onlar henüz toplumsallaşamadıkları için böyleler.” diyor. “Dertleri seninle değil aslında. Baksana her fırsatta birbirlerinin de kuyusunu kazmaya çalışıyorlar…” Onu dinlerken rahatlıyorum. Ama her seferinde aklımda bir şey takılıyor, kıymık gibi. Sormadan duramıyorum; “Toplumsallaşmak ne demek?” Gülümsediğinde gözlerinin içi aydınlanıyor. “Bir arada olmanın, dayanışmanın önemini henüz kavrayamamışlar demek…” diyor. “Şunu bir an önce kavrayıp beni rahat bıraksalar ya! Bu kadar kolay şeyi anlayamayacak ne var?” Bu kez gülümsemesi kahkahaya dönüşüyor.
Annem seslenir seslenmez fırlıyorum yataktan. Şaşırıyor. Benim aylardır bu günü iple çektiğimi bilmiyor. Kahvaltıda, neşeli olmamı ertesi günün Pazar olmasına yorumluyor. “Yarın iyice bir uyur dinlenirsin.” diyor. “Baban da kendisini iyi hissediyor. Haftaya kalmaz o da işinin başına döner.” Evden çıkarken, her hafta olduğu gibi, haftalığımı sağlam bir yerde saklamamı tembihliyor.
Yokuş aşağı merdivenleri koşar adım iniyorum. Güneş yüzünü göstermiş ama hava serin. Havadan mı yoksa Gülşen’in heyecanı mı bilmiyorum ama iki katlı kırmızı boyalı evin bahçesine yaklaşırken bedenim ürperiyor. Bahçenin önünden neredeyse ayaklarımı sürüyerek geçiyorum. Aslında bu gün okul olmadığını biliyorum. Gülşen’le karşılaşmamız zor. Yine de erken kalkmış olmasını umuyorum, bahçede olmasını ya da bakkala ekmek almak için çıkmasını.
Onunla aynı okula gidiyorduk. Yaşıt olmamıza rağmen bir tek yıl bile aynı sınıfta okuyamadık. Şanssızlık işte. Okul zamanlarında da onu görebilmek için yanıp tutuşuyordum. Şimdi ise çok daha az rastlaşıyoruz. Ve her görüşümde tutulup kalıyorum. Yüzümü bir ateş basıyor, dilim tutuluyor sanki. Ne diyeceğimi ne yapacağımı şaşırıyorum. O ise her seferinde beni rahatlatmak ister gibi yumuşacık gülümsüyor. Ben de gülümsemeyi deniyorum ama ağzımın buzu bir türlü çözülmüyor işte. Bu yüzden, durmadan, mektuplar yazıyorum. Vermeye cesaret bulamadığım için de mektuplar evde birikip çoğalıyor. Tıpkı her geçen gün Gülşen’in içimde birikip, çoğalması gibi.
Sokaklar neredeyse boş. Benim gibi erken saate işe giden birkaç kişi, başları önlerinde hızlı adımlarla yürüyorlar. İki araba parası birden vermemek için her gün bu yolu yürümem gerekiyor. Yoksa haftalığın yarısı yola gider. Oysa aylardır para biriktirebilmek için, bazen öğlen yemeği bile yemiyorum. Çoğunlukla evden götürdüklerimle yetiniyorum. Harçlığımın bana kalan her kuruşunu dikkatli kullanmak zorundayım. Bu yüzden çok sevdiğim şekerlerden bile almıyorum. Hep bu gün için; Sıhhiye’deki o fotoğraf makinesini alabilmek için.
Gülşen’den sonra hayatımda en sevdiğim, en çok istediğim şey bu makine. Hemen her hafta sonu o pasaja gidip vitrinin önünde dikiliyorum. Satılacak diye içim gidiyor. Bir dokunuşla karanlığında hayatı aydınlatan o büyülü makine rüyalarıma giriyor. Onu elimde tutmak, koklamak, düğmelerini kurcalamak için tam bir yıldır bekliyorum. Şimdiden birkaç tane film aldım bile. Bir de eski bir fotoğrafçılık kitabı. Her satırını defalarca okudum.
“Çok mu istiyorsun bu makineyi?” diye sormuştu adam. “Kullanmayı biliyor musun peki?” Neden bilmem, utanmış gibi, her sorusunu başımı sallayarak yanıtlıyordum. Her hafta sonu vitrinlerin önünde dolaşıp durmam dikkatini çekmiş. Önceleri şüphelenmiş ama sonra temiz yüzlü bir çocuk olduğumu düşünmüş. Beni içeri çağırıp bir de çay ısmarladı. Ona okuduğum kitabı anlattım. “Bu işler kitapla olmaz.” dedi. “Bu aletler acayip makinelerdir. Ya birden senin bir parçan oluverirler ya da hayat boyu sana yabancı kalırlar. Ne kadar okursan oku boş…” O makinenin benim bir parçam olacağını biliyorum. Uzun uzun fotoğraf çekmenin inceliklerini anlatıyor bana.
Makine’nin üzerinde altı yüz lira yazıyordu. “Paranı hazırla gel.” diyor. “Sana beş yüzden vereceğim.” Bu gün, haftalığımı aldığımda para tamamlanmış olacak. Bu gün, yalnızca altı yedi saat sonra makinemi elimde tutuyor olacağım. Sevinçten içimde bir deniz çalkalanıyor. Gülümsüyorum kendi kendime. Farkında olmadan adımlarım daha bir hızlanıyor.
“Ne tembel çocuk bu!” diye bağırıyor, Usta Başı. “İki saattir sana sesleniyorum. Öyle düşünüp duracağına kımıldasana biraz!” Torna makinesinin sesinden duymamışım. Bana yok yere bağırılmasından nefret ediyorum. Yine de sesimi çıkarmadan istediği parçayı götürüyorum. Ama sakinleşecek gibi değil. Başka bir şeye kızmış olmalı, hırsını benden çıkarıyor. O bağırmayı sürdükçe hırsımdan kıpkırmızı kesilmiş, olduğum yerde bekliyorum. Her kes işini bırakmış bize bakıyor. İzleyenler çoğaldıkça o daha da sinirleniyor. Neredeyse üzerime yürüyecek. Ne yapamam gerektiğine bir türlü karar veremiyorum. İstesem ben de karşılık verebilirim, en fazla işimden olurum. Ama biraz daha dayanmalıyım, hiç değilse hafta sonuna kadar. Parayı biriktirmeme az kaldı, diye geçiriyorum aklımdan. Ya bana vurmaya kalkarsa? İşte o zaman dayanamam. Ana avrat küfrederim. Sessiz kalmam onu cesaretlendirmiş olmalı bana doğru yürüyor. Tam bu sırada “Yeter artık!” diye bağırıyor Halil Usta. Adam saplanmış gibi olduğu yerde çakılıp kalıyor. Neden bilmem, Halil Usta’nın bütün atölyede böyle bir etkisi var. Patronlar bile onunla daha dikkatli konuşuyor. Üstelik atölyede sendikalı tek işçi o. Ötekiler işten atılma korkusuyla sendikaya yanaşmıyor. “Hırsını çocuktan çıkarma” diyor. Usta Başı kem küm edecek gibi olsa da geri çekiliyor. “Siz de işinize bakın!” diye tersliyor izleyenleri. Yanıma yaklaşıp omzuma dokunuyor; “ Hadi çıkıp bahçede biraz hava alalım.” diyor.
Yanı başımda sesini çıkarmadan bekliyor. Yüzümün ağlamaklı halini bir türlü toparlayamıyorum. Bir sigara yakıyor. “Herkes bana bağırıyor.” diye yakınıyorum, yüzüm bir parça rahatladığında. İçten, yangın yeri gibi gülümseyişi kendime duyduğum güveni çoğaltıyor. “Eğer vurmaya kalksaydı ben de ona vururdum!” diyorum. Sesimin pürüzü azalmaya başlıyor konuştukça; “Seni görünce nasıl da korktu ama!” Gülümsemesi bir anda siliniyor. “Her boktan korkuyorlar işte!” diye söyleniyor. “Birbirlerinden, dayanışmaktan, işsiz kalmaktan, aç kalmaktan, evsiz kalmaktan…” Bu korkuların bir sınırı olmalı, diye düşünüyorum. İnsan, böyle her şeyden korkarak nasıl yaşar? “Bütün bunlar tek başına kalmaktan işte.” diyor. “Birbirlerini tek başına bırakmaktan, bir araya gelememekten…” O konuşurken, belli etmeden yüzünü inceliyorum. Yüzünün çizgileri derinleşiyor, dalgalanmaya başlıyor. Ben de her boktan korkuyorum, demeye utanıyorum. “Biraz daha büyüdüğümde ben de sendikalı olacağım!” deyiveriyorum. Annem, söylediğimi duysa ağzıma sıçar! Çünkü annem de her şeyden korkar. Her seferinde bana, ustalarımın sözünden çıkmamı, dik başlılık yapamamamı tembihler. Ama korkunun sonu olmadığını hissediyorum. Yeşil gözleri aydınlanıyor, yüzüme bakarken; “Eskiden ben de korkardım” diyor, usulca. Sanki içimi okumuş gibi ürperiyorum. “Bazen yine korkuyorum.” diye ekliyor. “Ama önemli olan korkunun insanı yaşamaktan alıkoymaması. İnsanlığının önüne geçmesine izin vermemek… Bu yüzden onlara da kızmanın bir anlamı yok. Eninde sonunda, korkularını aşmanın bir yolunu bulacaklar. Bir arada durmanın önemini anlayacaklar. O zaman, ne seni ne de birbirlerini ezmeye kalkışmazlar…”
Atölye’nin içi buz gibi. Dışarıdaki güneşin hiç faydası olmamış. Her zaman ki gibi yalnızca Halil Usta var içerde. Bir kenarda, tenekenin içinde yaktığı odunların başında ısınıyor. “Günaydın delikanlı!” diye sesleniyor beni görür görmez. Bir çırpıda üzerimi değiştirip yanı başına dikiliyorum. Saat neredeyse yedi olmuş. İçim içime sığmıyor. Az kaldı, çok az. Bu gün üç dört gibi işi bırakırız. Saat beşte Sıhhiye’de olurum. Farkında olmadan gülümsüyor olmalıyım. “Bu gün keyfin yerinde bakıyorum.” diyor. Başımla onaylıyorum. Aslında neden keyifli olduğumu ona anlatmayı çok istiyorum. Ama heyecanım bir türlü sözcüklere dönüşmüyor. Cebinden bir kitap çıkarıp, uzatıyor. “Yeni değil ama benim çok sevdiğim bir kitaptır.” diyor. “Sevda Ateşten Gömlek” Hemen sayfalarını karıştırıyorum. Bir şiir kitabı. Hiç şiir kitabım olmamıştı. Hem de sevda üzerine. Aklımdan, hemen bu şiirleri Gülşen’e yazmak geçiyor. Teşekkür etmeyi bile unutuyorum. “Nice yıllara” diye ekliyor. Bir an şaşırmadan edemiyorum. Doğru ya, bu gün benim doğum günüm. İlk kez birisi doğum günümü kutluyor. Şansa bak, hem de bu gün. Demek ki hayatımın en mutlu günü olacak.
Durmadan saate bakıyorum. Dokuz, dokuz buçuk, dokuz otuz beş… Zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Atölyenin içinde oradan oraya koşturup duruyorum. Bu gün işlerin bir an önce bitmesini istiyorum. Kim, ne söylerse anında yerine getiriyorum. Umarım son anda yeni bir iş çıkmaz. Dükkânlar kapanmadan, mutlaka Sıhhiye’de olmalıyım.
Yemekte Halil Usta bana takılıyor. “Ne o, yaşlanmaya başladığın için mi bu kadar sessizsin!” diyor. Birden aklıma ilk önce onun fotoğrafını çekme fikri geliyor. Eminim fotoğraflarını gördüğünde benimle gurur duyacak. Aslında en çok Gülşen’in fotoğraflarını çekmeyi istiyorum. Gece yatağa uzanıp onu düşünürken, duvarımda bir fotoğrafının olması ne güzel olur. Bütün filmlerimi onun için harcayabilirim. Konuşurken, gülümserken, yürürken ya da bahçede ağacın altında otururken hep onu fotoğraflamak geçiyor aklımdan. Fotoğraf çektirmekten çok hoşlandığını biliyorum. Okula ne zaman fotoğrafçı gelse ilk o sıraya girerdi hemen. Önce pencerenin önünde saçlarını düzeltir sonra en güzel gülümseyişiyle geçerdi makinenin karşısına. Öyle güzel bakardı ki makinelere…
Saat neredeyse üç’e geliyor. Zaman iyice geçmez oldu. Doğru dürüst iş de yok. Yalnızca bir makine çalışıyor. İşçiler sağda solda bir araya gelmiş, aralarında konuşuyorlar. Herkesin gözü sekreterde. Bir an önce haftalıkların dağıtılacağını haber verse. Heyecanım büyüdükçe büyüyor. Gözüm bir şey görmeyecek durumda. Kimse bir şey söylemediği halde, aletleri oradan oraya taşıyıp duruyorum. Bazılarını iki üç kez temizledim. Çünkü boşta kaldığımda, zaman iyice ilerlemez oluyor.
Üst katta dikilip duran sekreteri son anda fark ediyorum. Halil Usta “Baksana çocuk, sana sesleniyor kız!” diye uyarıyor. Her zaman ciddi, asık suratlı sekreter yanına gitmemi işaret ediyor. İlk kez bakışlarının bu kadar yumuşak olduğunu düşünüyorum, basamakları çıkarken. Bana iyi bir şey söyleyecek olmalı. Daha önce hiç yanına çağırmamıştı. Beklide hemen haftalığımı verip, bu gün erken çıkabileceğimi söyleyecek. Ama yanına yaklaştıkça yüzü gölgelenmeye başlıyor. Telaşlanmadan edemiyorum. Ya bu hafta paramı vermezlerse? Ya da artık işimize yaramıyorsun, deyip işten çıkarırlarsa? Yanı başında, bir şey söylemeden bekliyorum. Yüzüme bakıyor. “Baban hastalanmış.” diyor, neredeyse fısıldayarak. “Hastaneye kaldırmışlar.” Annemin beni hastanede beklediğini ve nereye gitmem gerektiğini anlatıyor. Arada üzülmememi tembihliyor. Sanırım bu kez daha ciddi bir şey var. Bunu davranışlarından sezebiliyorum. Yüzümün yine ağlamaklı olduğunu hissediyorum. Bu halimi hiç sevmiyorum. “Hadi sen bir an önce çık.” diyerek haftalığımı uzatıyor.
Kulaklarım uğulduyor. Çevremdeki insanlar yalnızca birer karartıdan ibaret. Hızlı adımlarla hastanenin kapısından geçiyorum. Annem, kalabalığın içinde, bir köşeye çekilmiş sessizce ağlıyor. Yanına yaklaşıp, “İyi mi?” diye soruyorum. Hayır, anlamında başını sallıyor. Birlikte beklemeye başlıyoruz. Saat beşi geçiyor. Az sonra dükkânlar kapanacak. Vitrinde, ışıkların altında beni bekleyen makine geliyor gözlerimin önüne. Bahçede Gülşen’in fotoğraflarını çekerken görüyorum kendimi. “Çok para lazım.” diyor annem. “Ne yapacağız bilmem…” Elim cebimdeki bir tomar paranın üzerinde, yüzüne bakıyorum. Halil Ustaya da gösterirdim Gülşen’in fotoğraflarını. İşte bu kızı seviyorum, derdim. Ne kadar güzel; ay ışığı gibi. “Üzülme” diyerek elinden tutuyorum. “Bende para var.” Eline bıraktığım paralara bakıyor, şaşkınlıkla. Gülümsüyor, gözyaşları arasında.
Ender Özsarıkaya
2007 Ankara
Kategoriler: Öykü