Menü

ORHAN KEMAL / Önder ŞENYAPILI

 (1914-1970)

“Dedem Abdülkadir Kemali (Öğütçü) Bey’i, Taha Toros, “Yaman Bir Muhalif” biçiminde nitelendirir. Yine, Toros, dedeme ilişkin bilgi verirken aynen şöyle der: “TBMM’nin ilk devre milletvekili; üç günlük bakan; İstiklal Mahkemesi’nin hem reisi hem sanığı; hükümetin yaman eleştiricisi; güçlü bir gazeteci; 1930’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın Kurucu Başkanı; din üzerine eserler yazan bir bilgin, şifalı bitkileri inceleyen bir kamus yazarı; ceza hukukunda içtihatlara kaynak olan görüşüyle uzman bir hukukçu; yakın politika tarihimizin bir renkli siması ve dinlenmesine doyum olmayan bir hatibi…[1]

Dedem (…) 15 yaşında geldiği İstanbul’da tek başına çabalayarak iş bulmuş ve hukuk eğitimi görmüş. 1908 yılında, Meşrutiyet’in ilanı üzerine, ittihatçılarca öğrenciler içerisinde örgüt kurmakla görevlendirilmiş, Talat Paşa’nın gözüne girmiş, hatta bu Talat Paşa sevgisi öylesine yer etmiş ki üçüncü kız çocuğu olmasına karşın adını Talat koymuş. İlk Millet Meclis’inde şiddetli konuşan üç muhaliften birisi Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemali (Öğütçü) bey. Nahiyeler Kanun Tasarısı üzerine yaptığı eleştiriler, köy ve köylüleri yakından tanıması açısından ilginçtir. 24 Eylül 1921 günü yapılan 81. Meclis toplantısında, köylüye ağır yük getiren söz konusu tasarıyı, özetle şöyle eleştiriyor:

‘ … Halk bütün servetini, bacağındaki donunu, sırtındaki gömleğini verdiği halde, bunlar yetmiyormuş gibi bedenen çalışma zorunluluğunu, halka doğru gitmek isteyen bir hükümet, halkın üzerine yüklenmek istiyor. Bu şu demektir ki, geberinceye kadar bedenen de çalışacaksınız.. Halka doğru gitmek, halkın başına bela olan gereksiz formaliteleri kaldırarak, yerine daha iyi, daha uygun yöntem kurmakla olur… Arkadaşlar; memleketi kurtarmak için gözümüzü herhalde aşağı doğru, yani, halka çevirmek zorundayız…’” (Işık Öğütçü: “Abdülkadir Kemali Bey’in Anıları Yakın Geçmişimize Işık tutacak”, Ünlem dergisi, Mart-Nisan 2004)[2]

Abdülkadir Kemali Bey, 1923 yılında milletvekilliği sona erince Adana’da avukatlık yapmaya başlar. 1930 yılında Ahali Cumhuriyet Fırkasını kurar. Ahali gazetesini yayımlayarak muhalefetini duyurma çabasına girişir. Ayrıca Toksöz gazetesini yayımlar. Ne var ki, çok partili düzene geçiş başarısızlıkla sonuçlanınca partisi kapatılır. “Bir daha muhalefet etmeyeceğim” diye senet imzalar. Söylemeye gerek yok, gazeteler kapatılır. Abdülkadir Bey tutuklanıp İstiklâl Mahkemesinde yargılanma riski üzerine Suriye’ye kaçar. Beyrut’ta bir lokanta açar, işletir. 1939 yılında af çıkınca yurduna döner.

Alıntıladığımız yazının yazarı Işık Öğütçü, Orhan Kemal’in oğlu.
Orhan Kemal ise Abdülkadir Kemali Bey’in oğlu…

Türk gerçekçi öykü ve oyun yazarı Orhan Kemal’e, doğumunda verilen ad Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğan yazarın annesi Azime Hanım’dır. İki yıl süreyle öğretmen olarak görev yapmıştır. Babası Suriye’ye kaçtığında Mehmet Raşit henüz 16 yaşındadır ve öğrenimi yarıda kesilir. Beyrut’ta babasının lokantasında bulaşıkçılık yapar.

“Lübnan teb’ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanına çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi’yle ben de lokantanın garsonluğuyla bulaşıkçılığını yapardık.” yazmıştır. Matbaa işçisi olarak çalışır. “Vazifem, kağıt kesme makinesinde kol çevirmekti.” 1931 yılında tek başına yurduna döner.

“İlk aşkını o günlerde yaşamaktadır. Ki onu anlattığı şiiri, tam on yıl sonra, 1941’de, Yeni Ses dergisinde Orhan Raşit imzasıyla yayımlanacaktır. Şiirine adını verdiği gibi, ‘Bir Beyrut Hikâyesi’ aslında Adana’da başlayan serseri bir yaşam öyküsünün devamı olacaktır:

Beyrut’ta,
Yeni İstanbul Lokantası’nda,
Bulaşıkların başındayım.
On sekiz yaşındayım.
Saçlarım taralı ve parlak,
Aklımda Eleni.

Bulaşık yıkamaktan, matbaa işçiliğine kadar ‘ne iş olsa yaparım’ ile geçen serseri yıllardır gerçekten de… Beyrut’a gelişi, babasının siyasî durumundan dolayı bir zorunlu göçtür aslında. Abdülkadir Kemali, beş çocuğuyla birlikte eşini Adana’da bırakıp yola çıkarken arkasından su dökenler arasında sevinçten deliye dönen oğlunu görmüş müdür bilemeyiz:

‘Ben adeta evin içinde krallığımı ilan etmiştim. Yaş 15-16 idi. Müthiş bir mutluluk içindeydim. Bütün merakım futboldu. Okula falan atmıştım tekmeyi. Tam bir başıboşluk içindeydim; fakat bu saltanat uzun sürmedi. Bir süre sonra babam bizi yanına aldırdı.’” (Utku Erişik: “Lâf aramızda, iyi penaltı atardım”, 31 Eylül 2004)

Eleni’yle tanışmasını “Baba Evi”nde anlatır Orhan Kemal:

“… çalıştığım yerin yanı başında bir çikolata fabrikası vardı. Ve bu fabrikada sarı saçlı mavi gözlü çok güzel bir Rum kızı vardı. Adı Eleni’ydi. Bütün matbaanın gençleri bu kızın çevresinde pervane gibi dönerdi. Bense, üstüm başım bilhassa ayakkabılarım çok kötü olduğu için uzaklarda durur, sokulamazdım. Benimle alay eder korkusuyla hep kaçardım. Bir gün ters çevrilmiş bir gaz sandığı üzerinde otururken yanıma geldi… Ben kızı Türkçe bilmez sanırdım, benimle birden Türkçe konuştu. ‘Senin adın ne?’ dedi, nereli olduğumu sordu… O günden sonra o kıza âşık oldum iyice… Ve bir gün ona ayağımdaki pantolondan utandığımı söyledim. ‘Sen ne utanıyorsun, zenginlerimiz utansın. Aldırma böyle şeylere, boş ver’ dedi. İşte bende ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kızı ile başladı.”

Eleni, ailesiyle tanıştırmak için evine götürür Mehmet Raşit’i; annesiyle ve ağabeyi ile tanıştırır:

“İçeri girdi, az sonra annesiyle çıktılar. Kadın beni çok hoş karşıladı. Epeyce genç görünüyordu, ama saçları yarı yarıya ağarmıştı. Eleni boyuna benden bahsediyordu. Kadının elini öptüm, sonra eve girdik. Dar, loş bir odaydı. Karşı köşede, kitaplar yığılı bir masa, masanın orada iri kıyım sert bakışlı, hafif sakallı bir delikanlı, alçak bir iskemlede oturuyor, sarı deriden ayakkabı sayaları kesiyor, falçatayı öyle çabuk, öyle ustaca kullanıyordu ki…” (s.58)

Eleni’nin ağabeyini çok beğenir Orhan Kemal: “Onu çok beğenmiştim. Büyüdüğüm zaman onun kadar sağlam ve yakışıklı olsam diye aklımdan geçti.” der. (s.58)

Eleni’nin ağabeyi ile ne görüştüklerini de aktarır:

“‘Yaa, dedi, demek baban siyasi? Adı ne babanın?’

Babamın adını söyledim.

Evet, dedi, işitmiştim… Fakat neye yarar? Bu çeşit mücadelelerden ne çıkar?

(…)

Birden kızdım. Babamın tenkit edilemez olduğunu sanırdım. Eleni’nin ağabeyine öfkeyle baktım:

“Benim babam avukattır, dedim, hem de çok okumuş… Sen onun kitaplarını görseeen…”

Aldırmadı.

“Biz memlekette çok zengindik.

Gene aldırmadı. Neden sonra:

“Sen dedi, böyle şeyleri kafanda fazla büyütme ve pek çok kıymet verme… Sen babandan çok, çok, çok ileri olmaya çalış.” (s.59)

“Eleni’nin birdenbire ortadan kaybolduğu ve ardında ‘Evlendi!’, ‘Ağabeyi başka memlekete götürdü!’ söylentilerini bıraktığı günlerse, Mehmet Raşit için artık Beyrut sokaklarında aç sefil dolaşmanın hiçbir anlamının kalmaması demek olur. 1932 Haziranı’nda tek başına Adana’ya döner. (…)

Utku Erişik

Ölümünden üç ay önce kendisiyle söyleşen Behzat Ay, Eleni ile ilişkisinden söz ederek, “İşte bende ilk sosyal uyanış galiba bu Rum kızı ile başladı diye konuşuyorsunuz. Gerçekten bu Rum kızının veya ilk aşkınızın böyle yüce bir etkisi oldu mu?” sorusunu, kısa ve kesin yanıtlar:

‘Evet, oldu Behzat.’

Mehmet Raşit, Eleni’ye kızıp Adana’ya tek başına dönen, iyi penaltı atmakla övünen, Nâzım’ın üç buçuk yıllık cezaevi arkadaşı… Gençlik çağının savruk yıllarını ‘Avare Yıllar’ adıyla romanlaştırmıştır. Kitabevine gidip de o romanı elinize aldığınızda, yazarını Mehmet Raşit Öğütçü değil de Orhan Kemal olarak göreceksiniz, lütfen şaşırmayın!..” (Utku Erişik: a.g.y.)

İrfan Demir takma adını da kullanır.

Orhan Kemal’in bir de futbolculuk geçmişi var. Adana’da Seyhan Spor ve Toros Spor’da oynar. Henüz edebiyattan nefret ettiği yıllardır. “Avare Yıllar”da anlatır:

Bursa Cezaevinde yatarken de futbol oynamayı sürdürdüğünü “Nazım Hikmet’le 3,5 Yıl” adlı kitabından öğreniriz. Bursa Cezaevinin bahçesi futbol oynamak için elverişlidir:

“Bizden evvel de zaten adetmiş, oynarlarmış. Lakin başgardiyan zaman zaman engel olur, futbol topunun bahçe duvarından dışarı aşıp, geri gelmesiyle ‘esrar kaçakçılığı’ yapılmak ihtimalini –zayıf, çok zayıf bir ihtimal olmakla beraber- sebep olarak gösterir, eğlence babında belki tek vasıtamızı da elimizden almak isterdi. Başgardiyanın gönlü edilip, top oynamaya izin koparıldığı ikindi üzerleri, iki takım halinde bahçeye inerdik…(Ben) okulu futbola değişecek kadar bu işin tiryakisiydim. Uzatmayalım, günün birinde aramıza uzun boylu, sarı saçları kıvır kıvır, kırk yaşlarında, mavi gözlü bir de şair karıştı[3]… Hem de takımın en zor yerinde oynuyordu: Ortahaf! Şiirdeki kadar usta, yahut nefesli olmadığı için, onu ve ona dayanan defansı kolaylıkla geçer, onu çıldırtırdık. Öyle sinirlenirdi ki… Kurşunî kasketinin siperini hırsla geriye çevirir, santrafora geçer, beklere (savunma oyuncularına), haflara (kanat oyuncularına) çıkışır, oyuncuların yerlerini değiştirirdi ama, oyun başladıktan az sonra her şeye rağmen… İnerdik kalelerine ve… GOOOOL! İfrit olurdu… Kıpkırmızı yüzü, masmavi gözleri ve yüzünün kırmızılığında kaybolan sarı kaşları… Hele çalım yapar yutturursak öyle içerlerdi ki, sahada bir faul kralı kesilir, elle, kolla, tekmeyle girişirdi. Bir gün esaslı bir tekmesini yemiştim, hani laf aramızda, çok nefis bir tekmeydi…”

(Solda)8 Haziran 1964 günü  Keşanlı Ali Destan oyuncuları ile
edebiyatçılar arasında oynanan  futbol maçının iki oyuncusu ile hakemi:
Orhan Kemal, Halit Kıvanç (hakem), Haldun Taner[4](sağda) Nurer Uğurlu’nun kitabı

Adana’ya döndüğünde çırçır fabrikasında işçi olarak çalışır.

Yaşadıkları, yazacağı öykü ve romanlarına yansıyacaktır. “Adana’da, Milli Mensucat Fabrikasında uzun yıllar küçük memurluk, kâtiplik yaptım.. Gurbete çıkan, Adana’ya inen köylülerle tanıştım.. Çırçır işçileri.. Pamuk işçileri.. Onların mektuplarını yazdım.. Onların dilekçelerini yazdım.. Bu halk çocuklarının şehir madrabazlarının elinde nasıl sömürüldüklerini gördüm.. Ben yurdunu seven bir insan, bir yazar olarak, yurdumun kalkınmasının gerekleri üzerinde düşündüm.. Fikir yordum.. Fikir yormakla da kalmadım, bu çeşit romanlar yazarak eyleme katılmış oldum. Karınca kararınca tabii. İstiyordum ki, yurdum Batı ülkeleri ayarına yükselsin.. Yurdumu geri bıraktıran etkenler, koşullar ortadan kalksın.. (Nurer Uğurlu: Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Örgün, 2002, s.45).

Aynı fabrikada işçi olarak çalışan Nuriye Hanım’la evlendiğinde yıl 1937’dir. Bir yıl sonra bir kız çocukları dünyaya gelir, adını Yıldız koyarlar.

Cemile adlı romanında, Cemile karakterine ilham veren eşi Nuriye Öğütçü’dür.

“Orhan, çocukluğundan başlayarak, emekçilerle, sokaktakilerle düşüp kalkmıştı. Çukurova’da, Suriye’de, Lübnan’da başıboş ve çoğu zaman sokakta geçen çocukluğundan sonra, fabrika işçiliği, fabrika kâtipliği, muhasebe memurluğu yaptığı sürede, daha sonraki yazarlık yaşamının ilk hammaddeleri bilincine ve bilinçaltına yerleşmiş ve bunlar daha sonraki Orhan Kemal’in kişiliğinin de özünü teşkil etmişti. Orhan, politikacı ve avukat olan babası Abdülkadir Kemali Bey’in mücadeleci ve onurlu kişiliğinden elbet çok şeyler geçmişti…” (Haldun Taner: Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, bilgi, 2012, s.145)

Mehmet Raşit, ilk çocuğunun doğumunda 20 gün sonra askere çağrılır. 1938 yılında Niğde’de askerliğini yaparken ve terhisine 35 gün kala mahkemeye verilir. Suçu: “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet’in kitaplarını okumak, yabancı rejimler lehine propaganda yapmak”tır. Bu suçtan 5 yıl hapis cezasına çarptırılır. O sırada babası Türkiye’ye dönmüştür. Oğlunun başına geleni öğrenince, onu önce Adana, sonra da Bursa Cezaevi’ne naklettirir. 1940 yılında Bursa Cezaevinde Nazım Hikmet ile tanışır.

N. Hikmet, O. Kemal Bursa Cezaevinde

“Türk dilinde eser veren çağımızın en büyük yazar ve şairi Nazım Hikmet, uzun yıllar İstanbul hapishanelerinde yattıktan sonra bacaklarındaki ağrılar nedeniyle Bursa hapishanesine gelmek ister, kaplıcaların siyatiğine iyi geleceğini düşünerek geldiği Bursa’da, iki büyük sanatçının doğuşuna vesile olacak ve bu yazımıza konu olacak birçok şey yaşayacaktır. Orhan Kemal, 1938 yılında henüz bir yıllık evliyken ve askerlik görevini yaparken Ceza Yasası’nın 94. maddesine muhalefetten yargılanarak beş yıla hüküm giydi. Şimdi ne bu kanun maddesini, ne bu kanunu hazırlayanları ne de Mehmet Raşit’e (Orhan Kemal) bu cezayı verenleri tanırız ama bir fabrika işçisi olarak hapishaneye giren ve bu ceza sayesinde, Nazım Hikmet ile tanışan Orhan Kemal’i verdiği eserleriyle çok yakından tanıyor ve saygı duyuyoruz.

Anılarında tanışma anını anlatır:

‘Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım.. Bir heykel sükunu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyorum… Bir an yüzyüze geliyoruz, sonra gözgöze..Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor… Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü, yahut tanış bir yüz arandı… Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını, hazır oldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikâr bir tarzda ciddileşmeye çalışarak:

‘Ben Nazım Hikmet!’ Dedi.” (Mehmet Önder: “Nazım Hikmet ve Orhan Kemal”, Arkadaş, Mayıs-Haziran 2009)

Nâzım, kendisine felsefe ve siyaset dersleri verir, Fransızca öğretir. Nâzım Hikmet’e şiirlerini okur Orhan Kemal. Nâzım şiirlerini beğenmez ve kıyasıya eleştirmekten de geri durmaz. Ama “Sizde, sanat için iyi bir kumaş var.” der. O sırada, Orhan Kemal, bir de roman yazmaya koyulmuştur. Metni gören ve beğenen Nâzım Hikmet, şiir değil, roman yazmasını öğütler.

Orhan Kemal tahliye olduktan sonra da, hapishanedeki Nâzım Hikmet’le iletişimini sürdürür. Mektuplaşırlar. Örneğin, Nâzım Hikmet’in 7 Ekim 1949 günlü Bursa Hapishanesinden gönderdiği mektup iletişimi koparmadıklarını belgeler:

“Râşid evlâdım,

Mektubunu aldım. Bundan önce de gönderdiğin hikâye kitabını ve dergileri almıştım. O hikâyeler dergisinin başka bir sayısı daha elime geçmişti. Sana sevinilecek iki şey söyliyeyim mi? Bazı teknik kusurlarına rağmen o kitaplardaki hikâyelerin hemen hemen hepsi güzeldi, vaadediciydi. Bugünkü hikâyeciliğimiz ana hattında gayet doğru bir yol tutmuş. Bu bir. İkincisine gelince, içlerinde en güzeli, en kusursuzu, hele bir tanesi küçük bir şaheser, senin hikâyelerdi. Ellerin ve gönlün nur olsun Raşid. Beğendiğin fotoğrafa gelince, iki üç yıl önce çekilmiş bir fotoğraftı. Nerden ve nasıl ellerine geçmiş bilmiyorum. Zaten yalnız fotoğraf değil bana söylediklerin birçoğu için de aynı şaşkınlık içindeyim. Şaşkınlık ve öfke. Her ne hal ise. Sabır ve tahammül gerek. Çıkmak bahsine gelince hiç ummuyorum. Buna da her ne hal ise.

Torunlarımı, gelinimi ve seni hasretle kucaklar beni mektupsuz bırakmamanı reca ederim canım kardeşim.

İmza: Nazım

Görüldü 27-10-949 Md. İmza

Orhan Kemal, ilk öykülerini Orhan Raşit imzasıyla yayımlar. 1943 yılında “Asma Çubuğu” başlığıyla İkdam gazetesinde yayımlanan öyküsüne ilk kez Orhan Kemal imzasını atar.

1943 yılında, cezaevinden çıkınca Adana’ya döner. İşçi olarak çalışır. Hamallık yapar. 1944’te ikinci oğlu doğar; adını Nâzım koyar. 1949’da üçüncü çocuğu Kemali, 1957’de de, yukarıda dedesi hakkında bilgiler veren oğlu Işık doğar.

1945 yılında, kalan 35 gün askerliğini tamamlamak için askere çağrılır. Kilis’e gider. Çorum’a sürgün edilir. Babası devreye girerek, dönemin Başbakanı Recep Peker’e telgraf çekince, 1946 Ekim ayı sonunda sürgün sona erer. Adana’ya dönünce, gene ufak tefek işlerde çalışırsa da, kısa sürede işsiz kalır.

1950’de İstanbul’a taşınır Öğütçü ailesi. “Kendisini ilk olarak, Adana’yı bırakıp, İstanbul’a yerleşmek istediği 1952’lerde gördüm. Bedri Rahmi’nin atölyesinde, üşümüş gibi oturuyordu. (Haldun Taner, a.g.k., s.144)

Orhan Kemal İstanbul’a göç edişini hazırlayan ortamı tanımlar:

“…Adeta itiliyordum İstanbul’a…Yazı işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen Demokrat Parti’liler tarafından… Sebep politik miydi:.. Yoksa benden açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı bilmiyorum.. Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler derneği, bir de o zaman ki adıyla Etibba Odası’ndan aldığım paraların toplamı, vergiler çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı..Bu paradan da olmuştum..Bir de beni bir türlü İstanbul’a salıvermek istemeyen babam ölmüştü..”

Orhan Kemal’i Adana’da İstanbul’a göç etmeden önce tanır Mücap Ofluoğlu:

“Orhan Kemal’i de Adana’da tanıdım. Baba Evi Varlık Yayınları’nda daha yeni yayınlanmıştı. İstanbul’a temelli gelmek için hazırlık içindeydi. 34 yaşında, ince, sevecen ve alçakgönüllü bir amatördü henüz. Hafif külhanbeyi, külyutmaz hali ve alaycı, tatlı dilli, gözlemci yanı ile çok dikkatimi çekmişti. Tanıştığımızda Avare Yıllar’ı yazıyordu. Orhan’la dostluğumuz İstanbul’da da uzun yıllar sürecekti.” (Mücap Ofluoğlu: Silinmiş alkışlar içinde, İş Bankası, 2008, s.152-153)

Mücap Ofluoğlu ‘Külhanbeyi’ nitelemesiyle ne demek istiyor sorusunu Tarık Dursun K. “Arada bir çok güzel söverdi. Ağzı, külhanbey ile Adana ağzıydı” tanımından sonra yanıtlar:

“Külhanbeylik; dürüstlükle namusluluğu ‘kavi’ tutan çok eski bir erkek geleneğidir. Orhan Kemal bu geleneğe hep bağlı kalmıştı. Kişiliğinin ayrılmaz bir parçası haline getirdiği fötr şapkasını külhanbeylerin kasketleri gibi hafif yana yatırarak giyerdi. Omuzunun biri eğik, kaşının biri kalkık, bıyıkları sağ elinin dışıyla sıvanmıştır. Küçük adımlarla ve seker gibi yürürdü; üstelik delikanlı yürüyüşüydü bu.

Bunlara sevecenliğini, barışıklığını, çevresine toplanmışlara sahiplenmişliğini ve ona çok yakışan ‘Raşit Ağa’lığını da katın; ortaya çağdaş bir külhanbeyi çıkacaktır. Boyun eğmezlik, o külhanbeyliği kabullenmeden çok evvel-eski, karakter’inde vardı.” (Tarık Dursun K: Ben Unutmadan, bilgi, 1994, s.214)

Benim ilk okuduğum kitapları da Baba Evi, Avare Yıllar, Cemile, Dünya Evi, Arkadaş Islıkları gibi otobiyografik romanlarından oluşan “Küçük Adamın Notları” dizisinin ilk iki kitabıdır. Önceki bölümlerde de değindiğim gibi, her hafta, Varlık Yayınlarından çıkan bir kitabı alır okurdum.

“Orhan Kemal, doğumunun yüzüncü yıl dönümünde çeşitli törenlerle anıldı. (…)Şunu söyleyeyim ki ben yerli romanı onun hikayeleri ve romanlarıyla sevdim. Varlık Yayınları’ndan çıkan ve o zaman 1 liraya satılan küçük, tadına doyulmaz kitaplardı. Tadına doyulmaz hayatı ve okurun hayatını renklendiren, süsleyen, sürükleyici ve bıktırmayıcı, çoğu Adana’nın pamuk tarlalarından ve fabrikalarından ve işçilerinden saf, temiz bir rüzgar estiren renkli kitaplardı.” (Afet Ilgaz: “Orhan Kemal’le ilgili birkaç anı”, Yeni Çağ, 3 Şubat 2014)

Daha sonra yayımlanmış bütün romanlarını okudum Orhan Kemal’in. Oğlu Işık Öğütçü’nün bulup ortaya çıkardığı 2 ‘kayıp romanı’, – “Yüz Karası” (2011) ve “Uçurum” (2014) da dahil olmak üzere…

“Küçük Adam” Orhan Kemal’in kendisidir.

Orhan Kemal seriye genel olarak Küçük Adamın Notları ismini vermiştir. Yani Orhan Kemal’e göre kendisi bir küçük adamdır. Yazar Baba Evi romanının önsözünde şöyle der:

“‘KÜÇÜK ADAM’ı Adana kahvelerinden birinde tanıdım, tesadüfen. Sakallı yüzünü avuçları içine almış, düşünüyordu. Açık mavi gözleri, kıvırcık saçları vardı. Birbirimizi uzun uzun gözden geçirdikten sonra, yanıma geldi. Beni birisine benzettiğini söyledi. Maksadının konuşma kapısı açmak olduğunu anlıyordum.

Derhal ahbap olduk.

Bana hayat macerasını çok sonra, ısrarlarım üzerine, uzun uzun anlattı. Bunları yazmasını söyledim, güldü. ‘Sen yaz istersen!’ dedi. Coşarak anlattığı şeylerden tutuğum notlar bir haylidir. Bir ciltten sonra ihtimal ikinci, üçüncü, dördüncü ciltler meydana gelecek…
O şimdi nerde mi?

Kim bilir? ‘KÜÇÜK ADAM’lara mahsus çileli bir hayatı sürerek, belki İzmir’de, belki İstanbul’da belki de Van’da?…” (Baba Evi, s.5)

Küçük adamı, yazar, serinin ilk kitabının önsözünde böyle tanıtır okuyucuya. Küçük adam denilen tipin nasıl biri olduğunu ve niteliklerini ise Avare Yıllar romanında Orhan Kemal’in okulu bırakması üzerine büyük bir hayal kırıklığı yaşayan annesinin ağzından öğreniriz:

‘Hey Allahım, dedi, korktuğuma uğrattın beni! Başkalarının karşısında el ovalamağa mecbur küçük adamlar mı olmalıydı benim evlatlarım? Ben ne ummuştum?’ (Avare Yıllar, s.75)
Görüldüğü gibi küçük adam çaresiz, zavallı ve bazı şeyler için küçülmeye katlanmak mecburiyetinde olan bir insan tipidir. Nitekim Orhan Kemal, ailesinin güvenini bir türlü kazanamamış, sürekli hakaret ve aşağılamalarına maruz kalmıştır. Babaannesinin:
‘Eğer oğlum, dedi, sen adam olursan, sokaktaki köpekler de adam olur!’ (Avare Yıllar, s.59) Sözleri romanda birçok defa yazarın kafa sesi olarak çıkar karşımıza. (…)

Yaprak Rüya Bulut

Tam olarak kronolojik bir yapıya sahip olmayan bu otobiyografik eserlerin ilki olarak kabul edebileceğimiz Baba Evi’nde, yazarın Adana’da geçen çocukluk yıllarının ardından, milletvekili olan babasının iktidara karşı sergilediği muhalif tavır dolayısıyla ailenin Beyrut’a yerleşmek zorunda kalması, burada geçen zor yılların ardından, yazarın Adana’ya geri dönüşü anlatılır. Seride birbirinin takibi niteliğinde olan ilk grubu Baba Evi ve Avare Yıllar romanları oluşturur. Avare Yıllar, yazarın gençlik senelerinin hikâyesidir. Bu yıllarda, bitirmek için söz verilmiş okuldan kaçılır, kahvehanelerde, futbol maçlarında serserilik edilir. İstanbul’a gitmek için para biriktirmeye karar veren yazar dokuma fabrikasında işçiliğe başlar. Ama işçilik zor gelir, tekrar haylazlığa döner. Daha sonra babaannesinden aldığı bir miktar parayla İstanbul’a kaçar. En yakın arkadaşıyla çıktığı İstanbul serüveni fazla uzun sürmez. Memlekete geri dönerler. Beyrut’tan sonra Kudüs’e giden ve oradan da dönen aile yoksulluk içindedir. Okul temelli bırakılır ve eski dokuma fabrikasına kâtip olarak girilir. Fabrikada işçi olarak çalışan Cemile adlı kıza tutulan yazarımız eş dosttan aldığı ödünç eşya ve takılarla dünya evine girer.

Seriye adeta bir parantez olarak açılmış olan üçüncü roman Cemile’de yazar, Avare Yıllar romanının sonunda birkaç sayfada anlattığı bu evlilikle sonuçlanan gönül macerasını, müstakil bir roman haline getirmiştir. Bu romanda, yazar- anlatıcı ilişkisinde bir değişiklik olmuştur. Artık roman birinci tekil şahsın ağzından değil Kâtip Necati’nin üzerinden anlatılıyordur. Kâtip Necati aldığı 24 lira 95 kuruş aylıkla geçinmek zorundadır. Babaannesinin yanında yaşayan Necati, evliliğin maddi yükünü taşıyacak durumda değildir. Fakat çevrenin en güzel kızı olan Cemile’nin peşinde Necati’nin maddi açıdan asla yarışamayacağı bir de Deveci Çopur Halil vardır. Ne var ki Cemile’nin gözü parada pulda değildir. Cemile’nin takibi niteliğinde olan Dünya Evi’nde genç kâtip, evlilik sorumluluğunu yüklenmiş olarak çıkar karşımıza. 24 lira 95 kuruşluk aylık bu romanda geçim sıkıntısının simgesi haline dönüşür. Bir yandan hayat mücadelesi içine giren kâtip diğer yandan da genç, güzel ve aynı zamanda hamile eşini peşindeki âşıklarından korumaya çalışmaktadır. Bu sıkıntılı haller yeni evlilerin arasının açılmasına da sebep olur. Arkadaş Islıkları’nda ise oldukça genç ve bıçkın bir delikanlı olan başkahramanın sevdiği kız için her anını beraber geçirdiği, işsiz güçsüz, serseri arkadaşlarından ve fütursuca geçen günlerinden vazgeçişi anlatılıyor. Delikanlılıktan aile reisliğine geçiş sürecinde yaşanan bocalamalar, yine geçim sıkıntısı ve yine dargınlıklar, ayrılıklar başkahramanın peşini bırakmamaktadır.” (Yaprak Rüya Bulut: Orhan Kemal’in Küçük Adamın Romanı Serisinde Balkan Göçmeni Karakterleri, İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü, )

İstanbul’da geçimini yazarlıktan sağlayacaktır ama, ilk günler umduğu gibi olmaz. İstanbul’daki ilk günlerini Haldun Taner anlatır:

“İstanbul’daki ilk günlerinde yaptığı iskandiller, Adana’da umduğunun tersine olarak, burada geçimini kolay sağlayamayacağını göstermişti. Kimse Orhan’dan yazı, skeç istemiyordu. Bir ara bocaladı. Ama bu durumlarda her zaman yaptığı gibi bir küçük umut ışığına tırmanıp alçakgönüllü bir bir geçim sağladı.” (Haldun Taner: a.g.k., s.144-145)

“1957’yi 1958’e bağlayan yılbaşı gecesini, İlhan Selçuk’un çıkardığı günlük spor gazetesi Türkiye Spor’un düzeltmelerini yaparak geçiren Mehmet Raşit’in, aldığı parayla ilk ne yaptığını, aynı gazetenin düzeltme servisi yöneticisi olan Rıfat Ilgaz’dan öğrenelim:

‘Benden parayı alır almaz, ilk işi bir paket Bafra sigarası almak olmuştu.’” (Utku Erişik: a.g.y.) Mücap Ofluoğlu’nun Adana’da tanıdığı Orhan Kemal ile dostluğu İstanbul’da pekişir. Ofluoğlu, “Mücap Ofluoğlu Kitabı” için söyleştiği Nuri Dikeç’in “Adana’ya gittiğinizde eski dostlarla görüştünüz mü? Orhan Kemal gibi?..” sorusunu yanıtlar:

“Orhan Kemal İstanbul’a yerleşmişti artık. Madem adını andık, içinde Sait Faik’in de olduğu bir anekdotu aklımda kaldığınca aktarayım bakalım:

1952-53 kışı, bizim Küçük Sahne Tiyatrosu’nun ikinci mevsim. (…) Yeni Melek’in karşısında Havra Sokağı’nda bir beyaz Rus madamın yanında pansiyonerdim. Sevimli, görgülü, hoş bir ihtiyardı. (…)

Bir akşam dublajdan dönüyordum, benim sokağın köşesinde Orhan Kemal’e rastladım. Uzunca bir süre görüşmemiştik. (…) İstanbul’a gelip, yazarlığı İstanbul’da sürdüreceğini söylemişti. Nitekim öyle oldu. İstanbul’a yerleşip İstanbul’u yazdı. Küçük öykülerini, büyük öykülerini, sonra da romanlarını… Orhan’ın en sevdiğim bir yanı da, hafif külhanbeyi, kül yutmaz haliyle, alaycı, tatlı dilli ve gözlemci oluşuydu.

O. Kemal ve S. Faik Burgaz adasında

Evet, benim sokağın köşesinde Orhan Kemal’e rastladım. Ayaküstü söyleşiye daldık. Bakrım koltuğunun altında kalın bir dosya, ‘Orhan, bu ne, senaryo mu’ diyecek oldum, şöyle iki avucunun içinde dosyayı tartarak, ‘Yeni bitirdiğim romanım, Bereketli Topraklar Üzerinde’ dedi. İnanır mısınız o anda Sait Faik bitti yanımızda! ‘Ne bu ulan, köşe başlarında alışveriş mi yapıyorsunuz’ diyerek, Orhan’ın avuçlarındaki dosyaya elini uzattı. Orhan, hemen dosyasını koltuğunun altına sıkıştırıp, ‘Bak Sait, bu senin yapamayacağın bir iş, roman, hem de kocaman bir roman, ne haber’ diye laf atınca, ben araya girdim, ‘Var mısınız, benim eve çıkalım, sohbetimizi, tartışmayı orada sürdürürüz’ dedim. Sait, ‘Boşver, siz şimdi içki içersiniz, biliyorsunuz ben çoktandır içmiyorum, siz çıkın be gelmeyeyim’ deyince Orhan, kolundan tuttu, ‘Yürü koca adam, ne zamandır laflamadık, içmek şart değil ya’ deyip yürüttü Sait’i.

Günlerden Pazartesi, tiyatronun kapalı olduğu gündü. İki adım ötedeki apartmana girip, bizim kata çıktık. Rus madam iki ünlü Türk yazarıyla tanışmanın onurunu, benim odada bize içki sofrası hazırlayarak değerlendirdi. Madam nedense şarabı rakıya yeğlerdi. Şaraplı, jambonlu sofrada, köşe başında başlamak üzere olan tartışmaya geçilebilirdi artık. (…)

Sait, ‘Oğlum ben kısa yazarım, yazdıklarım bir çırpıda okunur, ama yenisi var mı, diye de sorulur, anlaşıldı mı’ diye tartışmayı yeniden açtı bir bakıma. Orhan bıyık altından gülerek, Sait’i kızdırmak istiyor, dosyayı açıp bu kez elle yazılmış roman sayfalarını Sait’in burnuna doğru uzatarak, ’Bak, bak da gör, gözün açılsın, sen böyle bir şey yazabilir misin’ karşılığını vererek, tartışmayı, kendi üslubunda ciddiyetten uzak tutmak istiyordu. Ama Sait ki, alayı sever, ona buna takılmaktan hoşlanır, Orhan’ın burnuna doğru uzattığı roman müsveddelerini eliyle iterek, ‘Bu kadar palavrayı kimse okumaz’ diyordu. Orhan bindiriyor… Sait savunmada, romanı küçümseyip, ‘Yazdığım hikayelerin bir tanesini bile yazabilir misin’ sorusunu yöneltiyordu Orhan’a Orhan da tüm alaycı haliyle Sait’i kızdırmak için, ‘Çoook yazdım’ karşılığını veriyordu.

Ben de iki sıcak yürekli adamı dinlerken gülüyordum. Birbirlerinin değerini bilerek konuşmalarına, sataşmalarına, yazdıklarını küçümsemelerine gülüyordum. Bu yarı şaka, yarı ciddi tartışmanın daha fazla uzamasına gönlüm de el vermedi, ‘Peki, peki dinleyin’ diyerek araya girdim sonunda. ‘İkiniz de büyük yazarsınız… Biriniz büyük hikayeci, biriniz büyük romancı kalın ne olur!’

Madamın servisine teşekkür ederek, çıktık apartmandan. Bir kolumda Orhan Kemal, bir kolumda Sait Faik, kim bilir hangi Beyoğlu gecesine doğru?..” (Mücap Ofluoğlu: a.g.k., s.241-243)

Orhan Kemal, 1958 yılında, “Kardeş Payı” kitabı ile Sait Faik Ödülünü alır. 1969 yılında “Önce Ekmek” adlı yapıtıyla ikinci kez Sait Faik Ödülünü (Faik Baysal ile paylaşarak) ve de Türk Dil Kurumu Öykü Ödülünü alır.

“Şüphesiz ki soylu, ruh yüceliği olan bir insandı. Çok alçakgönüllüydü. 1969’da Cumartesi Yalnızlığı‘m Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanamayınca, armağanı Faik Baysal’la paylaşan Orhan Kemal’e atıp tutanlar arasındaydım: Bugün derin utanç, büyük pişmanlık yüreğimde. Ama yine Cağaloğlu’ndaki son karşılaşmamızda Orhan Kemal sevgiyle, iyilikle geçiştirmişti. Bu uzun bir akşamdır, Gar Lokantası’nda noktalanan. Bülent Oran’la o akşam tanıştım sonra çok andık…” (Selim İleri, “Yazmaya Orhan Kemal Olacaktı”, Zaman, 12 Eylül 2009)[5]

Orhan Kemal, 1966 yılında “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yapmakla suçlanarak iki arkadaşıyla birlikte tevkif edilerek, Sultanahmet Cezaevine konur. Birileri ihbar etmiştir. Tevkifinden bir ay sonra Türk Edebiyatçılar Derneği Orhan Kemal’in 30. Sanat Yılı dolayısıyla bir toplantı düzenler. Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal ve James Baldwin Orhan Kemal’in sanatı üstüne konuşurlar. Bir hafta sonra bilirkişi “suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı”na değgin rapor verince cezaevinden çıkarılır. İki yıl sonra da beraat eder.

2007 yılı Şubat ayında Orhan Kemal imzalı üç kitap birden yayımlanır. Üç kitaptan ikisi “Gurbet Kuşları” ve “Müfettişler Müfettişi”nin yeni basımıdır. “Önemli Not!” ise ilk kez yayımlanmıştır. Bu üç yapıt hakkında Tahsin Yücel şöyle yazar:

Tahsin Yücel

“Bu üç kitabı birden önümde bulmak benzersiz bir sevinç uyandırdı bende. Yıllar önce iki kez üst üste okuduğum Müfettişler Müfettişi’nin sayfalarını karıştırmaya, şurasından burasından okumaya giriştim, ilk okuma anılarımı yeniledim, bir bakıma özlem giderdim. Ama, tuhaf şey, roman bundan tam kırk yıl önce değil de daha dün yazılmış gibiydi: diliyle, biçimiyle, her şeyiyle yepyeniydi. Gurbet Kuşları kırk beş yıl önce yazılmıştı. Ama o da aynı yalınlık, aynı arılık, aynı yenilik izlenimini uyandırıyordu insanda. Her iki roman da şu son yıllarda büyük büyük sözler eden kimi genç romancılarımızın hiçbir zaman erişemeyecekleri bir düzeydeydi. ‘Eski sözlüklerde Tanzimat sözcükleri ararken, doğru tümce kurmayı unutan bu çok yetenekli sanatçılarımız biraz Orhan Kemal okusalar, ne olurdu acaba? Karanlıktan gün ışığına çıkmış gibi gözleri mi kamaşırdı, yoksa daha ilk sayfada kitabı fırlatıp atarlar mıydı?’, diye düşündüm.

Sonra Önemli not!’u açtım.

Önemli not! İlk kez yayımlanıyordu. Önemli olduğu kadar da ilginçti: bir yandan büyük romancımızın başlayıp da bitiremediği iki romanın, Murtaza II’yle 93 Harbi’nin yazılmış parçalarını, bir yandan da değişik zamanlarda değişik dergilerde yayımlanmış ya da dosyalarda kalmış olan ve hem yazın üzerine düşüncelerini, hem kimi yapıtlarına ilişkin gözlemlerini içeren, kısa yazılarını sunuyordu bize. Gerek bu ilginç yazılar, gerek üç kitabın özdeş bir yaklaşımla hazırlanmış kapakları Orhan Kemal’in ‘bütün yapıtları’nın ilk üçüyle karşı karşıyaymışım gibi bir izlenim uyandırdı bende. ‘Umarım, böyledir’, dedim. (…)

… Orhan Kemal’in yapıtları hem kendi yaşam serüveniyle iç içedir, hem de çoğu kez birbirine gönderir ve birbirini bütünlerler. Daha ilk yapıtlarında saptarız bunu. Avare yıllar (1950), bağımsız bir roman olmakla birlikte, Baba evi’nin (1949) “devamı”dır, Hanımın çiftliği (1961) Vukuat var’ı (1958) tamamlar. Daha da ilginci, bitmiş, yayımlanmış yapıtları kesinlikle bitmiş gibi görünmez kendisine, bize birer kusursuzluk örneği gibi görünen, tek virgülünün bile değiştirilemeyeceğini düşündürten bir Murtaza’yı (1952), bir Bereketli topraklar üzerinde’yi (1954) yıllar sonra yeniden yazmaktan çekinmez. Murtaza’nın ikinci cildini de yazmaya girişir, ama bitirmeye ömrü yetmez. Öte yandan, kimi anlatıları, örneğin Murtaza, örneğin 72. Koğuş, örneğin Kardeş payı, aynı zamanda birer  oyun olarak çıkar karşımıza. Baş döndürücü bir toplama ulaşan tüm bu yapıtların iç serüvenleri yanında bir de dış serüvenleri vardır ve hepsi de Arkadaş Islıkları’yla birbirlerine seslenirler.” (Tahsin Yücel: “Orhan Kemal Yapıtları”, Milliyet Kitap, Nisan 2007)

Orhan Kemal, (19 kitapta toplanan) 265 öykü, 93 şiir ve 24 romanı (araştırma, inceleme, röportaj[6], anı ve oyun kitaplarıyla birlikte) toplam 51 (şimdi 53’e yükseldi) kitap bırakmıştır. Bu sayıların ortaya koyduğu gerçek şu ki, başını yazmaktan kaldıramıyordu.

“Durup dinlenmeden yazdı” der Haldun Taner. Ekler:

“Kafasında ekmek kaygısı, sırtında çok nüfuslu bir ailenin sorumluluğu.Ağırdan almayı, kendini pahalıya satmayı bilmiyordu. Ya da tenezzül etmiyordu. Bundan dolayı Ankara Caddesi’nde, Yeşilçam’da, tiyatro dünyasında sömürüldü durdu. Yaşı kadar eser verdiği halde, bir rahata kavuşamadı. Neyse ki, iyimser yaradılışta idi. En büyük çıkmazlara saplandığı günler ilkin bir keyfi kaçar, rengi uçar, ama bir de ertesi gün bakardınız, durum aynı kaldığı halde, onun duruma bakış açısı ışıklanır ve Orhan kemal, hâlâ şimdi kulaklarımda çınlayan o sevimli kahkahalarını atmaya başlardı.” (Haldun Taner: a.g.k., s.143)

“Çok yazıyordu; doğru, yazdıklarını ince eleyip sık dokumuyordu; o da doğru. Hiç zamanı yoktu. Yazacak, ertesi güne yetiştirecek, teslim edip paraya ‘tahvil’ edecekti hepsini. Herkes, evsahibi, kömürcü, bakkal, kasap, taksitçiler, karısı, üç çocuğu hep onun eline bakıyordu. Yokluğu ve yoksulluğu zırh diye kuşanmıştı. (…)

Çekindiği ve gerçekten korktuğu tek şey, parasızlıktı. Kimi zaman o çember bilinen bilinmezlerce daraltılır, kapılar söylenmez nedenlerle yavaşça yüzüne kapatılır, ‘mahsus’ dışarıda bırakılırdı. O taksitle buzdolabı alıp yarı fiyatına ve hemen peşin paraya nasıl sattığını anlatan mektubu hiç unutmuyorum” yazar Tarık Dursun K.

Konuyla ilgili olarak, kendisinin (Orhan Kemal’in) yorumu ise şöyledir:

“Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu arada, halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler.”

Selim İleri, ilk okuduğu Orhan Kemal kitabının “Baba Evi” olduğunu belirtir, diğerlerinin aksine Orhan Kemal’in yazdıklarını olumsuzlamaz. Der ki:

“…ben, sonsuz hayranlık duyduğum Orhan Kemal’i, işte demin belirttiğim, başkalarının çalakalem yazılmış dedikleri -incelik dolu- eserlerde yakaladım.” (Selim İleri: a.g.y.)

İleri, Memet Fuat’ın, Sait Faik‘le Sabahattin Ali‘yi Türk hikâyesinin iki ustası saydığını, Orhan Kemal’i ikisinin sentezi olarak kimliklendirdiğini, dolayısıyla Orhan Kemal’in yeni bir ‘okul’ olduğunu vurguladıktan sonra sürdürür değerlendirmesini:

“Onun Murtaza, Bereketli Topraklar Üzerinde, Hanımın Çiftliği gibi çok okunmuş, çok sevilmiş romanlarını elbette göz ardı etmeyeceğim. Ama ben, sonsuz hayranlık duyduğum Orhan Kemal’i, işte demin belirttiğim, başkalarının çalakalem yazılmış dedikleri -incelik dolu- eserlerde yakaladım. Sıradan okurun talep ve beklentisine karşılık vermek zorunda bırakılmış romancı, Gâvurun Kızı (1959) ve Küçücük’ten (1960) başlayarak, melodram çatısı altında, İstanbul’da yüz binlerce, sonra milyonlarca kişinin acı, karamsar yaşayışını yazdı. Bir an önce zengin olma, sınıf atlama hayalleriyle kavrulmuş bu bedbaht insanlar şimdi yalnız onun eserinde. Beyoğlu’nun kirli, kusmuklu caddesinde noktalanan Küçücük, bir genç kızın düşüşünü anlatırken; âdeta ‘yansıma’sı gibi, Suçlu (1957) ve Sokakların Çocuğu (1963) da yeniyetme bir erkek çocuğunun yitik dünyasına açılır.

Büyük kente göçenlerin yıkımlı hayatlarını deşen Gurbet Kuşları (1962); ekmek parası için yazmaktan yaşamaya vakit bulamamış bir yazarın sonbahar aşkını yansılayan Bir Filiz Vardı (1965), Yeşilçam’da artist olma düşlerinin çöküşünü sergileyen Yalancı Dünya (1966) İstanbul’un panoramasında o güne kadar pek işlenmemiş, deşilmemiş konulara, kişilere, mekânlara, yaşam biçimlerine yol alır. Yine İstanbul’da zor koşullar altında yaşayanların kırık hikâyeleri 1965 tarihli Evlerden Biri’nin izleğidir. Unutamadığım Arkadaş Islıkları (1968) romancının, yetişmekte olan genç kuşaklara, İstanbul’un kıyı köşe semtlerinde özlemleri, hevesleri sönmeye mahkûm gençliğe âdeta bir umut kapısı arayışı, yarının mutlaka çalışmada, üretmede, alın terinde belirmesi temennisidir.

Öykülerde, romanlarda, bütün bu eserlerde vasıflı vasıfsız işçiler, küçük memurlar, yoksul ev kadınları, çalışma hayatında namus mücadelesine girmiş genç kızlar, bıçkın delikanlılar, bütün o arka mahalle, İstanbul’un töresi yitti yitecek alaturka, düşkün semtleri inanılmaz bir canlılıkla bize yansır, bizde yaşamaya koyulur.

Hele Devlet Kuşu (1958) sınıf atlamanın yarattığı sarsıntıları sergilerken, toplumun ‘mutsuz’ büyük çoğunluğunun hangi açmazlar dolayısıyla böyle bir seçime yöneldiğinin, yöneltildiğinin ipuçlarını söyler. Orhan Kemal, yalnızca romanın başlangıcındaki tespitleriyle, Türk toplumunu bugüne sürükleyen oluşumları, dönüşümleri görmüş, göstermek istemiştir.

Devlet Kuşu çizgisinde, ama özen açısından bu romanın gerisinde kalmış -yine de çok sevdiğim- Serseri Milyoner, İki Damla Gözyaşı, Sokaklardan Bir Kız, Kötü Yol, hep, romancının geniş okur kitlesine ses yöneltişi ve ‘uyarı’sıdır. Hafif edebiyatın verilerinden yararlanmış, ama gayeleri bakımından bambaşka boyutlar edinebilmiş bu romanlar üzerinde yazık ki pek durulmadı. Asıl Orhan Kemal’i, başarıları vurgulanmış eserleri ölçüsünde, bence, bu tarz, melodram kokan, ne var ki gerçeklikleri bugün de süren romanlarında aramak gerekir.

Necatigil can alıcı şiirinde ‘Yazmaya Orhan Kemal olacaktı’ diyor. Gerçekten öyle: Yalnız Orhan Kemal yazabilirdi…” (Selim İleri, a.g.y.,)

Kimi, neyi ve nasıl yazdığını Orhan Kemal kendisi de anlatır:

“Gerçekten de, okurlar meraklıdırlar. Haksız da sayılmazlar. Ben, masa başından çok, fazlaca gezer dolaşırım. Yani iş, masa başına geçip yazmaya kaldığı zaman, mesele çoktan hallolmuştur. Gezer dolaşırım. Gezip dolaşırken kafam boyuna çalışır. Ya, yıllarca önce beni şiddetle ilgilendirmiş bir konuyu düşünmekteyimdir, ya da hemen o gün kafama bir şey takılmıştır. Ama daha çok, yıllarca önce kafama takılan, beni zaman zaman şu ya da bu vesileyle kendisi üzerinde düşündüren bir konudur da, nasıl yazsam diye, biçimi üzerinde dururum. Öyle ya, öz belirgin. Biçim? Çünkü daha önce çeşitli biçimlerde bir şeyler yazmışsınızdır. Daha önce yazdıklarınızda kullandığınız biçimlerden ayrı, başka, çok başka olmalıdır. İşte gezip dolaşırken beni düşündüren noktalar bunlardır:

ÖZ – Niçin yazıyorum bu konuyu? Ne demek istiyorum?

BİÇİM – Nasıl söylemeliyim?

Yukarıdaki öz ve biçim çözümlenmişse, hele bir de nasıl başlayacağım kafamda satırlaşıvermişse, değme keyfime. Bir kol çengi, sırasına göre canımın o an çektiği İstanbul’un artık hangi lokanta, ya da meyhanesiyse, atarım kapağı. Fazla içmem. Neşemi sürdürmek, daha iyi düşünmek için pek pek iki duble. Bu iki duble içilirken, konu kendi kendini yazar da yazar. Size bir Örnek: Bereketli Topraklar Üzerinde’nin ilk yazılışında Adana’daydım. Kafamda bu. Öz ve biçimini tespit etmişim de romanı yaşıyorum. Köse Hasan’ın ölüm sahnesine takılmıştım. O sırada tam Seyhan kıyısındayım. Kendi kendime mırıldanarak, Hasan’ın hemşehrisine vasiyetini en iyi biçimde vermek için nasıl dedirtmeliyim diye, bir, beş, on, tekrarlar yapıyorum. Birden istediğim klişe düştü kafama:   ‘- Kardaşlar, beraber tuz epmek yidik. Ola ki, benim size hakkım geçmiştir. Benim iflahım kesik…! falan der ya? Oralara gelince bir an Köse Hasan oldum sanki. Elimde kızım için satın aldığım saç tokası. Hemşehrilerime bunu kızıma götürmelerini vasiyet ediyorum. Öyle dokundu ki, başladım ağlamaya. Çevremde insanlar. Görmelerinden de çekiniyorum. Açtım adımlarımı ama, hemen kâğıda kaleme sarılıp o pasajı notladım.

Çoğunluk geceleri, sabaha karşı saat dörtte kalkar, kahvemi kendi elimle pişirir, makinemin başına geçerim. Üç, dört, beş, bazan hızımı alamam altı saat durmamacasına çalıştığım olur. Hele âşıksam! O zaman iş değişir. Parmaklarım yazı makinemin tuşlarında rüzgârlaşır. Rüzgârlaşır, çünkü yazdıklarımı sevdiğime götürüp okutacağım. O okur, ben onun sesinden kendi yazdıklarımı zevkle dinlerim. İnanır mısınız, o okuduğu zaman, yazdıklarım benden çıkar. Sanki o yazmış da bana okuyor!

Sokakların Çocuğu baştan başa o yılların verisidir. Bir de, evet bir de Bir Filiz Vardı! Dikkat ederseniz, bu iki kitapta üslûp tamamen değişiktir.

Şimdilerde çöller gibiyim. Ne aşk, ne meşk.

Bir de Müfettişler Müfettişi’ni yazarkenki acı günlerim… Bunu özellikle belirtmeliyim. Beş yaş küçüğüm aşağıda, komada, can çekişiyor, ben yukarda, odamda Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilecek olan bu romanımı yazmak zorundayım! Bir yanda ölüm, ötede komedi, mizah. Kitabın sonlarındaki ölüm sahneleri, yani romanın kahramanı olan zâtın annesinin ölümünde, sanırım, içinde bulunduğum ruh halinin de payı vardır.

Çoğu zaman öz ve biçim iyice belirlenmiş, hatta yazılmaya da başlanmış olabilir. Olabilir ama, attığım taş istediğim kuşu vuramamıştır. Yâni, ‘Bayram haftası’ demek istedim, yazdıklarımdan ‘Mangal tahtası’ çıkar. O zaman, bir iç huzursuzluğudur başlar. Günler, haftalar, bazan aylar… sonunda kaldırıp atar, unutmaya karar veririm. Ne mümkün? Zaman zaman, başını çıkarır içimden, bana kendini gösterir. Yıllardan sonra, hiç ummadığım, hatta onu düşünmediğimi sandığım bir an kafama düşüverir. İstediğim olmuş, attığım taş istediğim kuşu vurmuştur.” (halksahnesi.org)

Tarık Dursun K., Orhan Kemal’in gündüz, Cağaloğlu’ndaki iki yerden birinde, ya İkbal Kıraathanesi’nde, ya da ünlü Meserret Kıraathanesi’nde bulunabileceği bilgisini verir. Der ki:

“Orhan Kemal, gündüz bu iki yerden birinde yoksa, mutlaka ekmek davasındadır: Nuruosmaniye’deki bir batıp bir çıkan, madrabaz dağıtıcıların arkaladıkları magazin dergilerinden birine yeni yazıp bitirdiği bir romanını teslim edip anında avans alacaktır.”

(solda) O. Kemal İkbal’de yazarken  (sağda) Meserret Kahvehanesi

Ya da Yeşilçam’a uzanıp tasarladığı bir film öyküsünü satmaya gittiğini anlatır Ülkü Tamer:

Ülkü Tamer

Sabahları İkbal Kahvesi’ne ilk gelen Orhan Kemal olurdu hep. Onu Matbaacı İhsan’la Bıyık Talat izlerdi. Bir yandan çaylarını içer, bir yandan Muzaffer Buyrukçu’yu nasıl kızdıracaklarını, ona ne oyunlar edeceklerini konuşurlardı.

İkbal’e ne zaman girsem bu değişmez üçlüyü görürdüm.

Derken Muzaffer gelirdi. Gelir gelmez de kızılca kıyamet kopardı. Bağırıp çağırmalar, kahkahalar bir süre sonra kesilir, herkes işine giderdi.

Orhan Kemal de işine giderdi. Yan masaya.

Bir şeyler yazardı boyuna. Notlar alırdı. Sonra kalkar, fötr şapkasını giyer, ‘Bir film hikâyesi var. Ben bir Yeşilçam’a uzanayım,’ derdi.

Öğleden sonra kolu kanadı kırık dönerdi çoğunlukla. Kırk yılda bir gözlerinin içi parlardı. ‘150 kâğıda sattım hikâyeyi!’” (Ülkü Tamer: “Benim Yazarlarım/Orhan Kemal”, Radikal, 20 Ekim 2001)

Sennur Sezer, dönemin Cağaloğlu’nu, Nuruosmaniye’yi, İkbal Kahvesini, ve kahvenin müdavimlerini ve Orhan Kemal’i ayrıntılı olarak tanımlar bir yazısında:

“Ünlü bir yazarı, yazdıklarını okuduktan sonra tanımak; konuşup tartışabilmek, yaşamının çeşitli yanlarına tanık olmak elbette bir şanstır. Bugünün İstanbul’undan çok farklı, az gelişmiş ama kültürel merkezleri belirgin bir İstanbul’da genç olmanın şansıydı bizim kuşağın yaşadığı. Yaklaşık kırk yıl öncesine kadar, Cağaloğlu’na çıkan yokuşta rastlamanız olasıydı pek çok ünlü yazara. Remzi, Varlık, İnkılâp kitabevleri; Cem, ‘de’ yayınevleri oradaydı. Gazetelerin binaları da az ileride…

Kırk beş yıl önce Nuruosmaniye’ye çıktınız mı Yeditepe dergi ve Yayınevi’ne uğrayabilirdiniz. Hüsamettin Bozok’a dergiyi postaya hazırlamak için yardım eder, dergiye uğrayan ünlüleri dinlerdiniz. Yeditepe’nin biraz ilerisinde de İkbal Kahvesi. İkbal Kahvesi’ne sabahları Orhan Kemal gelirdi. Onunla sabah sohbetine de Muzaffer Buyrukçu, Nurer Uğurlu. Orhan Kemal bu buluşmaları ‘sabahiye’ diye adlandırırdı. (Aslında sabahiye düğün ertesi damat sohbetiymiş.) Bir masa ötede Musa Anter otururdu, yanında Sosyal Yayınlar’ın sahibi Enver Aytekin. Sonra galiba Edip Polat. Öğlenleri Edip Cansever, Orhan Kemal ile tavla oynamak için uğrardı. Kapalıçarşı’daki dükkânındaki sığınağından tavla partileri için bir de Orhan Kemal’in ‘öke’ takılmaları için ayrılırdı galiba… Cumhuriyet’in düzelti ekibi de Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, aldıkları ek işleri orada çözümlerlerdi.
Aksaray’da da Dağlarca’nın Kitap Kitabevi vardı. Ve kitabevinde kitaplara bakarak ayakta dikilmeyi göze aldınız mı dönemin ünlülerini görmenin yanında birbirleriyle tartışmalarını bile dinlerdiniz.

Sennur Sezer

Biz yine düşsel bir yolculukla İkbal Kahvesi’ne dönelim. İkbal Kahvesi, Orhan Kemal’in yazıhanesi gibiydi. Onu arayanlar telefonla ya da uğrayarak oraya not bırakırdı. O da sabahın dördünde beşinde başladığı günlük çalışmasını tamamlayınca yaşadığı Cibali’den saat sekiz sularında Nuruosmaniye’ye İkbal’e gelir, bir-bir buçuk saat sonra da yayıncılar, film yapımcılarıyla görüşmeye ya da ‘iş kovalamaya’ giderdi. Çünkü Orhan Kemal yaşamını bağımsız yazar olarak kazanıyordu. Öykü ve roman yazarlığı dışında teknik yazarlık da yapıyordu. Örneğin, senaryolara ‘diyalog’ yazar, ana akışı belirtilmeden ısmarlanan bir konuyu film öyküsü biçimine sokardı. (…)

Ben 1960 yılında tanıştım Orhan Kemal ile. Büyük Gazete adlı haftalık dergide. Henüz kültür sayfası çırağıydım. Adımı öğrenmesi, ilk kitabımın yayımlandığı 1964’te. Benim İkbal’e her sabah uğrayıp, onun dergilere bırakacağı öyküleri okumam, düşüncelerimi söylemem, kimi zaman öykülerini dergilere teslim etmem 1965’te. Bir yazarı anlatırken sözü kendine getirmek kaçınılması gereken bir kusur elbet. Ancak bir yazarın portresinde, olanak varsa, onun tanık olunan yaşam biçimi, yazarlık öğütleri, özeleştirileri, yargıları da aktarılmalı. Orhan Kemal, hep takım elbiseli, boyalı ayakkabılı, beyaz gömlekli, kravatlıydı. Mektuplarına göre ayakkabıları pençeli, çorapları eskiymiş. Tavrı, giyiminin yıpranmışlığını örterdi herhalde. Fark etmezdik. Hep sinek kaydı tıraşlıydı, fötr şapkalı. Hava sıcaksa, ceketi kolunda.” (Sennur Sezer: “Aydınlık günler için yazıyordu”, Radikal kitap, 13 Nisan 2007),

Ara Güler’in Orhan Kemal tanımı:

“Fotoğrafça düşününce Orhan Kemal benim için bir film kahramanıydı adeta. Kafasında hep Borsalino bir şapka, beyaz gömlekli, kravatlı, koyu renk elbiseli. 1935-40 modeli sinema artistlerine benzerdi tıpkı. (…) Rejisör olsam hangi filmde oynatırdım diye düşünebilirdim. Yıllar sonra bir gün birlikte resim çekmeye karar verdik. (…) İlkin Şişhane ile Karaköy arasındaki ara sokaklarda çalışan, romanlarındaki insanlara benzer insanlar arasına yerleştirmek istedim onu. Sonra Cibali’deki kahveye gittik. Oradaki arkadaşlarıyla resimlerini çektim.” (Ara Güler: Bir Ömür Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun, İnkılap, 2006)

Orhan Kemal’in ölümünden sonra Nurer Uğurlu, “Orhan Kemal’in yaşam öyküsü” olarak sunulan “Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi” adlı 477 sayfalık bir anı kitabı yayımlar. Orhan Kemal’in kendisi hakkındaki değerlendirmelerini de içerir Uğurlu’nun kitabı:

“Ben, köydeki köylüyü yazmadım. Çok iyi bildiğim köylüyü yazdım. Kemal Tahir gibi yaşamadan yazmadım. Kemal Tahir’in romanları, köyde yaşamadığı için, köyü görmediği için nazarî yazılmış romanlardır. Kemal Tahir köyü bilmez.. Hele köylüyü hiç bilmez.. Sevmez onları. Çankırı, Malatya, Çorum hapishanesinde tanımıştır köylüyü. Oku Köyün Kamburu’nu, Yedi Çınar Yaylası’nı. Ben, çok iyi bildiğimi yazmak isterim.. Yazmak için, görmeliyim, yaşamalıyım. Ve içimdeki o hız beni itmeli. (…)

Ben tanıdığım insanları yazdım. Son romanım Kanlı Topraklar’da, bile kimler yok?. Nuri Has’tan Abidin Dino’ya. Hacı Ömer’den Osman Zenginler’e kadar. Evet, ben tanıdığım insanları yazdım. Tanıdığım, konuştuğum, birlikte sigara içtiğim, sırtımı sıvazlayan insanları yazdım. Ben bu insanları inceledim, araştırdım. Ağa oğlu olarak, namuslu bir vatandaş olarak inceledim. (Nurer Uğurlu: a.g.k., s.45)

Gene aynı kitapta, “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanı hakkında verdiği bilgi:

”…Bereketli Toprakları yazıp bitirdikten sonra bir gece Nadir’in kahvesinde İsmail Usta’yı, Ali Şahin’i, Yunus Usta’yı, Osman Zenginler’i, Beethoven’ı topladım. Çaylar, kahveler benden; sabaha kadar onlara romandan parçalar okudum. Beni dikkatle dinlediler. İyi yazmışsın Raşit, eline sağlık… Söylediklerinin hepsi doğrudur. Hatta her bir şeyi söylememişsin bile. Çukurova’da öyle şeyler olur ki, insanın nefesi kesilir. Oturup sana hepsini anlatsak bir değil, beş roman yazarsın…”

Dost dergisinin “Niçin hep işçi, köylüleri anlatıyorsunuz? Zenginleri de anlatsanız sanatınız değerinden mi kaybeder?” sorusunu yanıtlarken de yineler yukarıdaki tutumunu:

“Hep işçiyi, hep köylüyü anlatmak gibi bir inadın sonucu değil bu. Gerçekçi bir yazar en iyi bildiği şeyi yazmalıdır, İşçi ve köylüler çocukluğumdan beri içime öylesine yerleşmişler ki.. Bununla beraber, hikâyelerim arasında halli vakitli kişiler, halli vakitli kişilerin hikâyeleri yok değil. Örneğin: Pervin, Umum Müdür, Yeni Arkadaş, Üzüntü. Vukuat Var’daki büyük çiftçi Muzaffer Bey, çevresindeki halli vakitliler..

Halli vakitlilerden de, bildiğim kadar, söz ediyorum. Keşke daha geniş tanısam onları da, kitaplar doldursam.” (Dost dergisi, Haziran 1958).

Burada bir ayraç açıp, yukarıdaki alıntılardaki Kemal Tahir hakkındaki, “Kemal Tahir gibi yaşamadan yazmadım. Kemal Tahir’in romanları, köyde yaşamadığı için, köyü görmediği için nazarî yazılmış romanlardır. Kemal Tahir köyü bilmez.. Hele köylüyü hiç bilmez.. Sevmez onları. Çankırı, Malatya, Çorum hapishanesinde tanımıştır köylüyü.” Sözleri üzerinde durmalı. Haldun Taner, anlatır:

“Bana büyük romancı Kemal Tahir’den ilk söz açan da odur.[7] O yıllarda Kemal Tahir’i henüz kimsa bilmi,yordu. On iki yıl hapse mahkûm edilmiş olan Kemal Tahir, bu süre içinde arı gibi durmadan çalışmış, sarı defterler dolusu materyal biriktirmişti. Gerçi bazı gaztelere takma adlarla tefrikalar yolluyordu. Ne var ki, bunlar sırf para kazanmak için çırpıştırılmış şeylerdi. Ünlü yazarın, edebiyat dünyasını ilk etkileyen eseri zamanki Tan gazetesinde tefrika edilen Göl İnsanları oldu. Adı yine takma idi. Cemalettin Mahir imzasıyla çıkan bu hikâyeleri okumuş, hayran olmuştum. Bu hayranlığımı Orhan’a açtım. Meğer o, yazarı Bursa Hapishanesinden tanırmış. Mektuplaşırlarmış.

Asıl adı Kemal Tahir’dir. Dört romanı var ki, roman derim sana. Piyasaya çıktığı anda bütün romancıların, ben dahil, çanımıza ot tıkanır. Tezgâhta olan yedi-sekiz başka romanı da caba’ demişti.

Yıllar sonra aynı Orhan Kemal’in, aynı Kemal Tahir için ileri geri konuştuğunu duyunca inanamadım. Geçici b,ir öfke ürünü saydım. Ama yabancı bir konsoloslukta verilen bir kokteylde Kemal Tahir’i selamlamayışı, onunla konuşmayışı üzerine, aramızdaki dostluğa güvenerek, Orhan’ı kenara çektim.

Ve o zaman sinsi bir taktikle onun nasıl kandırıldığını gördüm. İşin, sevinilecek yanı, o da gördü. Kemal Tahir’in mertliği, dik sözlülüğü ve meslekteki su götürmez üstünlüğü Orhan Kemal’in de bal gibi tuttuğu şeylerdi. Mesleki kıskançlık denen şeyinse onda zerresi yoktu. Önüne sonunda, bu köksüz ve anlamsız dargınlık kalkmalı idi. Kalktı da. Orhan Kemal, böylesine de pırıl pırıl bir insandı.” (Haldun Taner: a.g.k., s. 145-1467)

Tarık Dursun K:, basın dünyasında Orhan Kemal’i geri çevirmeyen tek insanın kim olduğunu açıklar:

“İnanılmaz gibi gelecektir ama, koca Yokuş’ta Orhan Kemal’i geri çevirmemiş tek insan, Bedii Faik’tir: Şu bir dönemler CHP yandaşı olup Dünya gazetesindeki muhalefeti ile Demokrat Parti’ye ve Menderes’e kök söktürmüş Bedii Faik!

Bedii Faik

Orhan Kemal’in bir tür güvencesiydi. Sonraların azılı sağcısı kesilecek o Bedii Faik’e, Orhan kemal’i Adnan Benk[8] arkalıyordu. Adana Kebapevi’ndeki sayısız ikindi rakısı sofralarına en büyük katkı, genelde bu ikiliye aitti.” (Tarık Dursun K.: a.g.k., s.214-216)

Orhan Kemal’i sevmediğini açıklar Aziz Nesin:

Aziz Nesin

“Önce açıkça söyleyeyim ki ben Orhan Kemal’i sevmedim. Ünü, gizli çekemeyenlerdendi, açık, yiğit değildi. Biliyorum bu yargımı okur okumaz Orhan Kemal için yansız olamayacağım yargısına varacaksınız. Değil oysa. Kimseye yansız değilim ki ona olayım.

Orhan Kemal’la aramızda, ne olduğunu kelime olarak söyleyemeyeceğim, bilmediğim bir psikolojik tür aykırılığı vardı. Onun davranışlarını sevmedim. Sanırım o da aynı nedenle beni sevmedi, ya da benim kendisini sevmediğimi sezinleyerek bana uzak kaldı.

Ölümünden sonra yazmam için Doğan Hızlan telefon etmişti. Uğraştım yazmaya, bir türlü yazamadım. İntikam almak gibi oluyordu. Bu duygudan kurtulamadım. İşte o zaman da Orhan Kemal’i sevmediğimi anladım. Çünkü o da beni sevmezdi. Yalnız beni değil, çağdaşı hiçbir yazarı, ünü… Kıskançlığın türlü belirtileri, gösterileri vardır. Çetin’in başka, Yaşar’ın başka, Orhan’ın başka…” (Aziz Nesin: Birlikte Yaşadıklarım, Birlikte Öldüklerim, Nesin Yayınları, 2006)[9]Orhan Kemal, öykü ve romanlarının yanı sıra senaryolar ve tiyatro oyunları da yazar. Kimi öykülerini ve romanlarını, tiyatro yönetmenlerinin de katıldığı bir çalışmayla oyunlaştırmıştır ki, bunlar “İspinozlar”, “72. Koğuş”, “Eskici Dükkânı”, “Bekçi Murtaza”, “Kardeş Payı”dır.

İlk oyunu olan “İspinozlar”, “Balina” adlı öyküsünden oyuna dönüştürülmüştür. 1964 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu Tepebaşı Sahnesinde; daha sonra 1968 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosunda “Yalova Kaymakamı” adıyla sergilenir.

1952 yılında kaleme aldığı “72. Koğuş”, aynı adla sahneye uyarlanmıştır. 1967 yılında Ankara Sanat Tiyatrosu(AST)’nda sergilenir. Benim de ilk izlediğim Orhan Kemal ‘oyunu’dur. “72. Koğuş”, öykücü ve romancı Orhan Kemal’in tiyatro yazarı olarak da tanınmasını sağlar. Oyun, Ankara Sanatseverler Derneği’nce ‘Yılın En İyi Oyunu’ seçilir.

“72. Koğuş”un yoğun ilgi görmesi üzerine, AST 1969 yılında Orhan Kemal’in “Eskici ve Oğulları” adlı öyküsünden sahneye uyarladığı “Eskici Dükkânı” adlı oyununu repertuvarına dahil eder.

1968 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosu, Orhan Kemal’in 1952 yılında yayımlamış olduğu romanı “Murtaza”yı “Bekçi Murtaza”adıyla sergiler.

Kardeş Payı” 1970 yılında Ankara Mithatpaşa Tiyatrosunda perde açar.

Görüldüğü gibi, 5 oyundan üçü Ankara’da sergilenmiştir.

72. Koğuş”un AST’taki sergilenişini izleyen Metin And, oyun hakkındaki izlenimlerini Ulus gazetesinde yansıtır:

Metin And

“A.S.T. oyun seçiminde tutarlılığı, ciddiyeti, önemi ile başkentin en başta gelen sahnesi oldu. Bunlara şimdi bir de ünlü roman yazarımızı sahneye kazandırması eklendi. Eskiden beri yazı yazıyorum, çok iyi romancılarımız, hikayecilerimiz var. Bunlar sahneye biraz çekinik davranıyorlar, bazan kendi başlarına yaptıkları denemeler yol gösteren tiyatro adamları bulunmayışından, sahne girdi çıktısının acemisi olduklarından ünlerine yarayan başarıya ulaşmıyorlar. İşte belki A.S.T. görevlerinin en seçkinini, yerine getirerek büyük Türk romancısı Orhan Kemal’in 72. Koğuş adlı uzun hikâyesini sahne ışıkları karşısına çıkardı. Romancı kendi hikâyesini kendi oyunlaştırmış. Belki oyunlaştırmış demek de doğru değil, yeni bir tasarlamayla yeniden kaleme almış. Orhan Kemal’in bu ilk denemesi değil, fakat öyle sanıyorum sahnede ilk büyük başarısı.

  1. Koğuş 2. Dünya Savaşı sırasında yazarın da içinde bulunduğu bir cezaevinde, yakından tanıdığı tutukluların yaşamını çıplak gerçeği içinde verdiği bir oyun. Bu insanlar umutlarını, bütün aydınlığı, sevgiyi yitirmişler. Üstlerinde başlarında yok, insanoğlunun açlık, soğukluk, fizik acı gibi bütün ilkel düşmanları ile boğuşuyorlar. Ama Karadenizli bir Kaptan’ın aynı umutsuz durum içinde onlara elini uzatması, onların insanlığını hatırlatan, uyandıran bir dürtü oluyordu. Bu uyanış, bu sıcak duyguların beslenişi bütün baskıları, kötülükleri yenebilecek bir güç olup çıkıyor. Acı bir gerçek yazarın bu iyimserliği, tüm insanlığa sevgisiyle aydınlanıveriyor. İşte oyun bu aydınlığı, iyimserlik havasıyla evrensellik kazanıyor. Yazarın büyük romancılara vergi kişileştirmesi de çok sağlam, ustaca. Şive taklidine de yer veriyor, ancak bu ucuz bir bölgecilik gösterisi veya güldürme aracı değil fakat tıpkı İrlanda tiyatrosunun dile şirinlik getiren soylu bir söyleşme dili tadında… (Ulus, 8 Şubat 1967).

AST’ın sergilediği ikinci Orhan Kemal imzalı oyun “Eskici Dükkânı” için tiyatronun program dergisinde yazarın yapıtı hakkında açıklamaları da yer alır:

“‘Eskici Dükkanı’nda ele aldığım konu, daha önce Eskici ve Oğulları adındaki romanıma konu olmuştur; 72. Koğuş oyununa konu olan 72. Koğuş hikâyesi gibi. Ama ne 72. Koğuş, ne de Eskici Dükkânı, hikâye ya da romanlarından tıpatıp oyunlaştırılmamışlardır. Önce hikâye ve roman olarak düşünülenler, şimdi yeni baştan tiyatro oyunu olarak düşünülüp uygulanmışlardır.

Eskici Dükkânı’nın ana fikrini kalın çizgilerle kısaca özetlemek gerekirse, denebilir ki bu, eski-yeni, ileri-geri düşünce ve davranışların çarpıştığı bir yaşam kesiti, Topal Eskici’yle ailesinin dramıdır.

İnsanlar dünyamızın neresinde, hangi dil, din, renk ve ırktan olurlarsa olsunlar, bitmez tükenmez bir ‘daha mutlu olma’ savaşı içindedirler. Kalabalık bir aileyi geçindirme zorunluluğunda olan Topal Eskici de böyle bir savaşın içindedir. Yıllar yılı geçimini sağlayan Eskici Dükkânı, artık kalabalık aileyi geçindiremez hâle gelmiştir. O kadar ki, Topal bir zamanlar eşine dostuna ısmarlayarak içtiği rakısından sonra nerdeyse şarabından da olacak, işi belki de boyalı ispirtoya dökecektir. Oysa güm güm gümüleyen dedesinin konağında dünyaya gelmiş, gak dedikçe et, guk dedikçe su koşturulmuş, atın dorusundan bakla kırına, eşkininden rahvanına kadar binmediği kalmamıştır. Avlusunda fakir fukara için yemek kazanları kaynayan bu dede konağı şimdi nerelerdedir? Dün var olan bugün neden yoktur? O günler bir masal âlemi miydi? Dün atılan taşlar istenilen kuşları vuruyordu da bugün niçin vurmuyor? (…)

Eskici Dükkânı’nda ben bu gerçeği belirtmek istedim. Bir de, toplumun kendine özgü kanunları karşısında bilinçlilikle bilinçsizliği belirtmeye çalıştım. Bilmem attığım taş istediğim kuşu vurdu mu? (Orhan Kemal, A.S.T. Tiyatro Programı, 1969).

Oyunun ‘ilk gecesi’ni Tarık Dursun K. da izler:

“Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) Güner Sümer’li, Asaf Çiğiltepe’li, Tunca Yönder’li … takımıyla Orhan Kemal’in ‘Eskici ve Oğulları romanından uyarladığı ‘Eskici Dükkânı’nın ilk gecesini veriyordu. Soluk kesen bir takım oyunuydu, hatırlıyorum. Rana Cabbar, Orhan Kemal’in başkişisi Topal Eskici Baba’dan hem Dostoyevski’li hem Gorki’li bir tipleme çıkarıyordu. Göçmen rolünde de bizim Üsküplü Lütfü Seyfullah konuk sanatçıydı.

Perde indi ve alkışlar arasında (yine o külhanbey lacivertlerini çekmiş) Orhan Kemal sahneye çıktı. Yüzündeki ona çok yakışan mutluluğu bir o gece gördüm, bir de Florya yakınlarındaki Basınköy’de sahiden ev sahibi olduğu gün.” (Tarık Dursun K., a.g.k., s.216-217)

Öykü ya da romanını sahneye uygularken tiyatro yönetmeniyle işbirliği içinde çalıştığını da açıklar Orhan Kemal. Ulvi Uraz Tiyatrosunda sergilelen “Bekçi Murtaza” ile ilgili tanıtım yazısında der ki:

“İlk planda, kaba çizgilerle tanımlamaya çalıştığım Murtaza’yı roman içinden sahneye çıkarırken, yukarıda belirttiğim bu belirgin çizgileri ile Murtaza’yı ön plana almayı, yani oyunumu romandan ayrı, soyutlamaya karar vermiştim. Daha önceki çalışmalarım, oyun olarak bir, beş değil, daha da çoktur. Hepsinde de romandaki çeşitli tipleri Murtaza’yla birlikte, Murtaza’nın çevresinde, bütün detaylarıyla oyuna sokma çabasındaydım. Bu şimdi göreceğiniz soyutlanmış biçime varırken, değerli tiyatro adamı, dostum Ulvi Uraz’la sıkı bir çalışma birliği kurduk. Karşılıklı uzun tartışmalardan sonra “Bekçi Murtaza” oyunu alabildiğine soyutlanmış bir kişilik kazanarak karşınıza çıkıyor.

Murtaza’yı bu biçimde sunmayı en elverişli bulduk.

Romanımın önsözünde de belirttiğim gibi, yavrusu kuzguna şahin görünürmüş. Takdir sizlerin. (Orhan Kemal, 1969).

İlk oyunu “İspinozlar” (“Yalova Kaymakamı”) hakkındaki yazısında Yaşar Kemal der ki:

Yaşar Kemal

“Bizim büyük yazarımız Orhan Kemal yoksulluğu kendine dert edinmiş bir kişi. Yoksulluk insanı, insanın insanlığını yıpratan, küçülten, ezen bir olaydır. (…) Orhan Kemal’e göre yoksulluk insanlığı ne kadar yıpratırsa, ne kadar ezerse, ne kadar küçültürse küçültsün, insanlık cevherine gücü yetmez. İnsanlık, yoksulluk küllerinin altındaki közdür. Toprağın altındaki filizdir. Hiçbir şey, yoksulluk bile insanın insanlığını, iyiliğini, mertliğini, güzelliğini elinden alamaz.”

Orhan Kemal öykülerinde ve romanlarında kahramanların kişilikleri uzun uzun betimlenmez. Kahramanların kişilikleri hakkındaki izlenimler birbirleriyle konuşmalarından edinilir/çıkarsanır. Bu özellik, yazarın öykü ve romanlarının ‘oyunlaştırılması’na olanak sağlamıştır.

Haydar Ergülen

“Karakterlerini konuştururdu, bol bol diyaloga yer verirdi, hem onları öyle bir konuştururdu ki, galiba bu konuda Türkçe romanın iki büyük ustasından biridir, diğeri Kemal Tahir.O nasıl Çorum ağzıyla uzun uzun konuşturduysa kahramanlarını, Orhan Kemal de hem yöresel ağızlarla birbirinden farklı hem de pek çok kahramanını konuşturdu, böylece onların içlerini dökmesine de vesile oldu, hem de bunu bir halk yazarı olduğu için öyle doğallıkla yaptı ki, bir an okur olarak bizler de kendimizi romanın içinde buluverdik. Şimdilerde ‘interaktif’ dedikleri şeyi de 50 yıl önce gerçekleştirmiş oldu Orhan Kemal. O capcanlı diyaloglarını okurken bazen taraf tutup, bazen kızıp, bazen üzülüp, müdahale etmek gerektiğini hissettik, yüksek sesle düşüncemizi söyleyiverdik, daha şaşırtıcı olanı da romandan ya da hikayeden de ses gelmesi, bize cevap vermesiydi o kahramanın. Abarttım ama neredeyse böyle bir şeydi, böyle bir duyguydu, böyle bir heyecandı Orhan Kemal okumak.” (Haydar Ergülen: “İyiliğin Büyüsü: Orhan Kemal”, sabitfikir, 2 Haziran 2011)

Sahneden sonra sinemaya uyarlanan, Orhan Kemal’in romanları, son yıllarda televizyon dizisi olarak ekrana da uyarlanır. “Hanımın Çiftliği” bu romanlarından biri. İkinci kez TV dizisi oldu. Hasan Pulur ‘olay’ı değerlendirir:

“Televizyonda ‘Hanımın Çiftliği’ni seyrederken, ertesi gün gazetelerde ‘en çok izlenen dizi’ değerlendirmesini görünce hem keyifleniyoruz, hem de Beyoğlu’ndaki kitapçının tezgâhtarını anıyoruz!

Diyeceksiniz ne ilgisi var?

Olmaz olur mu, birkaç yıl önce, o kitapçıya giren bir delikanlı Orhan Kemal’in kitaplarını sorunca, tezgâhtar aklınca değişimi anlatmıştı:

‘Ne Orhan Kemal’i koçum, Orhan Kemal mi kaldı?’

Yani devir değişmiş, yepyeni romancılar piyasaya çıkmıştı, Orhan Kemal’i kim okurdu ki?
Televizyondaki ‘Hanımın Çiftliği’ dizisinin gördüğü ilgi cahil tezgâhtar gibi düşünenleri herhalde utandırmıştır.

* * *

Orhan Kemal’in ‘Hanımın Çiftliği’ romanının ipuçları ‘Bereketli Topraklar’ romanında vardır, ‘Vukuat Var’da da…

Orhan Kemal’in 1940’lı yılların sonu ile 1950’li yılların başında geçen romanındaki köylü-işçiler sömürü düzeninin farkında bile değillerdir; kavgaları bireysel. Bir işportaları olsa, bir küçücük dükkânları olsa… Onlar fabrikadaki emek-sermaye ilişkisini değil, ırgatbaşının aldığı haracı sömürü olarak görürler.

* * *

Orhan Kemal, insanlara hep umutla, hep iyimserlikle bakar, her insanda her şeye rağmen aydınlık bir taraf vardır, temiz, insani bir yan bulunabileceğine inanmıştır. O yüzden, hem sevip hem de gördükçe kahrolduğu o insanları hoşgörüyle olduğu gibi görür, gösterir. Onların karşılıklı güvensizliklerini, yalancılıklarını birbirlerini gammazlamalarını, gösteriş budalalıklarını, palavralarını, kısaca egoizmlerini olduğu gibi anlatır.

* * *

Orhan Kemal’in anlattığı Türkiye, toprak reformunu yapamamış, sanayileşmesini gerçekleştirememiş bir ülkedir. Orhan Kemal’in insanları da köylü-işçilerdir, sömürü düzeninin bilincine varamamış, kahırlı, köylü işçilerdir.” (Hasan Pulur: “Hanımın Çiftliği”, Milliyet, 15 Ekim 2009)

“Otuz yıllık yazarlık hayatına on iki öykü kitabı, yirmi yedi roman ve iki tiyatro oyunu sığdıran Orhan Kemal, 55 yaşında ve hastalıkların pençesindedir. Son yılları ameliyatlar, krizler, kanamalarla geçen yazar; dinlenmesi gerektiğini söyleyen doktorlara rağmen kalemi elinden bırakmaz. Bir zamanlar ekmek parasını çıkardığı “yazmak” artık onun için tutkudur. Güç bela aldığı pasaportla önce bir davet üzerine Moskova’ya uçar. Yeni ameliyat olan yazar, rahatsızlanınca hastaneye kaldırılır. Yıl 1969…” (Yavuz Ulutürk: “Orhan Kemal 100 yaşında, Zaman,20 Ocak 2014)

1970 yılının Haziran ayı başında yaşamını yitiren Orhan Kemal ile Mart ayında Varlık dergisi için söyleşir Behzat Ay. Söyleşi yazısına şöyle başlar:

Behzat Ay

“Bir futbolcunun ayağı burkulmaya görsün, gazeteler uzun uzun, birbirleriyle yarışırcasına futbolcudan sözederler. Fakat gazetelerde yıllarca romanları tefrika edilmiş, oyunları oynanmış, kitapları kitaplıkları doldurmuş bir yazar (gençliğinde futbolcu da olsa) ağır hastalıklara yakalanır, yurt içinde ve yurt dışında ameliyat ve tedaviler görür, gazeteler es geçer.

Orhan Kemal iki yıldır hastadır. İrili ufaklı yedi sekiz kez ameliyat oldu… Fikret Otyam’ın Cumhuriyet’e verdiği kısa haberler olmasaydı ne okurların ne de yazar-çizerlerin bir bölüğünün haberi olurdu.

Nurer Uğurlu’nun dağıtımevinde otururken Orhan Kemal de çıkageldi. Altı yıl önce gördüğümdeki durumundan pek farklı değildi. Olsa olsa saçlarına düşen ak sayısı birz çoğalmıştı. Oysa, Varlık Dergisi yönetimevinde Sayın Yaşar Nabi tanıştırdığında ancak on dakika kadar beraber olabilmiştik. Ayrılırken de elindeki ‘Kanlı Topraklar’ı bana imzalamıştı. İkindi üzeri İkbal Kahvesi’nde görüşmek üzere sözleştiğimiz halde, acele olarak Ankara’ya döndüğüm için görüşememiştik. Altı yıl sonra İkbal’de değil ama (İkbal, halıcı dükkânı oldu) Divayolu’ndaki Şehir Kıraathanesi’ne oturduk, önce kahvelerimizi, sonra çaylarımızı içerek çeşitli konuşlarda konuşmaya başladık.” (Varlık, 1970)

Behzat Ay’la gerçekleşen söyleşide, Orhan Kemal, sağlık durumu hakkında da bilgi verir. Hastalığının tümüyle geçmediğini, belki yeniden doktor müdahalesi gerekeceğini açıklar ve “Birkaç yıl önceki kadar dinamik değilsem de, çalışmalarını sürdürebiliyorum” der.

O sırada altı yapıt üzerinde çalışmaktadır.

Orhan Kemal’i son olarak gördüğü günü anlatır Ara Güler:

Ara Güler

“Orhan bir sigara yaktı, ‘Sofya’ya gidiyorum’ dedi, ‘Gebermeden adamakıllı bir fotoğrafımı çek, elinde bulunsun.’ Dediğini yaptım. Ciddi, klasik denecek tarzda ışıklarla Orhan Kemal’in bir sürü resmini çektim. ‘Ha şöyle!’ dedi. Fotoğrafları çekerken, Adana’dan gelen Raşit Oğütçü’yü, Meserret kahvesinde oturup romanını yazmaya çalışan Orhan Kemal’i, Cağaloğlu’nun arka sokaklarındaki bir kahvede loş bir ışıkta eğilmiş prova düzelten Orhan Kemal’i, Kumkapı meyhanesine inen yokuşta sisli bir fonda bir yanında Recep Bilginer, bir yanında Agop Arad, ortadaki Orhan Kemal’i ayrı ayrı gördüm.” (Ara Güler: a.g.k.)

Sofya’ya Bulgar Yazarlar Birliği’nin çağrılısı olarak gider. Uzun süre pasaport alamamıştır.

“Orhan Kemal, Bulgaristan göçmeni ailesinin hikâyesini yazmak için eşi Nuriye Hanım’la Mayıs 1970’te Sofya’ya gider. Ama kalbi onu rahat bırakmaz. Kaldırıldığı hastanede vefat eder. Cenazesi konvoy eşliğinde karayoluyla Türkiye’ye getirilir. Orhan Kemal’i taşıyan arabanın üzerinde şöyle yazıyordur: ‘Biz işçiler senin hatıran önünde saygıyla eğiliriz.’” (Yavuz Ulutürk: a.g.y.)

“Yaşadı ve öldü. Yaşamı hep yazmakla geçti; hep yazmakla ve yazdıklarını hep satmaya uğraşmakla. ‘Baba Evi’nin ve ‘Avare Yıllar’ın delikanlısı, o futbol tutkunu, uçarı ve hiç büyümemiş çocuğu olarak kaldı hep. Futbolla edebiyat yer değiştirmişlerdi onda. Çevresine alçakgönüllülüğüne sığınarak toplanmış yeni kuşaktan gelenlere takımın ağabeyliğini üstlenmişti yine. Çoğumuzun elinden tutmuş, yazdıklarımızı kendi eliyle dergicilere, kitabevlerine ve gazetelerin yazı müdürlerine ‘bizzat’ götürmüştür.

Ondan önce gelen ya da onunla birlikte gelmiş kuşaktan edebiyatçıların burunları oldum bittim havadaydı; kimseleri yanlarına uğratmazlardı.

Orhan Kemal onlardan olmadı. Sofrası da açıktı, kahvelerdeki masası da. Bir selâm, yüreğinin anahtarıydı.

Küçük mutluluklarla yetindi. Küçük kadınlar, küçük aşklar, küçük tutkular, küçük kavgalar, küçük yolculuklar (Cibali’den Babıâli’ye, oradan da Yeşilçam Sokağı’na, Beyoğlu’na gibi) ve küçük paralar onun dünyasını oluşturdu. Buna karşılık; büyük dostlukların, büyük inanmaların ve büyük bir yeteneğin (harcandığını ve harcanacağını bile bile) adamıydı.

Bu ‘anasını sattığı dünya’da kimseye kırılmadı; küsmedi, gocumup yüksünmedi. Tek içine sindiremediği, kıraathanelerine, Adana Kebapevi’ne, Bıyık talat’a, Yelfe İhsan’a, Buyrukçu’ya, Nurer Uğurlu’ya, Fikret Otyam’a (Cemile’sine, Filiz’ine, iki oğluyla kızına ve torunlarına) çok, ama çok uzak bir diyar-ı gurbette, kimi kimsesiz ölmesidir, sanıyorum.” (Tarık Dursun K., a.g.k., s.217-218)

Oğlu Işık Öğütçü, 2000 yılında, Cihangir’de Orhan Kemal Müzesi kurmuştur.

“Orhan Kemal’in oğluyla gezebilirsiniz.

Usta yazarın en uzun süre yaşadığı ev, aslında Cibali’de, Tekel Fabrikası’nın arkasında… Ancak ömrünün son birkaç yılını Cihangir’de, bugünkü Orhan Kemal Müzesi’nde geçirdi. Müzeye gittiğinizde sizi bir sürpriz de bekliyor olabilir: Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü… Işık Bey, orada olduğu zamanlarda ziyaretçilerle beraber geziyor müzeyi, Orhan Kemal’i ilk ağızdan anlatıyor çoğu zaman.

İçeri girince ilk dikkatinizi çeken Orhan Kemal’in eserlerinin ilk baskıları oluyor. Gözlük, saat, havlu, çatal, terlik, hayat arkadaşı Nuriye Öğütçü’nün fotoğrafı, dikiş makinesi, evlilik cüzdanı da bu özel eşyalar arasında. Yatak ve çalışma odasında ise meşhur daktilo hemen sizi büyülüyor. ‘Gurbet Kuşları’, ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ ve ‘Baba Evi’ gibi eserler işte bu daktilodan çıkmış. Gezmek isteyenler için müze, hafta içi her gün 10.00-19.00 saatleri arasında açık.” (Akşam: “O kitaplar, bu evlerde yazıldı”, 18 Mayıs 2013)

“Orhan Kemal Müzesi Müdürü Yadigâr Gülyas, müzeyi duyurmak, ilgi çekmek için, zaman zaman bazı kişileri arar, onları müzeye davet eder…
Geçenlerde ‘Türkiye’nin en iyi’ gazetelerinden birinin, kadın yazarlarından birine -köşe yazarı değil- mektup göndermiş, kendisini müzeye davet etmiş.
Bir süre sonra hanım kızımızdan cevap gelmiş:
‘Nazik davetinize teşekkür ederim. Bu aralar aşırı yoğunluğumuz nedeniyle, ileriki bir tarihte değerlendirmek üzere saklayacağım. Tekrar çok teşekkürler.’
Her ne kadar hanım kızımızın bu cevabında Türkçe bozukluğu olsa da, nezaketinden dolayı, bunu hoş görülür bir kusur olarak değerlendirebiliriz…
Yalnız hanım kızımız bu cevabı kime göndermiş biliyor musunuz?
‘Orhan Bey’e…
Yani yıllar önce kaybettiğimiz, oğlu Işık Öğütçü’nün, anısına müze açtığı Orhan Kemal’e…
Ehhh, madem müzenin adı “Orhan Kemal Müzesi”ydi, daveti de herhalde o yapıyordu, mazereti de ona bildirmek gerekiyordu!!!

Şair der ki:

Cehlin ol rütbesi sehl olmaz
Tahsilsiz bu rütbe cehl olmaz.

Yani:

Cehaletin bu kadarı kolay olmaz

Öğrenim görmeden bu kadar cahil olunmaz.” (Hasan Pulur: “Hasan Ali’yi bilmeyen, Orhan Kemal’i bilir mi?”, Milliyet, 15 Mart 2006)

2014 yılında, Çukurova 7. Kitap Fuarı etkinlikleri kapsamında TÜYAP Fuar Merkezi Çukurova Salonu’nda “Orhan Kemal 100 Yaşında” sempozyumu düzenlendi.

Sempozyum hakkında bilgi Adana Büyükşehir Belediyesi web sitesine şöyle girdi:

“Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Kültür Furları ve Danışma Kurulu Başkanı Doğan Hızlan da, Orhan Kemal’i anlamak için sadece kitaplarını okumanın yeterli olmayacağını, nasıl bir gözlemci olduğunu, hayata nasıl baktığını ve nasıl yaşadığını da öğrenmek gerektiğini belirterek, ‘Fuarda açılan Orhan Kemal Sergisi’nin gezilmesini de şiddetle öneriyorum. Gerçekçi bir yazarın nerede gezdiğini, gözlemlerini nasıl nota döktüğünü, ondan sonra da bir romana, bir hikayeye  ne şekilde dönüştürdüğünü bilmek, onu anlamak için çok yararlı olacaktır. Orhan Kemal’in kendi hayatını anlattığı kitaplar çok önemlidir. Bir yazarın yaşadıklarını, hayatını roman türünde okumak, bir hayatın romana, öyküye nasıl dönüştürüldüğünü de en güzel biçimde ortaya koymaktadır. Orhan Kemal’de benim ev sevdiğim özellik, onun sevecenliğidir. Romanlarında anlattığı insanlardan belki nefret edersiniz ama iyi bir yazarın yarına dair umudu vardır. Bir kurtuluş umudu mevcuttur. Onun romanlarından birini okurken, batağa saplanmış, dibe vurmuş bir kişinin dahi durumunu düzeltebileceğine, ayağa kalkabileceğine inancınızı korursunuz’ dedi. (…)

Doğan Hızlan’ın sunumunun ardından Nebil Özgentürk’ün yazıp yönettiği ‘Sanatımızın Hatıra Deferi Orhan Kemal Bölümü’ isimli belgesel gösterimi yapıldı. Sunumda Adanalı yazar Orhan Kemal’in hayatı anlatıldı ve çocuğuna bisiklet alamadığı için intihar etmeyi düşünen, daha sonra çocuğu için yaşamayı seçen, düşünceleri nedeniyle hapse giren, gözlemden, yazmaktan asla vazgeçmeyen ve 56 yaşında hayatını kaybeden bir edebiyatçının hayatından enstantaneler anlatıldı. (…)

‘Babasının bisiklet alamadığı çocuk’ sıfatıyla anılan Işık Ögütçü, babasının kendisine, istemesinden 3 yıl sonra bisiklet alabildiğini hatırlattı ve sanatçıların değerinin yaşarken bilinmesinin önemine değindi. Öğütçü, şöyle devam etti: ‘Keşke babamın sanatçılığı o zaman değer bulsaydı ve yaşadığı maddi, manevi sıkıntılara katlanmak zorunda kalmasaydı. Türkiye’de genelde değerlerimizin öldükten sonra kıymetleniyor. O zaman hak ettiği değeri bulsaydı ve erken ölmeseydi, şimdi aramızda olsaydı ve 100. yaş gününü heberaber kutlasaydık. Bunu çok isterdim.’” (“Orhan Kemal 100 Yaşında Sempozyumu’nda Yazarın Bilinmeyen Yönleri Anlatıldı”, adana-bld.gov.tr)

İhlas Haber Ajansı’nın 17 Ocak 2014 günlü haberi:

Orhan Kemal’ın Çalıştığı Fabrika Müze Kompleksi Oluyor

Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Adana’da Orhan Kemal’in bekçilik yaptığı ve “Murtaza” isimli romanına da konu olan Milli Mensucat Fabrikası’nın Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in talimatıyla çürümekten kurtarılıp müze kompleksi haline getirileceğini söyledi.

Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Adana’da Orhan Kemal’in bekçilik yaptığı ve “Murtaza” isimli romanına da konu olan Milli Mensucat Fabrikası’nın Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in talimatıyla çürümekten kurtarılıp müze kompleksi haline getirileceğini söyledi.

1907’de Ermeni Simyonoğlu’nun çocuklarından Aristidi Kozma tarafından Simyonoğlu Fabrikası adıyla kurulan ve diğer azınlıklar ile birlikte Kozma şehri terk edince hazineye geçen ve İttihat ve Terakki yönetimi tarafından adı Milli Fabrika olarak değiştirilen, ancak Fransızların şehri işgal etmesi sonrası eski sahiplerine verilen fabrika, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da iplik dokuma fabrikası olarak 1990’lı yılların sonuna kadar hizmet verdi. Ancak daha sonra pamuk ekim alanların daralmasıyla birlikte bir bir kapatılan ve yıkılan çırçır fabrikaları gibi Milli Mensucat Fabrikası da atıl duruma düştü. Yazar Orhan Kemal’in de uzun süre çalıştığı ve daha sonra romanları ile çok sayıda filme konu olan “Murtaza” romanının geçtiği yer olan Milli Mensucat Fabrikası, son yıllarda çürümeye terk edildi. Yaklaşık 1 yıl önce Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, çocukluğunun geçtiği sokakta bulunan Milli Mensucat Fabrikası’nın çürümesine seyirci kalmayarak müzeye ihtiyacı olan Adana’ya 107 yıllık tarihi olan Milli Mensucat Fabrikası’nın müze yapılması için çalışma başlattı.

Yapılan çalışma sonucunda Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’un da girişimleriyle fabrika iki etapta müze haline dönüştürülecek. 1. etabın çalışmaları başladı. Yaklaşık 20 milyon lira ödenekle Nisan 2014’e kadar fabrika Çocuk, Mozaik ve Arkeoloji Müzesi haline gelecek.

Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, Milli Mensucat Fabrikası’nın yeniden düzenlenerek Adana’ya ve Türkiye’ye örnek bir müze kompleksi haline getirileceğini belirterek, ‘Müze çalışması Sayın Bakanımız Ömer Çelik’in katkılarıyla büyük bir hızla devam ediyor. Şuan 1. etaptaki inşaat çalışması devam ediyor. İnşallah nisan ayı içerisinde 1. etabın hizmete alınmasını ümit ediyoruz. 1. etapta yaklaşık 9 bin metrekare teşhir salonu olacak, yeni Arkeoloji, Mozaik ve Çocuk Müzesi burada olacak. Toplam 4 blok halinde faaliyet gösterecek. 10 bin 400 metrekare kapalı alanı var. Bunun yaklaşık maliyeti 20 milyon lira olacak’ dedi.

Biran önce müzeyi açmak için çalışmaları ikiye böldüklerini belirten Vali Coş, ‘2. etapta ise daha büyük olacak. 28 bin metrekareyi aşan bir kapalı alanı var. Yani mevcut alanın üç mislinden daha fazla büyüklükte. Orada şuan proje çalışması devam etmekte, inşallah ihalesini ileriki günlerde yapacağız. Tamamlandığı zaman toplam 38 bin metrekareyi aşan bir kapalı alan olacak’ diye konuştu.

Vali Coş, müzenin Türkiye’de bir ilk olacağına da dikkat çekerek şunları söyledi:

‘2. etapta, 1. etaptaki Arkeoloji, Mozaik ve Çocuk Müzesi’ne ilave olarak Kent, Tarım, Sanayi ve Etnografya Müzesi, resim ve sanat galerisi olarak değişik boyutları olan, değişik yönleri olan müzik kompleksi olacak. Müzenin içinde ayrıca sinema salonları, kafeleri olan, toplantı mekanlarıyla, kitabıyla, CD satış yerleriyle aynı zamanda kültür meraklılarının buluştuğu, kültür sohbetlerinin yapıldığı yaşayan bir müze anlayışına uygun bir anlayışla dizayn ediliyor. Bu anlamda da Türkiye’de bir ilk olacak. Çok yönlü olarak, yani dışarıdan bir misafir geldiği zaman gururla gezdirebileceğimiz ve Adana’nın çok çeşitli güzelliklerini, tarımını, sanayisini, etnografyasını, arkeolojisini, kent geçmişini özellikle gösterebileceğimiz derli toplu kompleks ve kampüs olacak. Bütün bunlar Sayın Bakanımızın desteğiyle oluyor, bunun altını çiziyorum. Bunlar bizim yıllardır, Adana’nın beklentisiydi, Milli Mensucat Fabrikası’nın çürümekten kurtarılması ve şehrin göbeğindeki önemli tarihi yapıların kullanılabilir hale getirilmesi. Kullanılarak korunması kamuoyunun en büyük dileğiydi. Hamdolsun bunlar gerçekleşiyor. Başta Sayın Bakanımız Ömer Çelik ve tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum.’”

ÖNDER ŞENYAPILI

 

Dipnot :

[1] Taha Toros’un yazısı, “Yaman Bir Muhalif: Abdülkadir Kemalî (Öğütçü) yazısı, Tarih ve Toplum dergisinin Ağustos 1985’te yayımlanan 20. Sayısında yer almıştır.

[2] Anılar ayrıca kitap olarak yayımlanmıştır: Orhan Kemal’in Babası Abdülkadir Kemali’nin Anıları, Şemsa Yeğin-Işık Öğütçü (editörler), Epsilon, 2005.

[3] Nazım Hikmet kastediliyor. (ÖŞ)

[4] Edebiyatçılar takımında santrfor oynayan Ülkü Tamer o günü şöyle anlatır: “Ben santrfor oynuyordum. Kaptanımız Orhan Kemal’di. İkinci devrenin hemen başında Keşanlıların iki golü geldi. Şanslı günümdeydim anlaşılan. Bir gol daha attım. Biraz sonra da ceza alanı içinde resmen biçildim. Halit Kıvanç penaltımızı verdi. Çok penaltı gördüm bugüne kadar. Lefter’in, Metin’in, İstanbulsporlu İbrahim’in penaltılarını nasıl unutabilirim! Ama o gün Orhan Kemal’in attığı penaltı kadar güzelini görmedim desem, kimseye haksızlık etmiş olmam! Orhan Ağabey, kaleciyi sağa yatırıp sol köşeye gönderdi topu. Şimdi kaleciler penaltı atışlarında kendilerini bir yana atıp işi biraz da şansa bırakıyor ya, öyle değil! Usta yazar, futbolculukta da ustalığını konuşturdu, kaleciyi resmen aldattı. Hepimiz topun sağ köşeye gideceğini sandık!

…Maç bitti. 5-3’lük yenginin coşkusuyla, kaptanımız omuzlarımızda, sahada bir tur attık… Sonra da soluk soluğa, yerlere yığıldık”. (Ülkü Tamer: Yaşamak Hatırlamaktır/Anılar Kitabı, Kitapyayınevi, 2005, s.113-114)

[5] Selim İleri’nin yazısının başlığı, Behçet Necatigil’in 1973 yılında yazdığı kitaplarına girmeyen “Orhan Kemal” şiirinin bir dizesidir. Şiirin tamamı:

orhan kemal
bir zamanlar gittiğimiz bir yerdi,
otuz sene önce,
“keyif” diye de bir şiir yazmıştım.
şimdi orda, şişeler önlerinde
afili, hovarda, çokluk yeniyetmeler – –
üst kat tenha, ancak beş on müşteri.
bir kız geldi, karamela uzattı,
“boş ver!” dedi arkadaşı, beriki aldı,
iki delikanlıydı.
alan sormaya başladı:
“kaç yaşındasın, anan baban var mı?”
ezberlemiş gibi
kız anlattı.

o gün 27 mayıstı,
“bil bakalım 27 mayısı!”
ilk’in dördünde kız, bilemedi.
üç masa beride, plakta ölü bir şarkı,
ıssızdı çevre. oğlan sordu,kız söyledi.
sıkıldığını görüyordum
hiç oralı değil gibi.

bir nutuk çekti uzun,
dünyadan habersiz serseri
cıvık gözlerinde parıltılar:
“ne işin var senin burda gece vakti?”
ablan güzel mi? yok para! al karamelanı,
“çek git!” dedi. duydum hepsini
yazmaya orhan kemal olacaktı.

[6] Oğlu Işık Öğütçü ile gerçeklşen bir söyleşiden: “Babam hayat kadınlarıyla yüz yüze söyleşiler yapmış. Böyle bir söyleşinin Türk basınında ilk kez yapıldığını sanıyorum. 1961’de beş kadınla konuşmuş. Son yaptığı söyleşinin hikâyesi ‘Serseri Milyoner’ adlı romana konu olmuş.

– Prof. Dr. Türkel Minibaş (…) Öğrencilerinden, bir iktisatçı olarak küresel ekonomiyi daha iyi anlamaları için Orhan Kemal’in en az iki kitabını okumalarını istiyormuş: ‘Gurbet Kuşları’nı ve ‘Eskici ve Oğulları’nı…

– Orhan Kemal değişik disiplinlerde okunur. Nisan ayında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, ‘Hukuklu Günler’ adlı bilim şöleninde ‘Orhan Kemal ve Hukuk’ adıyla bir çalıştay da düzenledi. Yapıtlarını adalet açısından incelediler ve ilginç değerlendirmeler çıktı. Toplumbilimciler, tarihçiler onun kitaplarını kaynak olarak gösteriyorlar” (Beyazıt Kahraman: Orhan Kemal 99 yaşında… Işık Öğütçü’yle konuşma”, Gerçek Edebiyat, 24 Eylül 2013)

[7] Orhan Kemal’i kastediyor.

[8] Adnan Benk (1922-1998):Edebiyat, tiyatro, müzik, sinema ve plastik sanatlara ilişkin eleştiri ve deneme yazılarıyla tanınmış, Meydan-Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedisi”nin çeviri bölümü başkanlığını yapmış, “Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi”nin genel yayın yönetmenliğini üstlenmiş yazar. (Gazeteci-yazar ve senarist Arda Uskan’ın babası.)

[9] Aziz Nesin kitabının önsözünde der ki: “”Sevdiğim insanların sevmediğim ve bana olumsuz gelen yanlarını, ölümlerinden sonra (bibakıma arkalarından) yazmak hem kolay değil, hem güzel değil. İşte ben hem kolay, hem güzel olmayan bu işi yapıyorum bu kitabımda.

Herneyse, onu yazacağım.

Bir de, yaşamakta olan yakınları var. Yazan elimi oldukça tutan (tek tutan) budur. Onları incitmek beni de incitir. Çünkü yakınları, ünlü ve değerli ölülerin eleştirilmesine, olumsuz yanlarının belirlenmesine hiç dayanamazlar, ki onlara hak vermemek elde değildir.” (Aziz Nesin’in oğlu Ali Esin, babasının yazdıklarını ayıklayarak yayımladığını belirtmiştir.)

 

Kategoriler:   Biyografi, Roman