Menü

OKTAY RİFAT / Önder ŞENYAPILI

 

 (1914-1988)

 

— Hello Raven
— Hello Karga

Hangimiz ‘karga’, hangimiz ‘raven’, yani ‘kuzgun’ idik, en az yarım yüzyıl geçti aradan, tam olarak anımsayamamam doğal sayılmalı, kolejden sınıf arkadaşım 41 Okay Kuduğ ve ben 45 Önder Şenyapılı o dönem sık sık düzenlenen şiir matinelerinde sahne alıp Oktay Rifat Horozcu(?)’nun ‘Karga ile Tilki’ şiirini seslendirirdik. Önce İzmir’deki şiir ‘matineleri’nde birkaç kez okuduk şiiri; sonra Üniversite öğrencisi olarak geldiğimiz Ankara’da düzenlenen bir ‘şiir gecesi’nde. Yıl, 1958 olmalı. Yani şaka değil, 60+ yıl geçmiş üstünden. Hangi salonda gerçekleştirilmişti şiir gecesi, düşünüyor düşünüyor, çıkaramıyorum.

Okay, o yılın sonunda İzmir’e dönme kararı verdi. Bağlantımız koptu. 2012 yılında Heyamola Yayınlarının ‘İzmirim’ dizisi arasında yayımlanan Şükran Yücel’in “Yitik Zamanın Peşinde Karantina” kitabını okurken Şükran Hanımın Okay’ın kız kardeşi olduğunu ve de Okay’ın rahmetli olduğunu öğrendim.

Hello Raven
Hello Karga
Sabah-ı şerifleriniz good morning olsun
Rayıha-yı keriham burnuna dolsun
Çıttara mıttara
Çıtı pıtı pıttara
Basmaz mısın mantara

(Oktay Rifat: Bütün Şiirleri 1, YKY, 2007, s.175-180)

1950’li yılların ikinci yarısında, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık, Hüsamettin Bozok’un Yeditepe Yayınlarından çıkan bütün kitapları alıyordum. (Bir de Çağlayan Yayınları eklendi.) “Karga ile Tilki” Yeditepe yayınıydı. Bu kitabıyla Yeditepe Şiir Ödülünü aldı Oktay Rifat Horozcu (?).

İkidir Horozcu soyadını yazıp önüne ayraç içinde bir soru işareti yerleştiriyorum. Kimi ve epeyce çok sayıda kaynakta Oktay Rifat adıyla yetinilmez, bir de Horozcu vardır. Ben de öyle bilirdim. Ne var, Oktay Rifat’la ilgili kaynakları ararken ve karıştırırken, Mehmet Aycı’nın “Sonsuzluk ve Bir Gün” dergisindeki “Oktay Rifat’ın ‘Ali’si ve Horozculuğu” başlıklı yazısı suları bulandırdı. Aycı der ki o yazısında:“Soyadıyla birlikte üç isimli olan bir yazarın isminin birinin –yazar tarafından olsa bile- eksik kullanılmasında, okuyucunun o adı hiç bilmemesinde bir gariplik yoktur. Ne var ki, üç isminin ikisini kullanan bir yazara tamamen ‘hayalî’ bir soy/isim uydurulması, yazarın bu isimle yaygın olarak bilinmesi, tevil edilmesi güç bir yanlışlıktır. Edebiyatın kıyısından köşesinden geçmiş birisinden, şairin şiirlerini ezbere bilenlere kadar ‘Oktay Rifat’ın soyadı nedir?’diye sorduğunuzda en iyimser tahminle alacağınız yüz cevaptan en az doksanı ‘Horozcu’ olacaktır. Kesin konuşmanın nedeni, bu soru-cevap faslının ve ortaya çıkan ‘gariplik’in tecrübeyle sabit oluşundandır.

Başka bir gariplik de, bu yönüyle Oktay Rifat’ın Türk Şiirinde/Edebiyatında tek ve ilk oluşudur. Kendisi kullanmadığı halde hayalî bir ‘ek isim’le anılan başka bir şairimiz, yazarımız bulunmamaktadır.

Başlığa bakıp da, sevgili şairimizin Ali adında bir oğlu olduğunu yahut ‘Ali’ adında bilinmeyen bir kitabının bulunduğunu, erinip üşenmeden ondan bahsedeceğimi düşündüyseniz; bana başka şeylerle birlikte yanıldığınıza da söylemek düşer. Ne o zaman meramın, hele bir söyle de bilelim diyorsunuz; söyleyeceğim mevzuu ‘zata mahsus’ ve dahi incir çekirdeğini zor doldurur bir mevzudur. Ne var ki, Edebiyat Tarihi dediğimiz o muhteşem hazinenin ‘hazine’sini oluşturan yekûn da bu incir çekirdeğini doldurmayan bilgi kırıntılarından ibarettir. Anlayacağınız tırnağa aldığım ‘Ali’ şairimiz Oktay Rifat’ın adlarından biridir ve genelde kayda geçmeyen, hatır/hatırlatma için söylenen göbek adı filan da değildir. Basbayağı, ‘kayıtlı kuyutlu’ bir addır ve şairimizin tam ismi ‘Ali Oktay Rifat’tır. (…)

… biyografi kitaplarının bir çoğu Oktay Rifat’ı ‘Horozcu’ soy ismiyle kayda geçirmişlerdir. ‘Sanal alem’de şairin ismiyle bir arama yaptığınızda karşınıza çıkan sonuçların büyük bir kısmında şairimiz ‘Horozcu’ olarak tanınmaktadır. Bu bir hatadır ve bu hatayı bir şiir dergisinde ‘tashih’ etmek sonucu değiştirmemekle birlikte anlamlı olacaktır.

Düzeltme faslına geçmeden önce bu konuda belli başlı kaynakları taramakta ve tasnif etmekte fayda vardır. a) Oktay Rifat’ı ‘Horozcu’ olarak tanıyan ve tanıtan kaynaklar, b) Oktay Rifat’ı yalnızca ‘Oktay Rifat’ olarak kayda geçiren kaynaklar c) Şairin yanlış olarak ‘Horozcu’ bilindiğinden bahisle, onun bu soy ismini taşımadığını da belirten kaynaklar…

Dergâh Yayınları’nın Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nde, Mehmet Semih’in Türk Edebiyatında Mahlaslar Takma Adlar Tapşırmalar ve Lakaplar kitabında, Seyit Kemal Karaalioğlu’nun Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü’nde, Ahmet Kabaklı’nın Türk Edebiyatı (20. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi) adlı kitabında, Meydan Larousse’da, Masa Ansiklopedisi’nde, Mehmet Çetin’in Tanzimattan Günümüze Türk Şiiri Antolojisi’nde, İlhami Soysal’ın 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi’nde… şairimizin ‘Rifat’ olan soyadı asıl ikinci isim, ‘Horozcu’ ise soyadı olarak geçmektedir.

Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nde, İhsan Işık’ın Türkiye Yazarlar  Ansiklopedisi’nde, Şükran Kurdakul’un Yazarlar Sözlüğü’nde, Metin Celal’in Cumhuriyet Dönemi Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nde, A.Özkan-Refik Durbaş’ın Cumhuriyet’ten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi’nde, Ahmet Oktay’ın Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nda, Aziz Çalışlar’ın Tiyatro Ansiklopedisi’nde, Yurt Ansiklopedisi’nde, Ana Britannica’da, Temel Britannica’da, Grolier International Americana’da… Oktay Rifat’ın ‘Horozcu’luğuna değinilmemektedir.

Şairin ‘Horozcu’luğunu altını çizerek reddeden tek eser, YKY-Tanzimat’tan Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi’dir. Oktay Rifat hakkında en geniş bilgi bu kaynakta verilmekte ve ‘Horozcu’ hatası da düzeltilmektedir. Tamamlayıcı bilgiler vermesi açısından, burada büyükçe bir parantez açmakta ve adı geçen eserde şairin biyografisinin ilk paragrafını alıntılamakta fayda vardır: (Tam adı Ali Oktay Rifat. Kendisi almadığı ve kullanmadığı halde bazı kaynaklarda soyadı ‘Horozcu’ olarak geçer. Şair ve dilci Sâmih Rifat ve  Münevver Hanım’ın oğlu. Ali Rifat Çağatay (amca) ve Ali Fuat Cebesoy’un (dayı)  yeğeni; Nâzım Hikmet (teyze oğlu) ve Mehmet Ali Aybar’ın (kardeş torunu) kuzenidir. Yazar ve çevirmen Samih Rifat oğludur.[1] İlkokulu Ankara’da okudu (1927); Ankara Erkek Lisesi’nden (1934) sonra AÜ Hukuk Fakültesini bitirdi (1937). Hukuk doktorası için Maliye Bakanlığı tarafından Paris’e gönderildi; üç yıl Sorbonne Üni. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne devam etti, ancak savaş nedeniyle doktorasını tamamlayamadı. Bir süre Maliye Bakanlığı’nda ve Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çalıştıktan sonra avukatlık yaptı; Devlet Demiryolları’ndaki ‘Birinci İşletme avukatlığı görevinden (1961-73) emekliye ayrılarak İstanbul’a yerleşti. (DDY’nin 1. İşletme’si de İstanbul’dadır; yanlış anlaşılmaya. M.A.) İlk eşi Türkân Hanım’ın ölümünden sonra Sabiha Hanım ile evlendi; bu evliliğinden Samih Rifat adında bir oğlu var. Mezarı Karacaahmet’tedir.) Tanzimat’tan Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nin hakkını teslim etmek gerekir ancak, ‘yaygın yanlış’ daha da yaygınlaşarak hükmünü icra etmektedir.

Peki, Oktay Rifat bu isim karmaşasına yol açan ‘Horozcu’ müstearını kullanmış mıdır? Mehmet Semih’in o çok adlı kitabına ve Naile Binark ile Saide Arslanbek’in ortaklaşa hazırladıkları Tanzimat’tan Bugüne Türk Yazı Hayatında Takma Adlar İndeksi adlı kitaba bakılırsa, evet.  Ne var ki şairimizin kitaplarının tamamında isim Oktay Rifat olarak geçmektedir. Dergilerde ise şairin bugüne kadar ‘Horozcu’ müstearıyla yazı veya şiir yayımladığına rastlayan varsa, o bilgiye ihtiyacımız bulunduğunun bilinmesi gerekir.

Bu arada, ‘Oktay Rifat’ın Şiirlerinin ve Romanlarının İncelenmesi’ adlı/konulu bir doktora tezi (Fırat Ün. SBE. 1999, basılmamış)  hazırlayan Tarık Özcan tezinde bu konuya hiç değinmemekte, yalnızca, o da kaynak göstermeden şairin ailesinin aslen Manastırlı olduğunu ve ailesinin Manastır’da ‘Horozcu’ lakabıyla bilindiğini kaydetmektedir. Okuyucu sabırsızlığıdır, hoş görüle, burada sen nereden biliyorsun, adam belki sahiden ‘Horozcu’dur itirazıyla karşılaşılabilir. Şairin nüfus cüzdan örneğinden sicil belgesine, işe başlama evrakından, sağlık raporuna kadar onlarca ‘belge’ tarafımızdan görülmüş ve bunların hiçbirinde ‘Horozcu’ kaydına rastlanmamıştır. Üstelik bu onlarca belgenin veriliş tarihi aşağı yukarı kırk yıllık bir zaman dilimine yayılmaktadır.

Şairimizin ‘Horozcu’ olmadığı kesindir kesin olmasına da, adı neden/nereden ‘Horozcu’ kalmıştır; bir bilen varsa himmetine muhtacız…” (Mehmet Aycı: “Oktay Rifat’ın ‘Ali’si ve Horozculuğu”, Sonsuzluk ve Bir Gün Dergisi, Sayı 5, Kasım-Aralık 2005)

 Yukarıdaki satırlarda yer alan ve Tanzimat’tan Günümüze Edebiyatçılar Ansiklopedisi’nden alıntılanılan bilgiler Oktay Rifat’ın yaşamöyküsünü özetliyorsa da kimi eklemeler yapılmalı. Öncelikle, Ankara Erkek Lisesi’nde Orhan Veli ve Melih Cevdet’le tanışıp dost olduğunu; bu dostluğun (Oktay Rifat’ın isteğiyle) tek imzayla (Orhan Veli) yayımlanan ve üçünü de şiirlerini içeren ‘Garip’ kitabının ve adını kitaptan alan bir yeni şiir akımın doğmasına yol açtığını vurgulamak gerekir.

Lise yıllarını ve Orhan Veli ve Melih Cevdet Anday’la bir araya gelişlerini “…Garip sacayağı böylece kurulmuş oldu. Hocamız Ahmet Hamdi Tanpınar’dı; kendisinden çok faydalandık. Mektep sonlarına doğru, yani lise sonlarına doğru, bayağı eli yüzü düzgün şiirler yazmaya başladım.” diye anlatır. (Ahmet Oktay: “Oktay Rifat’la Konuşma”, Şiir Konuşması, Adam, 1992, s. 333)

Bir öteki şair, Turgut Uyar, Garip şairlerini ve akımını değerlendirir:

“Oktay Rifat’ın, Orhan Veli ve Melih Cevdet’le birlikte açtığı yolun Türk şiirindeki önemi üzerinde ne kadar durulsa azdır. Söyleyişteki kolaylığa aldanıp şiiri basit bir iş sanan genç şairlerin yaptığı yanlışlar bir yana ayrılırsa, yeni ufuklar açmıştır Garip modern şiirimize. Başlatanları tarafından bile kısa sürede terk edilmiş olması, bu şiirin yeni bir yapı kurmaktan çok, eski yapıyı yıkmayı hedeflediğini ortaya koyar. Orhan Veli’nin çok erken yaşta ölmesinden sonra Melih Cevdet ve Oktay Rifat zaman zaman birbirine aykırı zaman zaman da örtüşen şiirlere doğru yol alırlar. Ama her ikisi de Garip sayesinde edindikleri şairliklerine yaslanarak yazmaya devam eder.” (Turgut Uyar: Bir Şiirden, Ada, 1983)

Oktay Rifat’ın, Garip akımına ilişkin açıklaması ilginçtir:

On yıl kadar önce sıcak bir yaz günü, orta yaşlı bir köylü yolunu sormak için yanıma yanaştı. Üstünde partal bir palto, paltonun altında bir ceket, ceketin altında yelek, yeleğin altında da yakası iliklenmiş mintanı vardı. ‘Yolunu gösteririm ama önce üstünden şu paltoyu çıkart!’ dedim. Çıkarttı. ‘Ceketi de çıkart!’ Onu da çıkarttı. ‘Şimdi de yeleği çıkart!’ Çıkarttı. ‘Çöz mintanının yakasını!’ Çözdü. ‘Sıva kollarını!’ Sıvadı. ‘Senin sorduğun yere şuradan gidilir!’ dedim. Yürüyüp gitti. Giderken bir iki kez arkasına dönüp baktı. Kıssadan hisse: Garip hareketi her şeyden önce bir havalandırma hareketidir.”

Oktay Rifat şiirinin “Garip”ten sonrası öndeki satırlarda ele alınacak. Şimdi Garip akımının da öncesinde dönelim:

Oktay Rifat, Oktay Rifat’ı tanıtır: “Samih Rifat Bey’le, Münevver Hanım’ın küçük oğluyum. Eski tarihle 28 Mayıs 1330, yeni tarihle 10 Haziran 1914′te Trabzon’da doğdum. Babam oranın valisiydi. 5-6 aylık İstanbul’a getirmişler. Çocukluğum ve ilk gençliğim Ankara’da geçti. Ankara Lisesi’ni ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 1937 yılında, hukuk doktorası yapmak için, Devlet hesabına, Paris’e gittim. 3 yıl kaldım. Savaş yüzünden hukuk doktoru olamadım. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Cahit Sıtkı ile arkadaşlık ettim. Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü. Avukatlık yaparak geçinirim. Parayı pulu sevmem. Bilgisizliği, üstünkörü bilgiye yeğ tutarım. Yalandan, yalancıdan, hele çıkarı için yalan söyleyenden iğrenirim. Sosyalistim. Şiir, sosyalizm ve yalandan sakınma bana kişiliğimin temel direkleri gibi görünür. Bana kalırsa, şiirin bir ayağı toplumda, bir ayağı kişinin içindedir. Her ozan topluma mal olan, başka bir deyimle nesnelleşen şiirle ilgili kural, ilke ve düşünceleri bilmek ve öğrenmek zorundadır. Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.

 İlk çocukluğum İstanbul’da geçti. Biraz yaşım kabalaşınca, ilerleyince, İngilizler evimizi bastılar ve evde silah aradılar. Babam Anadolu’ya geçmek hazırlıkları içindeydi. Sonunda Yumurtacı Hasan Efendi namı altında İstanbul’dan Ankara’ya, Anadolu’ya geçti. Ankara’da askerlere, cephede erlere Mehmet Emin Yurdakul’la beraber nutuklar, şiirler söyler ve onları yüreklendirirmiş. Bir aralık Antalya’da hastalanmış. Bizi getirtmek istedi. Annem ben ve ağabeyim Antalya’ya gittik. Annem Münevver Hanım asker kızı, babam da asker çocuğu idi. Soyum sopum İstanbulludur. Antalya’da babam hasta iken bir müddet kaldık ve oradan Ankara’ya geçtik. Ankara’ya bir yaylı içinde yirmi iki günde gittik. Yollar tehlikeli. Babamın elinde Atatürk’ün bir tavsiye mektubu var. İki tane jandarmamız var, biri yaylının önünde gidiyor, biri arkasında gidiyor. Açlık, yoksulluk… Ben bit içindeyim. Hatta kaldığımız hanlarda babamla annemin bitlerimi ayıkladıklarını hatırlarım. Polatlı dolaylarında önümüzde giden asker, yaylının önünde giden asker, atından sarktı ve yerden bir Yunan ölüsü kaldırdı. Demek ki düşman öncüsü ta oraya kadar gelmiş.” (Şiir Konuşması; s.332-333)

Oktay doğduğu sırada Trabzon Valisi olan Baba Sâmih Rifat, öncesinde Konya Valisidir. Türk Dil Kurumu’nun ilk başkanı olan Sâmih Rifat Maarif Vekaleti Telif ve Tercüme Heyeti üyesidir ve birçok değerli yapıtı Türkçeye kazandırmış biridir. Şiir yazdığı ve müzikle ilgilendiği de biliniyor.

Oktay Rifat liseyi 1932 yılında bitirir. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine kaydolur. 1936 yılında Fakülteden mezun olur. 1937 yılında Maliye Bakanlığının açtığı doktora bursu sınavını kazanarak Paris’e gider. Üç yıl süreyle Siyasal Bilgiler öğrenimi görürse de 2. Dünya Savaşı çıkınca doktorasını tamamlamadan Türkiye’ye dönmek zorunda kalır.

Fransa yılları Fransızcasını ilerletmesini sağlar. Yurda dönüşünde Basın Yayın Genel Müdürlüğünde çalışır. Genel Müdür Refik Ahmet Sevengil’dir. Bir süre serbest avukatlık yapar. Devlet Demiryolları’nda görevlendirilir. 12 yıl bu kurumda çalıştıktan sonra emekli olur ve 1955 yılında İstanbul’a göçer.Orhan Veli’nin ardından yazdığı yazıda 1930’lu yılların sonlarını anlatırken üç arkadaşın ‘yeni şiir anlayışı’nı nasıl geliştirdikleri, ‘Garip akımı’nı oluşturmaya doğru nasıl yürüdükleri de aydınlanır:

1937 yılının yaz aylarında, hangi ay olduğunu şimdi pek kestiremiyorum, güneşli bir gün Orhan’la yan yana Özen’e[2] doğru yürüdüğümüz gözümün önüne geliyor. Melih Belçika’da. Hava alabildiğine güzel. Özen’de caddeye karşı iskemlelere kuruluyoruz. Orhan ayak ayak üstüne atıyor. Üstteki ayağı yere değiyor. Sırtı kanbur. Uzun, ince, badem tırnaklı şehadet parmağı sivilcelerinde. Şiir lâfı ediyoruz. Piyasa şairlerinin şiirleri ikimizi de sarmıyor. Başka, bambaşka bir şiir hasreti ikimizin de içinde. Ben yeni bir şiir yazmışım, Orhan’a okumağa pek cesaret edemiyorum. Çünkü ne vezni var, ne kafiyesi. Hem de bir kaç satırlık bir şey. Adı: Saksılar. (Bu şiir ilk kitabımda vardır.)[3] Bir ara boş verip okuyuveriyorum. Orhan kolay coşmaz. Coşuyor. Şu işe bakın ki o da cebinden dört satırlık bir şiir çıkarıyor. Adı: Kelebek. Raymond Radiguet’ten tercüme etmiş.[4] Bu sefer coşmak sırası bende. Sarmaş dolaş oluyoruz. O bambaşka şiire adım attığımızı biliyoruz. Üç dört gün içinde bu çeşit şiirlerden bir sürü yazıyoruz. Yarışırcasına karşılıklı okuyoruz. Bir hafta sonra Varlık dergisinde Yaşar Nabi bize bir sahife ayırıyor, ilk yeni şiirlerimizi basıyor. Sahifemiz Melih’e ithaf edilmiştir. Aradan günler geçiyor, Melih’in Belçika mektuplarından bizimkilere benzer şiirler çıkıyor.

Bu hikâyenin daha iyi anlaşılabilmesi için biraz daha geriye giderek başka bir hikâye anlatayım. Bir gün, bu sefer Melih’le kahvede karşı karşıyayız. Orhan yanımızda değil galiba. Melih’in ‘Ukde’[5] şiirini, Orhan’ın gondollu, şamdanlı[6] ‘in memoriam’lı[7] şiirlerini yazdığı demler. Gelgelelim bizim aklımız fikrimiz o bambaşka şiirde. Şunu da söyliyeyim ki hayal ettiğimiz bu bambaşka şiir bazen sadece bambaşka bir şiir, çoğu zaman da ileri şiir. Melih’le kahvede düşünüyoruz. İleri şiir, diyoruz, nasıl olur? Nasıl olmalıdır? Bazı esaslar karalaştırdığımızı hatırlıyorum. O gün kullandığımız kelimeyle söylüyorum, ileri şiir primitif olmalıdır diyoruz.Bize bu vasıf çok önemli görünüyor. Aşk şiiri yazılacak mı, yazılmayacak mı?.. Uzatmayalım, Melih Belçika’ya gittiği zaman demek ki içimizde ileri şiire doğru bir hamle yapmak özlemi var.

Yeni şiirlerimiz Varlık dergisinde çıkadursun, yolculuk sırası bu sefer bende. Melih dönüyor, ben gidiyorum. Nurullah Ataç bizi öven yazılar yazmaya başlamış. Orhan bana bu yazıları kesip gönderiyor. Günün birinde Orhan’dan şiir dolu bir mektup alıyorum. Yarı şaka, yarı ciddi, biz, diyor, şimdi Türkiye’nin en meşhur şairleriyiz. İnanamıyorum doğrusu. Arkadan bir mektup daha. Bu yeni şiir çığırına bir ad takmayı düşünüyor bizimkiler. Teklif edilen adlar arasında Néo Romantisme adı da var. Ben yazdığımız şiirlere genel bir ad takmayı doğru bulmuyorum. Firenklerin école dedikleri şey, gine firenkçe söyliyeyim, bana statique, yaşamayan birşey gibi görünüyor. Düşüncelerimi iki arkadaşıma yazıyorum. Orhan Garib’in önsözünde bir iki satırla bunlardan bahseder.

 Yıl gene 1937. Zaten ne olduysa o 1937 yılında oldu. Melih Belçika’dan dönmüş, ben daha Fransa’ya gitmemişim. Bizim evde balkonda amcamın gelini, bize Manifeste du Surréalisme’i satır satır çeviriyor.[8] Bizim Fransızcamız bu kitabı anlayacak kadar kuvvetli değil. Şiir olsa bir kelimeden dünya kadar mana çıkarırız ama bu kitap hem zorlu, hem de şiir değil. Yengem tercüme ediyor etmesine ya yazarın ne demek istediğini pek kavrayamıyor. ‘Ötesini siz anlayıverin çocuklar’ diyor. Bizse her cümlede uçuyoruz. Bu kitaptan Orhan’ın bir çok şeyler öğrendiği inkâr edilemez. Ama onun Surréalisme’le ilgisi hemen hemen yok gibidir. Belki bir şiir:

Elimi çok dallı bir ağaç gibi
Tutarım göğün yüzüne
Ve seyrederim bulutları
Bir deve gürültüler içinde koşar
                        koşar koşarken
Güneş doğmadan evvel varmak için
Ufka.

Bir de Varlıkta çıkan karşılıklı oynadığımız surréaliste oyunlar.” (Oktay Rifat: “Orhan Veli’nin ardından El Ele”, Son Yaprak, 1 Şubat 1951)

Aynı yazıda, o dönemin Fransız şiiri ve şairlerinden söz eder. Çünkü, özellikle Fransa’da iken Fransız edebiyatından ve özellikle Fransız şiirinden etkilenir. “Biz yetiştiğimiz sırada Baudelaire, Rimbaud, Verlaine çok sevilen şairlerdir. Benim Çoban Çeşmesi’nden[9] sonra ilk okumağa, sökmeğe çalıştığım şiir kitabı Les Fleurs de Mal’dır dersem inanın. Firenk yazarları Fransa’daki modernisme hareketinin Baudelaire’den türediğini söylerler” der. Yurda dönünce, halkın anlamadığı, ağdalı şiirler yerine güncel yaşamı yansıtan, yalın bir şiir anlayışını savunan yazılar kaleme alır.

Bahçivan, bağından bahçesinden iyi ürün almak istedi mi, önce tohumdan, fidandan işe başlar. Ceviz büyüklüğündeki bal gibi çavuş üzümünü, tımar edilmiş, gübrelenmiş, aşılanmış kütük verir. Şair iyi şiir yazmak istedi mi, şiirin hünerlerini öğrenmeğe kalkar, kendini hiç düşünmez. Halbuki şiir de bir yemiştir, şairin yemişi. Güzel şiir nasıl yazılır demeden, ben nasılım, demeli! Kafası gönlü ileri adamın şiiri de ileri olur. Belki de ‘İlerilik gerilik benim neme? Şiirim güzel olsun bana yeter’ diyen şair bulunur. Ama bir düşünelim. Bu söz o şairin kendini yetiştirmediğini, bu yüzden güzel şiir yazamayacağını göstermez mi? Güzellik anlayışı, kâinat anlayışımızın, dünya görüşümüzün, o anlayış ve görüşe aykırı düşmeyen bir bölümü olduğuna göre, belirli bir dünya görüşü olmayan şairin güzellik anlayışından bahsedilebilir mi? Böyle bir şair, şiirde bilerek bir güzelliğe varabilir mi? Şair ister istemez bir düşünür olmak zorundadır, hem de ileriyi gören bir düşünür. Yoksa geri düşüncelerle yoğrulmuş kafa şiire fayda yerine zarar verir. Bu, şairin sadece bir düşünür olmasını istemek değildir. Elbette ki, bir şiir sanatı, bu şiir sanatının da kendine göre bir düzeni vardır. Ama bu düzen, kâinat anlayışımıza, dünya görüşümüze göre ayarlanacağı içindir ki her şeyden önce, şairin bir düşünür olmasını gerektirir. Gel gelelim bu o kadar kolay bir iş değildir. Dil öğrenmek ister, meyhanelerden pılıyı pırtıyı toplayıp kitaplıklara geçmek ister, okuyup yazmak, durmadan okuyup yazmak ister. Ama canım insan da ya şair olmak ister ya istemez. İsterse, kim dedi şairliğin yağma Hasan’ın böreği olduğunu.” (Oktay Rifat: “Şairin Düşünürlüğü”, Yaprak, sayı:4, 15 Şubat 1949)

Yukarıdaki yazı Yaprak’ın 4. sayısının ön yüzünde yayımlanır. “Garip”in yayımlanmasının üstünden 8 yıl geçmiştir. Garip şiirine ve şairlerine yöneltilen eleştirilere de bir tür yanıttır yazı.

Bir söyleşide, “Aslında Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın hep izi vardır bende. Ama kendi iç sesime Oktay Rifat’ın şiirini daha yakın düşünürüm. Yani Oktay Rifat şiirinin yalnızca zeki değil, ince ve duyarlı bir şiir olduğunu düşünürüm. Melih Cevdet farklı bir yol izledi. Bir bilge havasında kendi beyninin kıvrımlarının içerisinde dolaştı. Akla dayalı şiirler yazdı. Şiirin mimarlığa benzediğini söyledi. Birçok şair de matematiğe benzediğini söylüyor. Katılıyorum buna. Belki bu şiirleri yazarken, kurgularını yaparken Melih Cevdet’in söylediklerinden yararlandım.

Melih Cevdet’e çok şey borçluyum, Nazım’a, Cemal Süreya’ya, Attila İlhan’a olduğu gibi. Sanırım bizim yaşamımız öncekilere borcunu ödemekle geçiyor. Sonra da birileri bize borçlanır bir şeyler yazar.” (Olkan Özyurt: “Adım Ne Zaman Şiir Olacak?”, Radikal Kitap, 20 Aralık 2002) diyen şair-yazar Akgün Akova’nın, “Garip üçlüsü” hakkında bir başka yazısındaki değerlendirmesi de ilginçtir:

“Garip akımını şapkasından bir tavşan gibi çıkaran şairlerden bir diğeri olan Orhan Veli, bir İstanbul sevdalısıdır. Ama o, güvercinlerden çok martıları yakıştırmıştır İstanbul’a. Vapurların dantelidir martılar. Oysa Oktay Rifat, anadan doğma bir güvercin tutkunudur. O, doğanın yüreğini dinleyen bir hekim gibi dolaşır ağaçların, çiçeklerin, kayaların arasında. Doğanın içindeki şiirsel gizi arar. Güneşin altında yaşamın ipuçlarını bulmanın sevinciyle gezinir durur. Bacaları, kapıları, pencereleri, saçak altlarını gözler. Ve güvercine uçup kurtulmayı yakıştırır:

Bir kedinin ağzından kurtulur
Gibidir, fırlarken saçakların
Altından; kanat çırpar ve uçar.
Bizse eski sapanla pusuda,
Dökülürken üstümüze tüy tüy,
Uçmanın ve konmanın sevinci,
Susarız yarı kuş, yarı avcı.
Işık tekerlekleri döner, yürür
Geceye otla ağaçla bahçe,
Güneş yalar kırmızı diliyle
Havada paçalı güvercini.

Oktay Rifat, güvercini kedinin ağzından kurtarırken, has arkadaşı Melih Cevdet ise, bir aslan terbiyecisine özenir gibi, kafasını kedilerin ağzına sokar:

Kediler özel adlarını nasıl bilirlerse şairler de böyle gizemli olarak bilirler şiiri… Biz onlara çeşitli adlar takarız, fakat onların bir de kendi bildikleri, yalnızca kendilerinin bildiği bir adları vardır… Biz şairler de şiirin ne olduğunu başkalarına söylemeyiz, aramızda kalır. Çok direnirlerse, bilmediğimizi itiraf ederiz. Çünkü bilmiyoruz.’”

Oktay Rifat’ın güvercinlere olan sevgisi, kitaplarına almadığı bir şiirine de yansır. Sunay Akın yazar:

“Oktay Rifat, San Marco Meydanı’nda bir güvercinle dost olsa da, onun için yazdığı şiiri kitaplarına almaz. Oysa bu şiir, İkinci Dünya Savaşı’na karşı yazılmış en güzel şiirlerden biridir:,

San Marco meydanında dost olduğum güvercin
Bir Alman misillemesinde
Kurşuna dizilmediyse eğer
Venediğe gider
Ben kuşumu bulurum
Ben kuşumu bilirim
Milyon güvercin içinde

(Sunay Akın: “Güvercin Guruldaması”, Şalom, 17 Temmuz 2013)

1949 yılı başlarında önce Gerçeküstücülük akımına bağlı, sonra bu akımdan ayrılan Philippe Soupault gelir Türkiye’ye. Yaprakçılara konuk olur.[10] Yaprak’ın 9. sayısında “Phillipe Soupault Türkiye’de Phillipe Soupault Yaprak’da” başlığıyla şairle Yaprak’ın yönetimevinde gerçekleştirilen 6 saatlik görüşmenin özeti verilir. Görüşme hakkındaki yazının üstünde, çerçeve içinde Oktay Rifat’ın çevirdiği Phillipe Soupault’nun “Georgia” şiiri yer alır..

Gözüme uyku girmiyor Georgia
Uykusuzum Georgia
Bekliyorum Georgia
Düşünüyorum Georgia
Ateş de kar gibi Georgia
Geceye komşuyum Georgia
Kulağım kirişte Georgia
Kaçıp giden dumanı görüyorum Georgia
Karanlıkta usul usul yürüyorum Georgia
Koşuyorum işte sokaklar işte mahalleler Georgia
İşte bir şehir ki hiç değişmemiş
Tanımadığım bir şehir Georgia
Acele etmeli rüzgâr çıktı Georgia
Soğuk sessizlik korku Georgia
Kaçıyorum Georgia
Koşuyorum Georgia
Bulutlar alçak düşecek Georgia
Kollarımı açıyorum Georgia
Gözlerimi kapayamıyorum Georgia
Bağırıyorum Georgia
Sesleniyorum Georgia
Seni çağırıyorum Georgia
Gelecek misin Georgia
Yakında Georgia
Georgia Georgia Georgia
Georgia
Uyuyamıyorum Georgia
Seni bekliyorum Georgia
Georgia

Konuk şaire Yaprak şairlerinden örnek çeviriler sunulur. Bu arada, bir söz sanatı olan şiirin çevrilince çok şey yitirdiği belirtilir.

Soupault Oktay Rifat’ın “Hürriyet” şiirinin çevirisini dinlerken, şiirde geçen ‘Ali’ sözcüğünü anlayamadığını söyleyince, bir insan adı olduğunu açıklarlar.

“O vakit dedi ki: ‘… Ali bey adı Fransız okuyucuya pek bir şey anlatmıyor. Aynı şiirde birkaç satır sonra da bir Kara Memiş var. Kara Memiş sefalet çeken köylüyü temsil ediyor. Ama ne bilsin Fransız bunun böyle olduğunu. Bence, bu gibi hallerde, bu isimleri değiştirmeli. Gerçi o zaman ortaya, tercümeden çok, bir adaptation çıkacak. Ama okuyucuyu şiirin havasına daha kolay sokmak için, yani şiire daha sadık kalmak için, bu şart.” (“Phillipe Soupault Türkiye’de Phillipe Soupault Yaprak’da”, Yaprak, sayı:9, 1 Mayıs 1949)

(Sorgulamadan edemiyor insan: Soupault, Fransız okuru bilmediği ve anlayamayacağı için Ali’yi ve Memiş’i değiştirmek gerektiğini öne sürüyor ama, Oktay Rifat, onun (Soupault) şiirini “Georgia” diye; Melih Cevdet Anday, Edgar Allen Poe’nun şiirini “Annabel Lee” olarak, adları değiştirmeksizin Türkçeye çevirmekte sakınca görmüyorlar. Türk şiir okuru, Fransız okurundan daha bilgili ve kavrayışlı olduğu için mi, yoksa Türk şairler daha iyi çevirmen oldukları için mi?!.)

Ali’ ve ‘Kara Memiş’ adlarının geçtiği “Hürriyet” şiiri, Yaprak’ın 1 Mart 1949 günlü 5. sayısının ön yüzünde çerçeveli ve zemininde Abidin Dino’nun deseniyle “Hürriyet Şiirleri 1” başlığıyla yayımlanmıştır. Şiir yıllar sonra, — 2008 yılının 4 Mayıs ve 25 Ekim günleri Milliyet gazetesinde Hasan Pulur’un “İnsanlar ve Olaylar” köşesinde gündeme gelir. 4 Mayıs 2008 günlü köşe yazısının başlığı “Ha hürriyet ha demokrasi”; 25 Ekim günlününki “Şiir ve şaire ince oyunlar...”dır. Yazıda tamamı verilen şiirde ‘hür’ ve ‘hürriyet’ sözcükleri değiştirilmiştir sadece. Değiştirmeyi gerçekleştiren Murat Katoğlu’dur.Önce şiirin aslını okuyalım:

Hadi ordan
Hain-i vatan
Sümüklü cenabet
Hürriyet var bu memlekette hürriyet
Yenişehir’de hürriyet

Kavaklıdere’de hürriyet
İçerde hürriyet dışarda hürriyet
Gelsin hürriyet gitsin hürriyet

Mis Sokağı’nda çakır gözlü Hürriyet
Karpuzu yar göbeğinden
Hürriyet çıkar içinden
Dişle Gümüşhane elmasını
Dilinde hürriyet

Burnunda hürriyet
Kulakların hür değil mi kulakların
Kulaklarda hürriyet
Kuşlarda tavuklarda sineklerde hürriyet

Bu memleketin sinekleri
Bu memleketin sinekleri hür
Bu memleketin aydınları
Bu memleketin aydınları hür
Bak Ali Bey’e

Girer dilediği berbere
Bir güzel traş olur
Kimin karışmak haddine
Hür çünkü herifçioğlu
Hür oğlu hür

Gelgelelim bizim Kara Memiş’in
Hiç açma kara Memiş’ten
O köftehor da hür
Hür işte baksana
Bitleriyle hür

Sıtmasıyla hür
Koştu muydu körpe gelini sabana
Çatlak toprağın üstünde hür
Hür mavi göğün altında

Canım ciğerim mavi gök
Bu hürriyet bize çok
Sen bize rahmetinle birlikte
Sıtmasız bitsiz
Ağanın öküzleri gibi semiz
Gelinin memeleri gibi dolgun

Bize yaraşır
Bize uygun
Bir hürriyet gönder

(Oktay Rifat: “Hürriyet Şiirleri 1”, Yaprak, sayı:5, 1 Mart 1949)

Hasan Pulur 4 Mayıs 2008 günlü köşesinde yazar ki:

“1940’lı, 1950’li yıllarda en çok kullanılan kelime ‘hürriyet’ti, herkes ‘hürriyet’ peşindeydi; ‘hürriyet’ aşağı, ‘hürriyet’ yukarı…
Bugünlerde ‘hürriyet’ lafını hiç duyuyor musunuz?
Şimdi ‘hürriyet’ lafı yok ama ‘demokrasi’ lafı bol miktarda mevcut…
* * *
Murat Katoğlu, Oktay Rifat’ın ‘Karga ile Tilki’ kitabındaki ‘Hürriyet’ şiirini ‘Demokrasi’ye çevirmiş.
Şiirin neresinde ‘Hür ve Hürriyet’ kelimesi varsa, yerlerine ‘demokrat ve demokrasi’ kelimelerini yerleştirmiş,.. (Şiiri sadece belirtilen sözcükler değiştirilmiş olarak veriyor ve yazıyı şöyle bağlıyor):
‘Hürriyet’i kaldırıp yerine ‘’demokrasi’’yi koyunca çok mu fark ediyor?
Bizce etmiyor…
Ha hürriyet, ha demokrasi.
İkisi de olmayınca…”

Pulur, 25 Ekim 2008 günlü köşesinde de şiirin (sözcükleri değiştirilmiş olarak( tümüyle yayımlar ve yazısını şöyle sonlandırır:

“Bu şiir Oktay Rifat’ın 1954’te yayımlanan şiirinin aynıdır, yalnız ‘Hürriyet’ ve ‘hür’ sözcükleri ‘Demokrasi ve demokrat’a çevrilmiş, bir başka deyimle ‘Hürriyet’ kelimesinin yerini ‘demokrasi’ almıştır; demek o tarihlerde revaçta olan ‘Hürriyet’miş, bugünkü gibi ‘Demokrasi’ değil..”

Şiirin 1954’te yayımlanmış olması, “Karga ile Tilki”de yer aldığını da anlatır.

Cemal SüreyaFolklor Şiire Düşman” başlıklı bir yazı yayımlar 1956’da. Hem Oktay Rifat’ı, hem de Bedri Rahmi Eyuboğlu’nu kıyasıya eleştiren bir yazıdır bu. Oktay Rifat’ı sanat endüstrisi pazarına çürük mal sürmekle, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nu onu bile yapamamakla eleştirir:

“… Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir kısım şairler de, geniş ölçüde, belki en görünür imkânlar olan halk deyimlerine, folklor temlerine yöneldiler. İyi olmadı bu onlar için. Köşelere takılıp kaldılar. Oktay Rifat ‘sanat endüstrisi’ pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kaldı. Bedri Rahmi’ye gelince, o onu da yapamadı, iki üç kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu. Oysa bu şairler başka alanlara yönelmesini bilselerdi şiire daha faydalı, daha verimli olacak kişilerdi.

Folklordan kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanı şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, ‘Kızılırmak Kıyıları’nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.

O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı. ‘Kızılırmak Kıyıları’nın bir soyutlanmış güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi salt Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya ait olmasından dolayı kazandığı güzellik. (Hatta ben yalnız ikincisi var diyorum ya neyse!) İkisi birbirini tamamlıyor, ikincisini aynı zamanda Fazıl Hüsnü Dağlarca değil de bir başka şair yazsaydı ne olurdu? Şu olurdu herhal: Şiir güzel olmazdı, ya da hiç değilse o kadar güzel olmazdı. Kendinden çok, şiir yitirirdi. Diyeceğim, kişilik bugün şiirde bunca önemli bir yer tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan’a, Emrah’a, şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden folklora yanaştığını düşünün, bu derinsizlik, sığ alanda bizi allak bullak edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum.” (Cemal Süreya: “Folklor Şiire Düşman”, A dergisi, Ekim 1956)

Selim İleri aradan 58 yıl geçtikten sonra, Cemal Süreya’nın eleştirel yazısını eleştiren bir yazı yayımlar:

“Folklor Şiire Düşman” denemesini yeniden okudum. Cemal Süreya’nın bu denemesi hepi topu iki yıl sonra altmış yaşına basacak, 1956’da kaleme alınmış. Öyle sanıyorum ki, bir iki kuşağı adamakıllı etkilemişti.

Cumartesi Yalnızlığı, ilk hikâye kitabım, 1968’de yayımlandı. Bir yazar adayı olarak, “Folklor Şiire Düşman”ı handiyse ezbere bilirdim…

Denemenin, aradan geçen bunca zamana karşın, yine taze sözlerle donanmış olduğunu şaşırarak fark ettim: Folklorik ögelerin şiirde, öyküde, romanda, düzyazıda ‘erdem’ sayılışına Cemal Süreya cesurca karşı çıkıyor. Bununla birlikte, şiirden verdiği örnekler, günümüzün değer ölçütleriyle çelişir gibi.

Folklor Oktay Rifat’la Bedri Rahmi’ye hiçbir şey katmadı, diyor Cemal Süreya. Halk deyimlerinin, folklor temlerinin bu iki şairde, döne dolaşa, çok dar bir kullanım alanı yarattığını; dahası, söz konusu şairlerin o dar alanda sıkışıp kaldıklarını ileri sürüyor. Elbette şiirde ‘yeni’ adına.

Bedri Rahmi şiire hiç mi yenilik getirmemiştir? Bir dönemin Anadolu’ya yönelik ‘kentli’ tutkusunu yansıtıyor bence Bedri Rahmi. Hem şiirinde, hem plastik sanatlar alanında. En azından bir dönemin sosyolojisine ışık tutuyor.

Oktay Rifat’a gelince, Cemal Süreya acımasız, onu “sanat endüstrisi pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kaldı” tanımlamasıyla değerlendiriyor. Bir kez daha hatırlatayım: Yıl 1956. Oktay Rifat sonradan yepyeni açılımlara yol alacak.

Ayrıca, halk söyleminden esinli o günkü şiirleri, sözgelimi Karga ile Tilki’de derlenmiş şiirleri bir çırpıda yok sayılabilir mi? Karga ile Tilki’yi yeniden okuyun, “çürük mal” çıkmaz karşınıza. Oktay Rifat’ın bir yaşam boyu sürmüş bilinçli arayışı, nedense Cemal Süreya’yı etkilememiş. (Gerçi sonradan Oktay Rifat’a saygısını da dile getirecektir.)

Tekerlemelerden masal izdüşümlerine, geniş bir yelpazededir Karga ile Tilki’nin şiirleri. Bu şiirler, birdenbire toplumsal taşlamaya açılır. Oktay Rifat bir yandan da Şiirler’in, Yeni Şiirler’in şairi. Bu eserler art arda okunursa, usta bir şairin yaşadığı toprağın diline uçsuz bucaksız savrulup gidişini yansıtır…

Oktay Rifat’ın da bir deneme kitabı var: Şiir Konuşması. Bu eserdeki yazılar, Oktay Rifat’ı serinkanlı bir edebiyat adamı kimliğiyle sergiliyor.

Cemal Süreya’nın güzelduyusal coşkusuna karşılık, Şiir Konuşması durmuş oturmuş bir şairin sözünü dile getirmekte. Folklor Şiire Düşman bir sıfatlandırma kitabıysa, Şiir Konuşması bir anlam çözümleme kitabı. İlkine coşku, coşkunluk kılavuzluk ediyor; ikincisine, sağduyu, biraz da uzak duruş, uzaktan gözlemleyiş.” (Selim İleri: “İki şairin düzyazıları”, Zaman, 9 Şubat 2014)

Cemal Süreya, daha sonra da Oktay Rifat’ın şiirlerini yeniden okurken, kimi şiirlerinin (kitaplarının sonraki basımlarında) değiştirilmiş odluğunu saptar. Çok sakıncalı bulur bu durumu. Niye sakıncalı bulduğunu da yazarak açıklar:

“… oturmuş, Oktay Rıfat’ın eski şiirlerini okuyoruz. Vaktiyle coşkuyla okuduğumuz parçaların ço­ğu bugün de aynı tazeliği, kıpırtıyı taşıyor. Oktay Rıfat son kırk yıllık şiirimizin belkemiği olmuş bir sanatçı. (…) Şiirimize araştır­ma duygusunu getirmiş bir şair Oktay Rıfat. Bu yönüyle 1946-­1960 yılları arasında şiir yazan, şiirle ilgilenen hemen herkesin üzerinde bir ağırlığı olmuştur. Ayrıca Türkçenin bugünkü duru­munu almasında, sivilleşmesinde, denebilirse, ‘materyalize’ ol­masında en büyük paylardan biri (birincisi değilse) onundur. Bunu da nasıl yapmıştır biliyor musunuz? Konuşma dilinin ya­lınlığından, türkülerin tadından hiçbir zaman ayrılmayarak.

Oktay Rıfat’ın eski şiirlerini okurken bir şey dikkatimi çek­ti. Kitaplarının yeni baskılarında bazı sözcükleri değiştirmiş. Es­ki bulduğu sözcükleri yenileriyle değiştirmiş. Söz gelimi, ‘Gü­nüm neşeyle uzun’ dizesini, ‘Günüm sevinçle uzun’ haline ge­tirmiş.

Bir şiiri yeniden yazmak başka, onun bazı sözcüklerini dil kaygısıyla değiştirmek başka. Gerçekte, otuz yıl önce yazılmış bir şiiri yeniden yazma çabasını da pek anlamıyorum ben. O şi­iri belli bir dönemin belli bir duyarlık ortamının, belli bir dil bağ­lamının ürünüdür. Ve olduğu gibi kalmalıdır. Kitap hâline gel­miştir, eleştirilerde anılmıştır, antolojilere o hâliyle girmiştir.

Dil kaygısıyla bazı sözcüklerin yenileriyle değiştirilmesi ise bence daha sakıncalı bir şey. Şiiri bir yapaylığa götürür. Şairin, kendi yapıtındaki sözel eytişime pek inanmadığını da gösterir. Gerçi yeni seçilmiş sözcük de şairin sözcüğüdür. Ama otuz yıl önceki sözcüğü değildir.

Bir nokta daha var. Şair otuz yıl önce yazdığı dizeyi bir bü­tün olarak yazmıştı (sözcüklerin tek tek toplamını yapmamıştı; dize, kendiliğinden, o güne göre birbirini besleyen sözcüklerin bir çeşit bileşimi olarak toptan ortaya çıkmıştı). Diyelim şair di­zelerde sözcük değişikliği yapacak, o zaman da dizeyi yeniden kurması gerekmeyecek midir?

Öyle olmuyor. Birçok şairimiz eski dizelerindeki sözcükleri cımbızla çekip yerlerine teker teker yeni sözcükler atıyor. Yal­nız Oktay Rıfat’ta değil, daha birçok ustada gördüm bunu. Dil devrimiyle gelen bir sıkıntı sonucu mu bu? Öyle olsa gerek. Ama yeni sözcüklerin yeni şiirlere saklanması, eskileriyle oy­nanmaması daha doğal, daha sağlıklı bir iş değil mi? Böylece şairin izlediği yol dil açısından da daha belirgin olarak ortaya Çı­kacak, o açıdan olan gelişim de hemeninden belirecektir.

Yaşar Nabi Nayır da şiirlerinin yeni baskısında bu yola gir­mişti. Talip Apaydın’da da gördüm aynı şeyi. Fazıl Hüsnü Dağ­larca’da da.(…)

Ama otuz kırk yıl önce ya­zılmış şiirlere doğru bir düzeltme işlemine girmek niye?

Ya günün birinde eski şiirlerimize damlattığımız yeni söz­cükler de gözden düşerse, onların da yenileri ortaya çıkarsa?… O zaman ne yapacağız?

En iyisi eski yapıtlarımızı olduğu gibi bırakalım. Yenilerine yönelelim. O zaman öyleydik. Şimdi böyleysek, yeni yapıtları­mız da böyle olsun.” (Cemal Süreya: Günler, YKY, 2000, s.268)

Kitapzamanı’nın 2008 yılı Nisan sayısında yayımlanan “kelimeleri değiştirilen şiir, aynı şiir midir?” sorusuna takılan Hilmi Yavuz, “Türk edebiyatında bu konuda bir tartışma bile doğmuştu” diyerek, Cemal Süreya’nın işlediği konuyu yeniden ele alır:

“Melih Cevdet Anday, şiirlerini değilse bile Raziye romanını iki kere yazmıştı. Arkadaşı Oktay Rifat ise, ‘Saadet bir çiçektir bastığın yerde biter’ şeklindeki ünlü dizesini, ‘Mutluluk bir çiçektir bastığın yerde biter’ diye değiştirince, Cemal Süreya bunu eleştirmişti. Cemal Süreya ‘Sözcükleri Değiştirmek’ adlı yazısında şunu söylüyordu: Ya günün birinde eski şiirlerimize damlattığımız yeni sözcükler de gözden düşerse, onların da yenileri ortaya çıkarsa? O zaman ne yapacağız?.

Oktay Rifat bu değişikliği Öz Türkçe kullanma kaygısıyla yapmıştı.(Rifat’ın, başka sebeplerle yaptığı sözcük değişiklikleri de var: Örneğin, ‘Fatih ve Elma’ şiiri.) Türk şiirinin önemli başka şairleri de farklı sebeplerle şiirlerindeki kimi sözcükleri ya çıkartmış ya değiştirmişti. Fazıl Hüsnü Dağlarca, Necip Fazıl, Yaşar Nabi Nayır, Talip Apaydın gibi… Bir açıdan şairinin şiir serüveninde geçirdiği değişimi görmenin ve yeniden yazma işlemine karşılaştırmalı olarak bakmanın ilginç bir deneyim olacağı söylenebilir. Ama son dönem edebiyat kuramlarının cevap aradığı o döngüsel soru yeniden belirmeye ve verilecek tüm hükümleri hükümsüz kılmaya yetecek kadar karmaşıktır: ‘Yazar, metni tarafından öldürülmemek uğruna metni öldürebilir mi?’

Kitapzamanı’ndaki tesbit, bu! Bu konudaki düşüncelerimi söylemeden önce, bir küçük düzeltme: Oktay Rifat’ın, ‘Aşağı Yukarı’ kitabının ilk şiiri olan ‘Karıma’nın, sözkonusu edilen dizesi, ‘Saadet bir çiçektir bastığın yerde biter’ değil, ‘Saadet bir çimendir bastığın yerde biter’ olacaktır. Bir de açıklama: Oktay Rifat, ‘Fatih ve Elma’ şiirindeki ‘Sarığım, kürküm, kokusuz karanfilim’ dizesindeki ‘karanfilim’ sözcüğünü ‘gülüm’ olarak değiştirmiştir. Nedeni, belleğim beni yanıltmıyorsa, Bellini’nin Fatih tablosunda Sultanın elindeki çiçeğin, karanfil değil de gül olduğunun, rahmetli ressam ve müzeci Elif Naci tarafından yazılan bir yazıyla belirtilmiş olmasıdır. Oktay Rifat, bir şair olarak gerçekliğe bu kertede bağımlı olmalı ve ‘karanfil’i ‘gül’le değiştirmeli miydi? Üzerinde durulması gereken bir soru.”

Karga ile Tilki”den önce “1952’de “Aşağı Yukarı” yayımlanmıştır.

Ufuklar” dergisinin “Yabancılara hangi yazarlarımızı tanıtalım?” soruşturmasına Nurullah Ataç, kendi deyişiyle, birkaç ad sayıverir:

“Bakın kimleri söylemişim: ‘Şiir – Orhan Veli: Dalgacı Mahmut; Oktay Rifat: Zeytinyağlı Dolma, Fadik; Metin Eloğlu: Xavier Cugat, Zurnanın zırt dediği yer; Fazıl Hüsnü Dağlarca; Sivaslı Karınca, Hikâye – Sait Faik Abasıyanık; Orhan Kemal; Muzaffer Hacıhasanoğlu: Bir Fotoğraf Canlanıyor.”

Şöyle sürdürür yazısını Ataç:

“Şaşırdım kaldım bunları okuyunca: O benim saydığım şiirler nasıl çevrilir başka dillere? Örneğin Oktay Rifat’ın ‘Zeytinyağlı dolma’sı ile ‘Fadik’i. Doğrudur, çok severim o şiirleri. Sırası gelmişken soruyorum size: Oktay Rifat’ın yeni kitabını, ‘Aşağı yukarı’yı alıp okudunuz mu? O şiirler de var içinde, daha başkaları da var. Ben hepsini güzel buluyorum, hele uzun bir İstanbul şiiri var, bayıldım. Oktay Rifat iyi şairdir; günden güne de gelişiyor, daha çok güzel şiirler yazacaktır. Kafası bir yere saplanıveriyormuş, olsun! böyle şeyler beceriksiz şairler için bir kusurdur, şairin iyisi, kafası bir yere saplansa da güzel şeyler söylemenin yolunu bulur. Oktay Rifat buluyor o yolu… Ama bence, o kitaptaki şiirlerden biri bile başka dillere çevrilemez. Çevrilir elbette, çevrilmez olur mu? Ancak iyi bir şair, mizacı Oktay Rifat’ın mizacına uygun bir şair çevirebilir, yeniden tartarak çevirir. Yoksa ‘Zeytinyağlı dolma’nın fıransızcada ne olacağını bir düşünün, ‘ziftyağlı dolma’ gibi bir şey olur o.” (Nurullah Ataç: “Kendimizi Tanıtalım”, Ararken, Varlık, 1954, s. 42-43)Ataç’ın “Zeytinyağlı dolma” diye söz ettiği şiirin başlığı “Yalancı Dolma”dır. 4 dizelik bir şiir:

YALANCI DOLMA

Şu zeytinyağlı dolma
Yemek değil rezalet
Rezalet rezalet
HÜRRİYET MÜSAVAT ADALET

Oktay Rifat’ın “Karga ile Tilki”den sonra yayımlanan kitabı “Perçemli Sokak”tır.

Yıllar sonra, bir yazısında “Perçemli Sokak”la ne yapmak istediğini açıklar:

Perçemli Sokak’la yapmak istediğim gerçeğe biraz daha sokulmak, yaklaşmaktı. Gerçeği duyularımızla tanırız. Hiç ağaç görmemiş birine birden çınarı gösterirseniz ne yapar! İnsanoğlu kendini alıştıra alıştıra algılar gerçeği, böylece öldürür onun şaşırtıcı ve olağanüstü yanını.

(…) Şiir hep bizden önce vardır, doğada da, kitaplarda da. Şunu söylemek istiyorum: Okumasını ve bakmasını bilirseniz hemen tanırsınız onu.” (Oktay Rifat, “Şiir Hep Bizden Önce Vardır”, Yusufçuk Dergisi, 1980)

Kökende, “Perçemli Sokak” kitabına yazdığı önsöz, “İkinci Yeni” diye yaftalanan yeni bir şiir anlayışına yöneldiğini, “Gerçeküstücü” bir yaklaşıma kaydığını duyurur. Bir anlaşma aracı olan “dili kullanmak, kelimelerin bizde uyandırdığı görüntülerin (image, hayal) yardımıyla bir şey anlatmaktır. O şeye anlam diyoruz. Bir sözün anlamı, çoğu zaman o sözün gözümüzün önüne getirdiği görüntüden başka bir şey değildir. Ahmet yürürken düştü sözünde olduğu gibi. Yürürken düşen Ahmet’in görüntüsü bu sözün anlamıdır. Balık kavağa çıkınca gelirim dediğimiz zaman gözümüzün önüne gelen görüntüden ikinci bir görüntüye sana hiç gelmeyeceğim sözünün görüntüsüne sıçrarız. Bu da onun anlamıdır”açıklamasından sonra, önsözünü şöyle sonlandırır:

“… gerçeğe alışmışızdır. Gerçeğin gündelik düzenini değiştirmek, yahut başka bir açıdan bakabilmek elimizde olsaydı, daha çok ilgi duyardık ona. İşte gerçeğin düzeninde yapamayacağımız bu değişikliği, kelimelerin konuşma dilindeki gündelik düzeninde yapmak bize bu açıyı sağlayacak, birbirine yabancı sanılan kelimelerin karşılıklı ışığında unuttuğumuz yüzüyle çıkacaktır karşımıza.”

Aynı önsözünde, Oktay Rifat, “Ahmet düştü sözünün bir anlamı vardır, çünkü Ahmet düşebilir. Lambanın saçları ıslak sözünün bir anlamı yoktur, çünkü lambanın saçı olmaz. Bir kelime sanatı, bu yüzden bir görüntü sanatı olan şiirin sadece olabilecek görüntülere bağlanması istenemeyeceğinden anlamla da bağlı kalması istenemez.” Der. İşte, anlamdan bağımsız şiirlerle doludur “Perçemli Sokak”. İlk şiir ya da “I”:

Bulutların çıkınında
Mis kokulu güvercinleri gökyüzünün
Çıldırtırlar insan gözlü kedileri
Ay dolar kuyulara yalınayak
Telgraf tellerinde gemi leşleri

 Kün Edebiyat Dergisinden Ercan Köksal’ın “Oktay Rifat ‘Perçemli Sokak’ta ‘Ay doğar kuyulara yalınayak / Telgrafın tellerinde gemi leşleri’ şeklinde bir ifade kullanıyor. Bana bu dizelerden net bir anlam çıkarmak mümkün görünmüyor. Sizce bu ifadeyi nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?” sorusunu yanıtlar:

“Şimdi, Oktay Rifat’ın ‘Perçemli Sokak’ı İkinci Yeni şiiri değildir. Oktay Rifat’ın kendisi o yıllarda, özellikle ‘Perçemli Sokak’ adlı şiir kitabıyla birlikte İkinci Yeni’nin başladığını, bu akımın öncüsü olduğunu iddia etmiş idiyse de bunun doğru olmadığını biliyoruz. Çünkü Cemal Süreya 1953 yılından itibaren yazdığı şiirlerde İkinci Yeni’nin ilk örneklerini vermiştir. Nitekim İkinci Yeni şairleri de Oktay Rifat’a böyle bir öncülük payesi vermezler. Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak’ı İkinci Yeni’yle ilgili değil, daha çok sürrealizmle ilişkilidir. İkinci Yeni şiiri ise sürrealist bir şiir değildir. İkinci Yeni şiiri içinde bulunduğunu iddia ettiği dönemde İlhan Berk’in veya Oktay Rifat’ın bu tür şiirler yazmış olmaları İkinci Yeni şiirinin sürrealist bir esinlenmeyle yazıldığı anlamına gelmez.” (Ercan Köksal: “Hilmi Yavuz: İnsanlık başından beri bir şiir dili yakaladı”, Kün Edebiyat dergisi, Eylül-Ekim 2013)

Oktay Rifat’ın ölümünden 25 yıl sonra, Yücel Kayıran 2013 yılında yayımlanan yazısında, bu tartışmayı bir başka açıdan ele alır. “Oktay Rifat’ın şiiriyle ilgili değerlendirme yazılarının birbiriyle örtüşmeyecek iki farklı yaklaşıma dayandığını” öne sürer. Bu yaklaşımların, “Rifat’ın şiirine aşkın olmadığını, onun şiirinin içinde bulunduğu durumdan vücut bulduğunu” belirtir ve der ki:

Oktay Rifat’ın ‘yenilik dönemi’ diye adlandırılan iki kitabı, Perçemli Sokak ile Âşık Merdiveni, diğer kitapları içinde sanki askıya alınmış gibidir ve sanki şairin şiirini değerlendirmede bir kriter olarak görülmez. Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler ile Güzelleme, Aşağı Yukarı ve Karga ile Tilki’ye, Elleri Var Özgürlüğün’e, Yeni Şiirler, Bir Cigara İçimi, Elifli’ye atıf yapılır ama Perçemli Sokak ile Âşık Merdiveni’ne sanki yokmuş gibi muamele yapılır. Neden?

Oktay Rifat’ın şiiriyle ilgili değerlendirme/irdeleme yazılarının temellendirmeleri, son analizde birbiriyle örtüşmeyecek iki farklı yaklaşıma dayanır. Bu yaklaşımlar, kuşkusuz, Rifat’ın şiirine aşkın değildir, tam tersine onun şiirinin içinde bulunduğu durumdan vücut bulur. İlk yaklaşım, tek tek şiirlerin irdeleme konusu edinildiği yazılarda ortaya çıkar. Şairin yapıtları içinde daha çok Yeni Şiirler’e odaklanan bu yazılar, konu edindikleri her tek şiirdeki estetik başarıyı irdeleyen, bu estetik başarının gizemini keşfetmenin bilincini dile getirirler. Bu yaklaşıma göre, Oktay Rifat’ın şiiri, estetik bakımından neredeyse bir kusursuzluk içerir. Bu yaklaşımın üzerinde durmadığı poetik problem ise, bu estetik başarının dayandığı poetikanın, Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler ile Güzelleme, Aşağı Yukarı ve Karga ile Tilki’yi oluşturan şiirlerin poetikasından çıkmamış olması, bu poetikanın olanak alanı içinde yer almamasıdır.

Poetik modernleşme ideolojisi

İkinci yaklaşım ise, Oktay Rifat’ın şiirinde ortaya çıkan bu değişimin, hangi başka şiirlerle etkilenme gerilimi içinde vücut bulduğunu problem edinir. İlk yaklaşımın temsilcilerinden ilki Enis Batur’dur. Batur, Yeni Şiirler’e işaret ederek, Rifat’ın şiirinin öneminin pek kavranmadığına dikkat çeker. Ama sorun, Yeni Şiirler’e gelmeden önceki aşamada, yani başlangıçtadır ve bugün de henüz aşılabilmiş değildir. Göz ardı edilmemesi gereken asıl soru şudur: Karga ile Tilki’den Perçemli Sokak’a nasıl geçilmiştir? Karga ile Tilkideki anlatıcı-ben, Perçemli Sokaktaki gibi konuşamaz, düşünemez. Bu olağan görülüyor ise, burada bir ideoloji söz konusu demektir. Şiirin, sürekli modernize edilmesi gerektiği, modernleşme sürecinin temel kaygılarından biri olabilir. Ama bu “sürekli modernize edilmenin” bir şairin kurmakta olduğu şiir içinde poetika değiştirmesine yol açıyor ise, ve bu durum da olağan görülüyor ise, poetik bakımdan bu oldukça sorunlu bir durumdur. Bu ideolojiye, ‘poetik modernleşme ideolojisi’ diyorum. Siz de söz konusu ideolojinin öznelerinden biri iseniz, poetik bakımdan kabul edilemez olana, siz de, olağan olarak bakarsınız.Dahası bu durum, ikinci yaklaşımın bakış açısında, daha problematik hale gelir. Bu yaklaşımın, Orhan Koçak’a ait olduğunu hemen belirtelim. (…) İkinci Yeni’nin, Oktay Rifat üzerindeki psikanalitik etkisinden söz ediyordu Koçak.

Ama bu durum, başka şairler için de söz konusu iken, neden Oktay Rifat’ta problem haline gelmiştir. Dahası problem neden Oktay Rifat’ta açığa çıkmıştır? Oktay Rifat problemi, Perçemli Sokakın yayımlanmasıyla, İkinci Yeni’nin genç şairlerinin reaksiyonuyla başlar. Reaksiyon, poetik bakımdan ilginçtir. Çünkü Perçemli Sokak, Garip’ten çok, İkinci Yeni’ye yakınken, İkinci Yeni şairleri tarafından reddedilir. Pazar Postası’nda, Oktay Rifat’a karşı tavır geliştirmeye yönelik bir soruşturma düzenlenir ve Cemal Süreya’nın ‘Oktay Rifat’ın Şiirinde Fırsat Rantı’ başlıklı yazısı yayımlanır. Bütün bu reaksiyon, aslında, ‘malın başkasına kaptırılmak istenmemesi çabası’ izlenimi vermektedir. Çünkü asıl sorun, ‘poetik modernleşme ideolojisi’ sorunu, o zaman da, sonrasında da tartışılmaz. Oysa göz ardı edilen bugün de devam etmekte olan temel sorun, Perçemli Sokak’ın Garip poetikasının olanak alanının bir ürünü olmamasına rağmen eleştirilmemiş olmasından kaynaklanır. Bugün bir dönem kapandığına göre, bu problem artık kaygısızca tartışılabilir. Oktay Rifat’ın yerini başka türlü tanımlamak mümkün değil gibi.” (Yücel Kayıran: “Oktay Rifat Problemi”, Radikal Kitap, 19 Nisan 2013)

Kitapta (“Perçemli Sokak”) Romen rakamlarıyla başlıklandırılmış 41 şiir var. Kimileri dizeli değil, düz. Örneğin:

XVII

Uykusuz camların kırmızı boynuzlu öküzleri ellerimi yaladı mı yemyeşil kesilirim. Alnımın kuşları havalanır. İçim dışım gözle görünmeye başlar. Başkaları seyrime dalmış ne fayda, ben mühürlerin yalnızlığında erir giderim.

Çoğu kısacıktır. Üç-dört dize. Örneğin:

XXXVII

Parmak gibi insanlar
Gagasız kuşları yalnızlığın
Kutularının içinde

 Bu şiirlerin olumsuz tepkiyle karşılandığını söylemek gerekir mi?… Elbette, kullanılan ilk tepki sözcüğü “anlamsız”dır. Dolayısıyla, Oktay Rifat ‘anlamsız şiir’in ne demek olduğunu açıklama gereği duyar ve Yeditepe’de yayımlanır aşağıdaki yazısı:

“…Bizde anlamsız şiir deyince, bir şey söylemeyen, bir şey anlatmayan şiir sanılıyor. Olur mu öyle şey! Bir şey anlatmamanın en kestirme yolu susmaktır. Her ağzını açan, ister istemez, bir şey anlatmak sorumluluğunu yüklenir. Anlamsız şiir, bir şey anlatmamak şöyle dursun, bize anlamlı şiirin anlatamadığı şeyleri anlatıyor, bizi insandan uzaklaştırmak şöyle dursun, bize insan gerçeğinin, dış gerçeğin ta kendisini vermeye çalışıyor. Bugünkü şiir, gerçeği yakalamak peşindedir. Diyeceksiniz ki gerçeğe ulaşmanın bir yolu var, o da akla başvurmak. Bilim için belki doğru olan bu söz, şiir için doğru değildir. Çünkü şiirin aradığı, gerçeğin başka bir yönüdür. Şiir, gerçeği, heyecan veren yönüyle arıyor. (…)

Bugünkü anlamcılar da bir bakıma gerçeküstücüler gibi yanılıyor, bilimsel bilgiyle, şiirsel bilgiyi birbirine karıştırıyorlar, bu iki kolu ayırt etmek istemiyorlar. Georges Mounin[11] adındaki eleştirmeci, şiirsel bilgiyi, heyecana dayanan bilgi (connaissance émotionnelle) olarak tanımlıyor. Gerçek karşısında duyulan heyecan şiirin konusudur. Eski şair, bu heyecanı duyuma aykırı bir şekilde aklında dondurarak, akıl yoluyla anlatırdı. Bugünkü şair bu heyecanı gene aklın ışığında, ama aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın olarak vermeye çalışıyor.(…)

 Gerçeğe ışık tutmakta gösterdiği başarı yeni şiirin erdemlerinden biri. Daha başka erdemleri de var yeni şiirin.” (Oktay Rifat: Yeditepe Dergisi, 8 Aralık 1958)

 Gene Yeditepe dergisinde yayımlanan bir başka yazısında akıl ile şiir arasındaki bağı araştırır:

 “…Arı hareket (mobilité pure), arı süreklilik (continuité pure), canlının yaratıcı gelişimi (évolution créatrice) akla sığmaz. Aklın süreklilik, hareket dediği şey, ister istemez, sinema şeridindeki süreklilik gibi, birbiri ardına dizilen hareketsizliklerden meydana gelir. Aklın canlı cansız, gerçeği bütünüyle kavraması için, içgüdünün gelişmesinden meydana gelen sezgi  (intuition) ile tamamlanması gerekir. (…) Bergson, içgüdüyle ilgili düşüncelerini şu cümle ile özetliyor: ‘öyle olaylar vardır ki, yalnız akıl arayabilir bunları, ama kendiliğinden bir türlü bulamaz, yalnız içgüdü bulabilir, ama içgüdü de hiçbir zaman arayamaz.’ (…)

Duygu, akıl dışı bir olaydır. Bilinir, duyulur, ama anlatılmaz. Fransızca deyimiyle intelligible değildir, anlama sığmaz. Ama şu var ki, şairler, duygularını akıl diline çevirerek anlatmaya çalışırlar. Daha doğrusu, akıl dilinde, duygularına bir karşılık bulurlar. Buna, duygularını dillendirirler de diyebiliriz” (Oktay Rifat: “Akıl ve Şiir”, Yeditepe, 28 Şubat 1959)

1958’de yayımlanan “Âşık Merdiveni”ndeki şiirleri de, ozanın deyişiyle “aklın ışığında, ama aklın dışından, daha canlı, duyuma daha yakın” olan şiirlerdir. Cevat Çapan, “Bütün Şiirleri I”in başında yer alan yazısında değerlendirir:

“… gerçekliğe böylece yepyeni bir açıdan bakma yönteminin yanı sıra Perçemli Sokak ve Âşık Merdiveni’ndeki şiirleri bazı okurlar ve eleştirmenler için ‘Garip’ şiirinin garipliklerinden daha irkiltici geldi. Oktay Rifat’ın gerçekliğe sanki bir çiçek dürbününden bakıyormuş gibi bakması, birbiriyle ilgisi olmayan nesnelerin ve imgelerin yan yana getirilmesi aslında okura soyut resmin ya da atonal müziğin yaratabileceği bir etki yaratıyordu.” (Cevat Çapan: “Şiirin Aşınmaz Zamanının İzinde”, Oktay Rifat: Bütün Şiirleri I, YKY, 2007, s. 13-22)

Sonraki şiirlerinde daha ‘anlaşılır’ bir anlatı edinmiş olduğu söylenmeli. Örneğin, 1973 yılında e-yayınlarından çıkan “Yeni Şiirler”inde gene okurun zihninde imgeler kurmaya yönelik bir tutumu sürdürse de okurunu daha az zorladığı söylenebilir. Örneğin:

TAŞLAR

Tutmuşum avuçlarımda sıkıca,
Üşüyen taşlarımı bütün gece,
Sabah uyandım baktım ki duruyor.
Güvercin saçakta, kedi eşikte,
Bulut damların üstünde duruyor.
Bir aynaya dökülmüş yalnızlığım,
Sabah uyandım baktım ki duruyor,
Güneşiyle, ağacıyla duruyor. 

Oktay Rifat’ın bu kitabında (“Yeni Şiirler”) yer alan “Mısır Dönüşü” şiirini, “bütün cesaretini toplayarak” Hilmi Yavuz “tashih” etmiştir (düzeltmiştir) bir yazısında. Düzeltimin gerekçesini de açıklar:

“Doğrusu benim de, bütün cesaretimi toplayarak gerçekten çok değerli bir şair olduğundan asla kuşku duyulması söz konusu olmayan bir şairin, bir dörtlüğünü tashih etmek değil, ama alternatif bir öneride bulunmak istiyorum. Dediğim gibi, cür’etim ma’zur görülsün!

Şiir, Oktay Rifat’ın Yavuz Sultan Selim için yazdığı ‘Mısır Dönüşü’ şiirinin ilk dörtlüğü. Dörtlük şöyle:

Doldur kadehimi, Hasan Can! Güneşe
Tutsam derimi, ısıtmıyor. Bu mintan
Kefenden daha soğuk! Versem ateşe
Girit ve Rodos’u, kızoğlankız, civan.

Buradaki ‘derimi’ kelimesinin yerine, ‘tenimi’ demek, daha uygun olurdu. ‘Deri’ insanın dışında birçok canlının bedeninin yüzeyi için kullanılır [mesela, ‘yılan derisi’ gibi]; oysa ‘ten’ sözcüğü, sadece insana atıfta bulunur. Dolayısıyla, dörtlüğün ikinci dizesinin ilk bölümü, ‘Tutsam tenimi ısıtmıyor’ olmalıydı, diye düşünüyorum.

Aynı dizedeki ‘mintan’ kelimesinin de, şiirin emperyal edâsına uygun olmadığı kanısındayım. Burada büyük bir sultandan, Yavuz Sultan Selim’den sözedildiğine göre, herkesin giyebileceği, sıradan bir giysi olan ‘mintan’ [‘gömlek’] yerine, ‘kaftan’ daha anlamlı olurdu. Tahir’ül Mevlevî’nin ‘Edebiyat Lügati’nden alıntılayarak söylersem, ‘edânın müeddâ ile, yani lafzın mânâ, daha açığı üslûbun mevzu ile muvafık’ olması bağlamında ‘kaftan’ kelimesi tercih edilseydi, şiirin emperyal edâsını daha da yoğunlaştırmak mümkün olabilirdi. [Ayrıca, kafiye düzeni de bozulmuş olmayacaktı: kaftan/ civan]. Dolayısıyla, dörtlük:

Doldur kadehimi, Hasan Can! Güneşe
Tutsam tenimi, ısıtmıyor: Bu kaftan
Kefenden daha soğuk! Versem ateşe
Girit ve Rodos’u, kızoğlan kız, civan,[12]
olsaydı, diyorum. Ne dersiniz”

(Hilmi Yavuz: “Oktay Rifat’ı tashih etmek?”, Zaman, 3 Ekim 2012)

1946 yılında yayımlanmış ilk kitabı “Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler”de yer alan yapıtlarından çok farklıdır artık Oktay Rifat’ın şiiri. İlk kitabından bir örnek:

TECELLİ

Nedir bu benim çilem
Hesap bilmem
Muhasebede memurum
En sevdiğim yemek imambayıldı
Dokunur
Bir kız tanırım çilli
Ben onu severim
O beni sevmez

İlk kitaptaki ‘aşk’ şiirlerinden dikkat çekenler ilk eşi Türkân Aksoy’a yazdığı şiirlerdir. “Kuş Gibi”, “Hayatımı Düşündüm” şiirleri “Türkân’a” adanmıştır. Ayrıca “Türkân İçin” ve “Türkân’a Ağıt” başlıklı iki şiiri ve “Anış”…

ANIŞ

Her dakikasını ayrı hatırlarım
Erenköy’de geçen zamanımın
Rüyama girer bir arada
İstanbul bahar ve Türkân’ım

Bir odamız vardı etrafı sarmaşık
Bostanlara bakan penceremiz
O güller kadar taze
Ben ona deli gibi âşık

Bir yastıkta dinlenir başlarımız
Saçlarım saçlarına karışırdı
O güzel bir kızdı ince alımlı
Ne giyse yaraşırdı

Yeter ki gönüller şen olsun
Şarkılar söylerdik yolda
Hep karşıma otururdu ellerini tutardım
Akşamüstü eve dönerken paraşolda

Ağaçlar çiçekteydi
Türkân’ım sağ beraberimde
Kalbim sevda içindeydi
İstanbul bahar içinde

Gerçekten de, yazılmış güzel aşk şiirlerinden biri.

Oktay Rifat’ın 1943 yılında dünya evine girdiği Türkân Aksoy, Zonguldak Valilerinden Halit Aksoy’un kızıdır. Veremden ölür.“Kentimizden kısa ömürlü süren ve halen daha izleri kalan iki kısa evlilik yaşanmıştır. İlki Oktay Rıfat’ın Türkan’la olan evliliğidir. İkinci Dünya Savaşı’nın bedeli olan stres ve yokluk içindeki günlerin bir eseridir, Türkan’ın ölmesine neden olan verem hastalığı.

Çok merak etmişimdir Türkan’ı, arayıp buldum fotoğrafını. ‘Yazık ki, ne yazık’ diyesi geliyor insanın içinden, Türkan’ın güzelliğini görünce.

Sonra bir gün, Türkan’ın mezarını bulmam gerektiğini düşündüm, yıllarca aradım mezarı ‘Asri Mezarlık kazan, ben kepçe.’ Sadece ben mi, benden evvel de çok aranmış mezar.

‘İş edinip kendine, uzun uzun aradı Türkan Hanım’ın mezarını şair arkadaşım Doğan Şadıllıoğlu, ama bulamadı. Ne zaman açılsa konu, ‘Bakmadığım mezar kalmadı Üzülmez Mezarlığı’nda’ diyordu, üzülüyordu. Kim bilir, Türkan Hanım’ın kendisini bulmuştur o karanlıklar ülkesinde belki de!’ diye yazıyor İrfan Yalçın, ‘İçimdeki Zonguldak’ isimli çalışmasında.

Doğan Ağabey bulamamış, ama ben buldum Türkan’ın mezarını, bir avukat arkadaşım sayesinde. İrfan Ağabey haklı çıkmıştı, Doğan Ağabeyin mezarı ile kapı komşu sayılır Türkan’ın mezarı, birbirine o kadar yakınlar.” (Erol Çatma: “Hazin Bir Aşkın Hikâyesi”, 10 Ekim 2012, kdzereglifutbol.blogspot.com.tr)

Dört dörtlükten oluşmuş “Türkân’a Ağıt” şiirinin son dörtlüğü şöyledir:

Oktay der ki yaralandım gaziyim
Nerelerde eğleneyim gezeyim
Gayri rüyasını görsem razıyım
Yok bu derdin be kardeşler bir çaresi.

Oktay Rifat 1945 yılında Fransızca öğretmeni ve Türk Dil Kurumu Tercüme Bürosu’na uzun zaman hizmet vermiş, Fransızca çevirmeni Sabiha Omay ile evlenir. Aynı yıl oğlu Samih Rifat doğar.Oktay Rifat’ın 1945 yılında yayımladığı “Güzelleme” adlı kitabı “Sabiha’ya” adanmıştır. Karısına seslenen şiir, 1952 yılında Yeditepe yayınlarından çıkan “Aşağı Yukarı” adlı kitabında ilk şiir olarak yer alır:

KARIMA

Sofalar seninle serin
Odalar seninle ferah
Günüm sevinçle uzun
Yatağında kalktığım sabah

Elmanın yarısı sen yarısı ben
Günümüz gecemiz evimiz barkımız bir
Mutluluk bir çimendir bastığın yerde biter
Yalnızlık gittiğin yoldan gelir

 Aşağı Yukarı”daki “Fadik ile Kuş” şiiri de bizim,– rahmetli arkadaşım Okay Kuduğ ile benim şiir matinelerinde okuduğumuz şiirlerinden bir ötekidir. Bu şiirin bir yerinde Oktay Rifat, ‘cennet’i görüntüler:

Baktılar cennet
Cennette bir kalabalık
İğne atsan yere düşmez
Çukurova ırgat kahvesi sanki mübarek
Ama öylesine değil
Lüküs kibar
Duvarlar silme muhallebi
Ayın on dördü gibi gılmanlar
Gılmanların peşi sıra rintler
Kırk dokuzluk ab-ı Kevserler patlatılmış
Ciğer kebapları sulu sulu
Kimi güler
Kimi konuşur
Kimi
Canib-i rahmete son çektiği sagarla döner
Kısacası âlem[13]

Oktay Rifat (fırçasından değil) şiirinde “Cennet”. Biliniyor ki, şair-yazar, aynı zamanda ressamdır. 1991 yılında YKY’dan yayımlanan “Oktay Rifat Kitabı”nın sonunda Rifat’ın çeşitli tarihlerde yaptığı 47 adet resim bir albüm şeklinde yer almıştır. Ayrıca marangoz ve aşçı olduğunu ve “birinci derecedeki aşçı kadar mükemmel yemek pişirdiğini” ve başka özelliklerini eşi Sabiha Hanım’dan öğreniyoruz.

Sermet Sami Uysal’ın 1954 yılında Cumhuriyet gazetesi için görüştüğü edebiyatçı eşlerinden biri de Oktay Rifat’ın eşi Sabiha Rifat’tır. Görüşmede yöneltilen sorulara Sabiha Rifat’ın yanıtları aşağıdadır:

Eşinizle nasıl tanıştınız?: Ankara’da Karadeniz yüzme havuzunda tanıştık.

Evlendikten sonra değişen huyları oldu mu?: Ufak tefek, mesela eskiden çayı sevmezdi; çaya alıştı.

Değişmeyen huyları: Rakı, rakıdan kesemedim.

Batıl itikatları var mı?: Hayır.

Oktay Rifat: Elhamdülillah dindar değilim. Allah’a inanmam.

Sabiha Hanım, eşiniz en çok neyi sever?: Şimdi en çok içkiyi seviyor. Akşam ufak bir tepsi içinde meze hazırlatıp, iki üç kadeh içmeye bayılır. Dostlarıyla sohbeti sever. Sinemaya filan gitmez.

Evde size yardım eder mi?: Hayli marifetlidir. Evvela iyi marangozdur. Misafir odasındaki masa, koltuk ve sandalyeleri eşim yapmıştır. Sonra birinci derecedeki aşçı kadar mükemmel yemek pişirir. Musluk tamir eder, soba kurar…” (Soner Yalçın: “Ünlülerle yapılan özel anketler”, Hürriyet, 12 Ağustos 2012)

Sabiha Hanımın kocasının içki sevdiğine değgin (dair) sözü üzerine rakıseverlerin Oktay Rifat’ın şiirlerini tarayıp bu sevgisini kanıtlamak ve de vurgulamak çabası içine girdikleri gözlenir:“Garip akımının öncülüğünü yapan ve en iyi arkadaşlarından Orhan Veli gibi rakıya olan sevgisiyle tanınan Oktay Rifat, şiirlerinde de rakıya genişçe yer vermiştir. ‘Kadeh’ adını taşıyan şiirinde rakıyı gökyüzüne benzeten Rifat bu dizelerle rakı severliğini en iyi yansıtan şairlerden biridir.

Burası dalyan kahvesi
Ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü

Ünlü şair ‘Benim Yarim’ isimli şiirinde de aşkını dile getirirken, yarinin rakı sevgisinden de bahseder.

Benim yârim iki dirhem bir çekirdek
Hoppa mı hoppa
Rakı içer
Kadeh kırar
Benim yârim sırasında benden hovarda

İstanbul’a olan sevdasıyla tanınan şairlerden biri olan Oktay Rifatİstanbul Türküsü” adlı şiirinde rakıyı da es geçmez.

Gittim baktım şıkır şıkır Balıkpazarı
Üç tek attım sarhoş oldum ayak üzeri
Üç doluya üç tanecik badem şekeri
Top çiçeğim deste gülüm

Canım İstanbullum

Şiirleriyle Türk Edebiyatına yön vermiş olan bu usta şairin rakı sevgisi de atlanmayacak niteliktedir. En ünlü rakıseverler listesinin üst sıralarında yer alan bu şair bugün hala şiirleriyle pek çok edebiyat meraklısını derinden etkilemektedir. (“Osmanlıdan günümüze rakı”, frmtr.com)

Selim İleri, ilk kez Koço’da yüz yüze gelir Oktay Rifat ile:

“Müdavimi miydi Koço’nun, bilmiyorum. Ama eşsiz Oktay Rifat’la ilk ve son görüşmem Koço’da bir akşam yemeğindedir. Bir Kadının Penceresinden romanına vurulmuştum. Bay Lear’in yayınlandığı günlerdeydi galiba bu akşam yemeği. Vakur, zarif, soylu Oktay Rifat…” (Selim İleri: “Edebiyat ‘Salon’larında”, Zaman, 1 Eylül 2012)

Şiirler” kitabıyla 1970 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü, “Bir Cigara İçimi”yle 1980 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü, “Dilsiz ve Çıplak” kitabıyla da 1984 Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü alan Oktay Rifat, tiyatro oyunları ve roman da yazar. Söz ödüllerden açılmışken, tiyatro oyunları ve roman ödüllerini de sıralayalım: “Yağmur Sıkıntısı” adlı oyunu Ankara Sanat Sevenler Derneği’nin Yılın En İyi Oyunu ödülüne, TRT 1970 Sahne Eserleri Yarışması’nda da başarı ödülüne, “Danaburnu” romanı da 1981 Madaralı Roman Ödülü’ne değer görülür.

İlk sahnelenen oyunu “Kadınlar Arasında”dır. Bunu, “Oyun İçinde Oyun” (1949-50), “Birtakım İnsanlar” (1960), “Atlar ve Filler” (1962), “Çilli Horoz” (1964), “Zabit Fatma’nın Kuzusu” (1965), “Yağmur Sıkıntısı” (1969-70) izler.

Oyunları hakkında Ahmet Oktay’a der ki:

Tiyatro tarihine bakıldığı zaman tiyatronun şiirle iç içe geliştiği görülür. Eski Yunan tragedyalarında şiir başta gelir ve ağır basar. Ama evrim bunun tersine doğru gider ve gittikçe şiirin payı tiyatroda hafifler, bunun yerine olay ağır basmaya başlar. Ben zaman zaman bu iki akım arasında gidip gelmişimdir. Fransız oyun yazarı Giraudoux beni biraz etkilemiştir. Giraudoux şiirin payını tiyatroda abartmıştır, şiire daha fazla önem vermiştir. ‘Yağmur Sıkıntısı’nda, ‘Birtakım İnsanlar’da şiirsel pay büyüktür. Buna karşılık ‘Çil Horoz’da yer yer şiirsel yerler vardır. Şiir gibi tiyatro da bir anda tüketilip atılmak, bir kenara kaldırılmak için yazılmaz. Biçime bağlı olmakta tiyatroda da bir yarar vardır. Diyalog önemlidir.” (Şiir Konuşması, s. 337-338)

1965 yılında Aysel Alpsal’ın “Uzun yıllar şiir yazmış ve bu sahada haklı bir ün yapmışken tiyatro yazarlığına başlamanız, şiirin, topluma söyliyebileceklerinizi ifadede kâfi gelmemesi mi? Yoksa başka bir sebebi var mı?” sorusunu şöyle yanıtlar:

“Sorunuz tiyatroya geç yönelmiş olmam kanısına dayanıyor. İlk oyunumu 1947 yılında yazdım. 1948-1949 tiyatro mevsiminde Ankara Devlet Tiyatrosunda oynandı. Şiirde tanınır gibi olmam, 1937-1940 yıllarına rastlar. Aradan pek de öyle uzun bir zaman geçmemiş. Her ne ise sorunuzun özü bu değil. Siz benim oyun yazmamdaki nedenleri öğrenmek istiyorsunuz. Bir insan niçin oyun yazar? Kolayca çözümlenecek bir sorun değil bu. Tiyatro ile şiir her zaman yoldaşlık etmiştir, el ele yürümüştür. Şiir yazıp da tiyatroya yönelmemiş ozan, hele eski çağlarda, yok gibidir. Her halde şiir dilinin anlamca yoğunluğu ve gerginliği düşünülecek olursa, elde böyle bir araç varken onu yetersiz bularak tiyatroya yönelmiş olmam kabul edilemez.”

Bu söyleşide yöneltilen sorulara verdiği yanıtlara göre, Oktay Rifat, tiyatro da öykünün de, tekniğin de , — her ikisinin önemli olduğu görüşündedir. Önce işlenecek bi ‘mythos, onu işlemek için de teknik gereklidir. Tiyatroda belirli ustaları olmamıştır ki, bu iyi değildir. Çünkü, ona göre, kişi, bir işi ustasından öğrenir; aşabilirse ustayı aşar. “Eksiksiz bir dünya görüşüne varmak ancak sistemli büyük filozofaların işidir. Buna karşılık, işi felsefe ile uğraşmak olmayan yazarlarla aydın kişiler belirli dünya görüşlerini benimserler. Ben materyalist ve sosyalist olduğumu söyliyeyim size. Gerisini siz düşünün” der. Gene bu söyleşide, hiç bir oyununu çok beğenmediğini, şiirden söz ediliyor olsaydı başka türlü konuşacağını belirtir.

Romanlarına gelince: Madaralı Roman Ödülüne değer bulunan “Danaburnu” romanı hakkında, Doğan Hızlan’a der ki:

“Romanın başlıca özelliği bence bir imgelem ürünü olmasıdır. Kimi büyük romancılar, sözgelimi Stendhal, Kırmızı ve Siyah’ı geçmiş bir olaya dayandırdığını söyler. Ne var ki iki satırlık geçmiş bir olaydan koca bir kitap çıkarmak ancak uydurma gücüne, başka bir deyişle imgelem gücüne dayanmakla başarılır. Nitekim ben de Danaburnu’nun temel olayını yıllarca önce ‘Hürriyet’ gazetesinde görmüştüm. Anlattığım cinayet geçmiş bir olaya dayanıyor. Ama kitabım tümüyle uydurmadır. Unutmamak gerekir ki yaşamın kendisi sanat değildir. Yaşamı sanata dönüştüren sanatçıdır, yorumudur.” (Doğan Hızlan, “Danaburnu”nun Temel Olayını Hürriyet’te Okumuştum, Şiir Konuşması, s.319)

Selim İleri, “Romancı Oktay Rifat”ı derinlemesine değerlendirir:

“İki hafta önce, Bir Kitap Kapağı’na Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak adlı şiir kitabını yazarken, Bay Lear romanından da söz açmıştım. Daha Perçemli Sokak’ta, Oktay Rifat’ın, alışılagelmiş sözdiziminden uzaklaştığını, bu yazınsal girişimin, Bay Lear’le taçlandığını söylemeye çalışıyordum.

Radikal Kitap’ın sevgili bir okuru, Sn. Nevin Türkövün beni aradı; Oktay Rifat’ın romancılığına değinmemi istedi. Çok sevindim, çünkü Bir Kitap Kapağı köşesine ilk kez böyle bir öneri geliyordu…

Oktay Rifat’ın hepi topu üç roman yazmış olmasına üzülmek gerekir. Birbirinden özlü üç roman. (Notos Öykü’nün dallanıp budaklanan, yankıları hâlâ süren 40 romancı soruşturmasında Oktay Rifat adını galiba hepimiz atlamışız. Benim listemde var mıydı?)
Bir Kadının Penceresinden (1976) yayımlandığında donakalmıştım. Bir geceyarısı evden çıkıp, soğuk gecede uzun uzadıya yürüdüğümü hatırlıyorum. Çok güçlü bir romandı. Usta bir şair -ve usta bir oyun yazarı- bizi, 1980’lerin yıkımlarına götürecek, toplumsal ortamı, toplumsal ortamdaki yoğun karanlığı şiirin sezişiyle duyumsuyor, romanın geniş yelpazesinde dile getiriyordu.

Bir Kadının Penceresinden, romandan bağımsız görünen, gerçekteyse, romanın bütününü billurlaştıran bir ‘panorama’yla başlar. Az sonra romanda okuyacağımız her şey, olaylardan duygulanıma, düşünüşten davranışlara, bu panoramadaki verilerin sonuçlarıdır. Bu giriş bölümünü gereksiz bulan eleştirmenlere hiçbir zaman katılmadım. Bana sorarsanız, yepyeni bir tutumdu, ancak bir şair-romancıya yaraşan…

Danaburnu (1980), Oktay Rifat’la gerçekleştirilmiş söyleşiden öğrendiğimize göre, gazete haberinden yola çıkılarak kaleme getirilmişti. Gazete haberinin kapsam darlığı, böylece, romancının yaratım gücüyle yeniden yazıya açılıyor ve yine hayli sancılı şeyler söylüyordu.
Bir Kadının Penceresinden belli bir toplumsal kesimin sınırları içinde kalıyor; yaşananların, o kesimde, o zümrede, bütün toplumu kasıp kavuracak faşizme çok yakın bir siyasete nasıl yol aldığını saptıyordu. Danaburnu’ysa, okuryazarla okumazyazmazın aynı ülkede nasıl apayrı yaşamlar sürdürdüklerini, birbirlerinden habersiz kalışlarını. Şimdi, bugün, bu iki roman bence yine çok derin bir anlam ediniyor.

Nihayet Bay Lear (1982), son roman, toplumsaldan bireyseli çekip çıkarmış, bireyseli büyüteçte açımlamıştır. Bay Lear, Oktay Rifat’ın ‘gizli başyapıt’ıdır denebilir. Şair, Birtakım İnsanlar adlı oyununun ilk sahnesinde, Boğaziçi vapur iskelesinden kararık bir yalıya, yalıdaki yaşlı hanımefendiye açılır. Bu yaşlı hanımefendi geçmişte mi yaşar, geçmiş mi kendisi için son kez dirilir, doruktaki ifade gücü hepsini birbirine katar, katıştırır. Bay Lear işte böylesi bir lezzetle sürüp gider. Yaşlı bir adamın söylemine bu kez ondan sınıfça alt katmandan bir kadınınki eşlik eder ve iç içe söylemler tuhaf bir müziğe yol alır.

Oktay Rifat ‘Türkçe’ roman yazıyordu. Türkçe’nin bu büyük ustası, üç romanında da Türkçeye duyduğu saygıyı bir kez daha kanıtlamıştır.

Geçen zaman içinde, Oktay Rifat’ın derinlikli romanları, günümüz okuruna ses yöneltiyor mu, bilmiyorum. Günümüz kendine sunulanla yetinsin; Oktay Rifat özlü emeğiyle bir başka yarını nasıl olsa kuşatacaktır.

Şöyle özetlenebilir mi?:

Romancı Oktay Rifat, yeniye elbette açıktı. Türk romanının gelişimini, besbelli, yakından izlemişti. Dünya romanının ulaştığı çizgiye uzak durmadı. Yeniyi hem kişiselliğinde arıyor, hem de geleneksel roman çizgisini hırpalamıyordu. Örnekse, Bir Kadının Penceresinden, geleneksel romana daha yakındır. Bay Lear ise, daha yenilikçi.

Oldum bittim, şairlerin kaleme aldıkları romanlar gönlümü çeler. Melih Cevdet, Necati Cumalı, Salâh Birsel’in tek romanı; ama itiraf edeyim ki, Oktay Rifat’ınkiler başı çekiyor.” (Selim İleri: “Bir Kitap Kapağı/Romancı Oktay Rifat”, Radikal, 7 Mart 2008)

Oktay Rifat da, Melih Cevdet denli kavgacıymış anlaşılan!. Biri Hıfzı Topuz’dan, biri Beşir Ayvzoğlu’ndan, ikisinde de Nurullah Ataç adının geçtiği iki alıntı iki ‘kafadar’ın birlikte ‘adam dövmek’ten geri durmadıklarını ortaya koyuyor. Önce Hıfzı Topuz:

“Avni[14], bir ara Ankara’daymış. Bir lokantada yemek yerken Oktay Rifat ve Melih Cevdet de oraya gelmişler. Yenilmiş, içilmiş. Yemekten sonra da Oktay Radyoevi’ne gidelim diye tutturmuş. Avni onlara katılmak istememiş ama, onlar dayatmışlar ve hep birlikte Radyoevi’ne gitmişler. Kapıdaki nöbetçi jandarmaya müdürü görmek istediklerini söylemişler. Nöbetçi olan yönetici kendilerini kabul etmiş. Oktay da ‘Biraz sonra bizim dostumuz Nurullah Ataç konuşacak, kendisini dinlemeye geldik’ demiş. Yönetici, ‘Maalesef stüdyoya girmek yasaktır, hiç kimseyi alamayız’ diye yanıt vermiş. Oktay fena sinirlenmiş bu sözlere.

Yönetici ‘İmkânı yok kardeşim, kesin emir var, yayın sırasında stüdyoya kimse giremez.’ Oktay ‘Ya öyle mi, sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba’ deyip bir yumruk patlatmış yöneticinin suratına. Adam da bir yumruk sallamış Oktay’a. Ama, Oktay yana kaçınca yumruk Melih Cevdet’in suratına gelmiş. O anda kıyamet kopmuş. Jandarmalar koşuşmuş, yönetici şikâyetçi, Melih Cevdet şikâyetçi, hep birlikte karakola gitmişler. Başkomiser çok anlayışlı bir kişiymiş, tarafları barıştırmaya çalışmış. Tam Oktay’la yönetici barışacaklar, Melih Cevdet ‘Olmaz!’ demiş; ‘Ben davacıyım, kovuşturma açılmasını istiyorum…’ Haydii, yeniden tartışma başlamış. Sonunda komiser hepsini barıştırmış ama Avni de aralarında sabaha kadar orada kalmışlar.” (Hıfzı Topuz: Elveda Afrika – Hoşça Kal Paris, Remzi, 2005)

Beşir Ayvazoğlu, Anday ve Oktay Rifat’ın Ankara Radyoevini biribirine kattıklarını ‘dostumuz’ dedikleri Ataç’ı da dövdüklerini anlatıyor. Ataç nedense Orhan Veli ile darılmış, şairlikten aforoz etmiş; giderek Orhan Veli’yi ‘Şakulî solucan’ diye anar olmuş:

“Sadece Orhan Veli mi? Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın şiirlerini de beğenmemeye başlayınca araları açılmıştı. Bu iki şair, bir gün yolunu kestikleri Ataç’ı ‘Sen nasıl bizim şiirlerimizi beğenmediğini söylersin?’ diyerek tekmelemişler. Zavallının elindeki helvalar fırlayıp paltosuna yapışmış, şapkası yere düşmüş. Eve gittiğinde pantolonunda Anday’la Rifat’ın tekme izleri hâlâ duruyormuş. Meral Tolluoğlu, buna rağmen babasının bir gün kalkıp Melih Cevdet’in evine gittiğini ve orada da dayak yediğini anlatıyor.” (Beşir Ayvazoğlu: “Nurullah Ataç’ın Maceraları, Zaman, 2 Ocak 2014)

60 yılı sahnelerde geçen tiyatro oyuncusu Erol Günaydın, 2010 yılında, 78 yaşındayken kendisiyle söyleşen Posta gazetesi muhabirine bir tek Orhan Veli ile tanışmadığını belirttikten sonra der ki:

“Balık Pazarı’nda Lambo’nun meyhanesi vardı. Mösyö Lambo orta yaşlı çok hoş, çok tonton bir adamdı. Şairleri, edebiyatçıları çok severdi. Onlar da hep oraya giderler, içerlerdi. Lambo’nun bir veresiye defteri vardı, herkes züğürt; paraları çıkmadığı için de Lambo o deftere beyit yazdırırdı. Ya bir şiir, ya bir söz yazarlardı. Ben Galatasaray’da okurken arkadaşım Baran’la hep oraya gider, bir bira söyler, Lambo’nun veresiye defterini masaya koyar okurduk. Orada Oktay Rıfat’ı, Melih Cevdet’i görünce çok memnun olurduk. Sonra hepsiyle arkadaş oldum, onlarla buluşup meyhanelerde içip tartışırdık.

Lambo’ya ve deftere ne oldu?

Komünist diye meyhaneyi kapattılar. Oraya Oktay Rıfat da çok giderdi; ona sordum; ‘Ne oldu o defter biliyor musun?’ diye. ‘Milli Emniyet onu aldı’ demişti. Ben o defterin peşine düştüm, Mücap Ofluoğlu’yla birlikte çok aradık. Hala takip ediyoruz, inşallah buluruz. Milli Emniyet’e ‘Ne olur o defteri verin, içinde onların veresiye hesabı şiirleri, yazıları var’ diye sesleniyorum. İnşallah bir yerde saklıyorlardır, atılmamış, yok edilmemiştir.” (Seral Cumalı, “Erol Günaydın 78 yaşında. 60 yılı tiyatroda geçti. Bütün anıları Topağacı’nda yaşadığı evin duvarlarında, her köşesinde. Onları anlattı.”, Posta, 28 Şubat 2010)

Erol Günaydın’ı 2012 yılında yitirdik. Defteri bulup bulmadığını bilmiyorum. Bulduğuna değgin herhangi bir kayda rastlamadım.

 

Önder ŞENYAPILI

 

DİPNOTLAR :

[1] Ayrıntılı bilgi: “Nazım Hikmet’in annesinin dedesi Polonyalı Konstantin Borzecki, sonraki ismiyle M. Celalettin Paşa. Bektaşi olmuş. Enver Celalelettin Paşa da Nazım’ın dedesi, yani annesi Celile Hanım’ın babası.

Enver Celalettin Paşa’nın kızlarından birisi de Münevver Hanım. Münevver Hanım da, Kadri Yaltırım’la evlenmiş. Kadri Yaltırım, Nazım Hikmetin kardeşi Samiye Yaltırımın’ın eşi. Yani Nazım Hikmet’in kardeşi Samiye, teyzesinin oğluyla evlenmiş. Münevver Hanım daha sonra da Samih Rifat’la evlenmiş. Samih Rifat, Macar Ali Rifat’in oğlu; Cevat Rifat Atilhan ve Ali Rifat Çağatay’ın kardeşi; Şair Oktay Rifat’in babası. Yani Nazım Hikmet ile Oktay Rifat teyze çocukları. Oktay Rifat’in kardeşinin ismi de çok anlamlı: Hüsnüaşk.

İlk Opera olan ‘Bülbül’ün de besteci olan Ali Rifat -sonradan Çağatay soyadını almış- bugün söylenmeyen ama ilk kabul edilen İstiklal Marşı’nın da bestecisi.” (angelfire.com)

[2] Ankara Atatürk Bulvarı üzerindeki o yılların ünlü pastahanesi.

[3] Pencerede saksılarım var benim de
Kurulmuş asma bahçem göğün maviliğinde
Sanki neden sade yaz günleri taşır
Bir demet çiçek gibi sevgilim
Çiçekli bir şemsiye elinde

Güzel şeyler düşünmeme rağmen
Durmadan ağlamak geliyor içimden

[4] Mektepli kız diyordu ki:
Dünden beri seni kovalıyorum
Ne kadar insafsızsın
Kelebek

Raymond Radiguet (1903-1923): Fransız şair ve roman yazarı.

[5] Bir gün ışığa döner yaprak
Üzümler kızarır kütükte
Elbette diner bu sağanak
Kaybolur içimde ukde

[6] Orhan Veli’nin 6 dörtlükten oluşmuş “Ebabil” şirinin ilk dörtlüğü şöyledir:

Alıp içinde sesler uçuşan bu akşamdan
Hafızamı bir deniz kıyısına çeken yol,
Aydınlık rüyaların peşine düşen gondol
Mavi bir denizde yüzer gibi yanan şamdan.

[7] ‘İn memoriam’: anısına.

[8] Oktay Rifat’ın dipnotu: “Bu hatıranın tarihinde yanılmış olabilirim. Belki Orhan’la yalnız ikimizdik, Melih yoktu, Belçika’daydı.”

[9] Faruk Nafiz Çamlıbel’in (1898-1973) şiiri:

Derinden derine ırmaklar ağlar,
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden anlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?

Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca,
Yol almış hayatın ufuklarınca;
O hızla dağları Ferhad yarınca,
Başlamış akmağa çoban çeşmesi

O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!

Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu…
Sızmazdı toprağa çoban çeşmesi

Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda;
Ateşten kızaran bir gül arar da,
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.

Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar:
Beyhude seslenir, beyhude çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi

[10] Bu konukluk Orhan Veli hakkındaki yazıda ayrıntılı olarak anlatılacaktır.

[11] Georges Mounin (1910-1993): Asıl adı Louis Leboucher olan Fransız dilbilimci, çeviri kuramcısı ve eleştirmeni

[12] Şiirin geri kalanı şöyledir:

Kırk Macarlı odalık, bel, kasık, meme,
Dizsem karşıma, nafile’ Ne Çaldıran,
Ne Şam, Mısır, su serpmez yavuz gönlüme,
Bir çeki taşı gibi üstümde Zaman

Ve soyulmuş etimde bin sırtlan anı.
Varın gidin cellâta, vurulsun boynu
Yunus vezirimin, Hasan Can, şarap koy

Ki dönsün fırıl fırıl yer gök ve saray,
Arap, Acem mülkü bütün, diyar-ı Rum
Ayna tut, yüzümü görmek istiyorum!

[13] “Kırkdokuzluk” bir rakı şişesinin adı. (Otuzbeşlik gibi.) “Kevser” cennette var olduğuna inanılan kutsal nehir; “ab-ı Kevserler”, bu nehrin suları. “Canib-i rahmet”, Allah’ın nezdi; “sagar”, kadeh, aynı zamanda (Devellioğlu’na göre) Allah’ın nuru ile dolan insan gönlü. “Gılman”, bıyığı terlememiş delikanlı, genç.

[14] Ressam Avni Arbaş.

Kategoriler:   Biyografi, Şiir