Menü

ORHAN VELİ KANIK / Önder ŞENYAPILI

(1914-1950)

 

Orhan Veli imzasıyla (ve elbette, şiiriyle) Varlık Yayınlarının 1951 yılında yayımladığı “Bütün Şiirleri” kitabı ile tanıştım. Asıl adının ‘Ahmet Orhan’ olduğunu, babasının adı ‘Veli’ olduğu için Soyadı Yasası yürürlüğe girmeden önce Orhan Veli olarak tanındığını; ‘Mehmet Ali Sel’, ‘Adil Han’ takma adlarıyla da şiirlerinin ve düzyazılarının yayımlandığını çok sonraları öğrendim. Kitabının ‘sakıncalı kitap’(!) olduğunu ise, hemen!.. Yatılı okuyordum. Kimi hafta sonları annem-babam geliyor, bir geceliğine ‘evci’ çıkıyordum. ‘Evci’ çıktığım hafta sonlarından birinde babam: “Müdüriyetten dolabında ‘sakıncalı kitaplar’ bulunduğunu söylediler” dedi. Şaşırdım. O yıllarda yayımlanan Varlık kitaplarıydı dolabımda bulunanlar. Orhan Veli’nin yanı sıra, John Steinbeck, Ernest Hemingway, vb…

(Hoş mu, Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar”ı 2013 yılının Ocak ayında da ‘sakıncalı bulundu’; aradan tam tamına 60 yıl, — yarım yüzyılı aşkın süre geçtikten sonra!…)

O hafta sonu babam dolabımdaki kitapları alıp götürdü. “Tatilde, eve geldiğinde okursun; durduk yerde başına dert açılmasın,” diyerek.

Aynı yatılı okulun bir yılsonu müsameresinde, Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum”, “İstanbul Türküsü” ve “Anlatamadığım” şiirlerini seslendirdim. Dahası, ‘Öğrenci Derneği’ adına düzenlenen bir ‘boş yok’ piyango çekilişinde ‘sakıncalı kitaplar’ da dahil olmak üzere Varlık Yayınları kitaplarını armağan olarak verdik…

İşte o günlerden bugünlere Orhan Veli şiirine ya da “Garip akımı”na ilgim azalmadı. Bilindiği gibi, Garip akımının kurucusu, yakın arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat ile birlikte Orhan Veli. Garip akımı, üç şairin 1941 yılında birlikte yayımladıkları “Garip” adlı kitaptan alır adını. Kitabın adını ise, Cavit Yamaç koyar. Yamaç kendisiyle görüşen Mehmed Kemal’e anlatır:

“Bir gün Nisuvaz’da oturuyordum. Orhan geldi, bir şiir kitabı çıkaracağını söyledi. Bir türlü kitabına bir ad bulamıyordu. Koymak istediği ad Tahatturdu. Bilirsin Orhan Veli’nin “Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden… Tabakam senin yadigârın… Seni nasıl unuturum ben… Vesikalı yârim” diye bir şiiri vardır. Onun adı Tahattur‘dur. Kitabına bunu vermek istiyordu. Bana sordu ne dersin diye… Ben de bu adın çok eskimiş olduğunu daha yeni ve ilgi çekici bir ad bulmasını söyledim. Bu yeni adın ne olabileceğini sordu. Ben de senin şiirlerin yadırganıyor, acayip garip bulunuyor, öyle bir ad vermelisin dedim. Öyleyse bir ad bul, dedi. Yaban, acayip garip derken… Garip sözü üzerinde durduk. Orhan Veli’nin kitabının adı ortaya çıkmıştı. Garip, sadece şaşırtıcı, acayip anlamına gelmiyor, gurbette kalmışa da yakışıyordu. Zaten o dönemde Orhan Veli ve arkadaşları da biraz kural dışı, biraz gurbette kalmış gibiydi.” (Mehmet Kemal, Ne Varsa Edebiyatta Var, Öyle Bilirim”, Cumhuriyet, 2 Nisan 1978)

Tahattur” şiiri “Küllük” dergisinin kapatılmasına yol açar. Önce Küllük dergisini ve dergiye adını veren Küllük Kahvehanesini tanımak gerek. Mîna Urgan, “Tramvay caddesinden Beyazıt meydanına bakınca, havuzun sağında, Küllük kahvesi ve Eminefendi lokantası vardı. Paramız olunca, lokantada, otuz beş kuruşa, biri etli olmak üzere, iki tabak yemek yitebilirdik. Ama çoğu zaman, açık hava kahvesinde oturup, çayla birlikte evlerimizden getirdiğimiz sandviçlerle karnımızı doyururduk. (…) Hava iyi olunca, Küllük denilen Eminefendi kahvesi toplantı yerimizdi. (…) Eminefendi kahvesine yalnız öğrenciler değil; ressamlar, yazarlar, şairler de gelirdi” diye anlatır. (Mîna Urgan: Bir Dinazorun Anıları, YKY, 1998, s. 173)

Mîna Urgan’ın verdiği bilgileri “Küllük Anıları” kitabının yazarı Nevzad Sudi ayrıntılandırır:

“Küllük kahvesi, Beyazıt camiinin Beyazıt’a bakan kapalı kapısı önüne yerleştirilmiş üstü mermer masalarla, bahçeyi ortasından ikiye bölen dar yolun öbür yanındaki ünlü ‘Emin Efendi’ lokantasının mutfak bölümüne bitişik, önü tümüyle cam, tek katlı, limonluk benzeri bir yapıdan oluşmuştu. (…)

‘Emin Efendi’ lokantasının sahibi, Mahir Sönmez’di. Lokantanın adı, ‘Emin Mahir Sönmez Lokantası’ydı. (…)

Küllük kahvesinin sahibi ufak tefek, kırpıl kırçıl bıyıklı, mavi gözlü, ağırkanlı, sanki sürekli esrikmiş izlenimi bırakan İsmail Hakkı Beyazıt’tı. Küllük dergisi yayınlandıktan birkaç gün sonra tümümüze Emin Mahir lokantasında öğlen yemeği vermeyi düşünmüş, bunu içtenlikle bizlere açıklamıştı. Nedense sonradan bu kararından vazgeçerek bizlere parasız birer çay dağıtmayı yeterli, bulmuştu. (…)

‘Küllük dergisi çıktıktan bir süre sonra Orhan Veli gelmişti Ankara’dan. Küllüğe her gelişinde ilgiyle, sevgiyle, kıvançla, kimilerince de kıskanılarak karşılanırdı. Yüzüne karşı içtenlikle övgüde bulunanlar olduğu gibi, övüp de gider gitmez arkasından yermeye başlayanlar da vardı. ‘Küllük’ dergisinde çıkan ‘Tahattür’ (Doğru yazılışı ‘tahattur’=hatırlama. ÖŞ) şiiri küllüğün mermer masalarından birine yazıboya kalemiyle yazılmıştı. Ayrıca Orhan Veli de şimdi anımsayamadığım bir şiirin iki dizesini eliyle yazmıştı bu mermer masaya.

‘Küllük’ dergisi, ancak bir sayı çıkabilmiş, ‘Dahiliye Vekaleti’nin buyruğuyla kapatıldığı İstanbul Emniyet Müdürlüğünün kısa, gerekçesiz, kesin bir yazısıyla ‘Küllük mecmuası sahip ve neşriyat müdürlüğüne’ bildirilmişti. Söylentiye göre kapatılma nedeni ‘Tahattür’ şiiriydi. Belki de gerçek nedeni gizlemek için ortalığa yayılmış sözde bir nedendi bu. Bir söylentiye göre de, dergideki yazarların, ozanların genellikle toplumcu, gerçekçi kişiler olarak bilinmesiydi derginin kapatılmasının gerçek nedeni.” (Nevzad Sudi: Küllük Anıları, karşı yayınlar, 1997, s. 29, 37, ve s. 115-116)

Mîna Urgan, “Ankara’da olmadıkları zaman, Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile orada (Eminefendi ya da Küllük Kahvesinde) buluşurduk” diye belirttikten sonra der ki:

“Orhan Veli’nin bacakları öyle ince ve öyle uzundu ki, alçak tahta iskemlesinin üstünde otururken, herkes gibi bacak bacak üstüne atmaz, bacaklarını birbirine dolardı. Abidin Dino’nunki kadar biçimli olan elini, delik deşik izlenimi veren yanağına koyar, bir türkü söylerdi ara sıra

Cihan da bilir benim sana yandığım
Yandığım aman,
Ellerim koynumda garip kaldığı
Kaldığım aman.

Böylesine çatlak bir sesle bu kadar güzel türkü söyleyeni ömrümde duymadım.” (Mîna Urgan: a.g.k., s.173-174)

Melih Cevdet AndayGarip” kitabının yayımlanışının ‘perde arkasını’ anlatır. Anday, ameliyat edilmek üzere İstanbul’a gelir, Kasımpaşa Deniz Hastahanesine yatar.

“O günlerden birinde, Orhan Veli ile Oktay Rifat beni yoklamaya geldiler. Şiirlerimizi bir kitapta bastırmayı düşünmüşler. Bilinen ‘Garip’ adlı kitaptır bu. Ama aralarında bir anlaşmazlık çıkmış, kitabın kapağına üçümüzün adı da yazılsın mı, yazılmasın mı? Oktay Rifat, sadece Orhan’ın adının yazılmasından yana idi; Orhan Veli ise, üçümüzün adının yazılmasını istiyordu. Üçümüzden biri razı olmadığına göre, kitap elbet Orhan’ın adı ile çıkacaktı. Öyle de oldu.” (Melih Cevdet Anday: , Cumhuriyet, 5 Temmuz 1982)

Kitapta Orhan Veli’nin 24, Melih Cevdet‘in 16, Oktay Rifat’ın 21 şiiri yer alır. Kitabın önsözünü Orhan Veli yazmıştır. Üç ‘garip’ kendilerinden önceki hececilerin, Ahmet Haşim’in ve yürürlükteki şiir anlayışlarına karşı çıkmışlardır. (Örneğin, Orhan Veli’nin yaygın olarak bilinegelen “Rakı şişesinde balık olsam” dizesinin, Ahmet Haşim’in “Göllerde bu dem bir kamış olsam” dizesini hicvetmek amacıyla yazılmış olduğu öne sürülür.) Sonradan “Birinci Yeni” diye de anılacak olan Garip akımına adını veren kitabın öyküsü ve özellikleri böyle.

Garip akımına yoğun bir muhalif kampanya mizah dergisi Akbaba ekibinden gelir. 1930’lu yılların sonlarıyla 1940’lı yıllarda Akbaba’nın muhalefet ettiği iki hedeften biri Garip şairleri, öteki sol basındır. Özellikle Tan gazetesi ile gazetenin sahipleri Zekeriya Sertel ve eşi Sabiha Sertel’ler Akbaba ekibinin nişan tahtasıdır.

Garip şairlerine ‘bobstil’ lâkabını yakıştıranlar, onları böyle ananlar/bu adı verenler Akbaba’nın kurucuları Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon. ‘Bobstil’, TDK Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğünde, Fransızca ‘bob style’dan dilimize girmiş; “1. Züppece giyiniş biçimi: “Hoşlarına gitmeyen yahut anlamadıkları bir yenilik oldu mu, hemen “bobstil” diyorlar:” -Nurullah Ataç, Söyleşiler, 21. 2. Bu biçimde giyinen kimse” diye tanımlanıyor ve örnekleniyor. Salt bir giyiniş biçimini anlatan bir sözcük gibi tanıtılıyor. Oysa, daha farklı anlamlar taşıyan bir sözcük. Öncelikle Nurullah Ataç’tan verilen örnek tümceden anlaşılacağı gibi ‘yenilikçi’, yani alışılmışın dışında anlamını taşıyor. Ayrıca, dönemin bir kısım gençlerini vurdumduymaz, sorunlarla ilgisiz, ekmek elden su gölden tutumla yaşamakla, saçma sapan işlerle uğraşmakla yaftalayan bir sözcük.

Ataç adı anılmışken, hemen eklemeli: Garip akımını desteklediği için Akbaba’da, özellikle ‘Fiske’ takma adıyla Orhan Seyfi Orhon, Nurullah Ataç’a da olumsuz eleştiriler yöneltiyor.

Orhan Seyfi Orhon’un kendi adıyla ya da adının baş harfleriyle (O.S.O.) Nurullah Ataç’a seslendiği yazılardan birinde, Ataç’ın bilirkişiliği isteniyor:

“Aziz Nurullah Ataç;

Geçen gün masamın üstünde bir mektup buldum. Ankara’dan geliyor.
Açtım, imzasına baktım: Orhan Veli. Senin şu meşhur genç şairin. (Yazık oldu Süleyman efendiye) mısraının sahibi. Aynen şu satırları yazıyor:
‘Ufak, fakat az çok üzerinde çalıştığım bir şiirimi yolluyorum. Saygı ile neşrini dilerim.’ 17.6.1939
Heyecanımı tahmin edersin. Gönderdiği şiiri harfi harfine yazıyorum:

 YAZ SENFONİSİ!

Nazif Toker’e

Sonbaharı beklemek ne de zor,
Henüz patlıcanlar renk vermedi…
Samanpazarı esniyor durmadan!
Bu yaz asla bereket getirmedi

Tembel bir merkeptir zaman,
Yıldızlar tükeniyor gökyüzünde…
Mevsimler bir İspanyol öküzünde,
Haykırıyor zaman zaman!…

-Ankara-

Orhan Veli

Şaşırdım kaldım. Türk edebiyatının en güzel mısraını yazan genç şairin bu lûtufkârlığına sebep ne? Acaba geçen nüshamızda Florinalıdan inhilâl eden edebiyat krallığına kendisini layık gördüğümüz için mi? Senin biat edişini gösteren bu karikatür büsbütün şaka değildi, samimî fikrimizin ifadesiydi!
Yoksa muzibin biri onun ağzından böyle bir şey mi uydurdu? Şiiri tekrar tekrar okudum. El yazısını tanımıyorum ki bir karar verebileyim. Arkadaşları çağırdım. Tekrar gözden geçirdik. Bir seferinde hep birden:
-Billâhi onun!…dedik. Üslûp, âhenk, eda, fikir, his, hayal, hepsi, hepsi aynı. Hattâ bu şiirde ‘Yazık oldu Süleyman efendiye’den güzel mısralar var.
Öbür seferinde tereddüt ettik:
-Yok, canım, dedik, bunu alay için birisi uydurmuş. Böyle patlıcanlı, öküzlü şiir olur mu? İmkânı yok.
İşte, iki gözüm, bu kararsızlık içinde şiiri neşredip senin reyini sormadan başka çare bulamadık. Eğer sen de halledemezsen, gel mektubun yazısına bak!
Görüyorsun ki cehaletimiz bizi ne gülünç hale soktu. Edebiyatımıza dair ölçüsünü bildirmeden verdiğin hükümler işte böyle herkesi şaşırtıyor. Artık sanat eserinin sahtesiyle hakikisini ayırd edemiyecek hale geldik!
Cevabını sabırsızlıkla bekliyoruz. Eğer bu şiir Orhan Veli’nin yeni bir şaheseri ise gelecek sayımızda kendisine alenen teşekkür edeceğiz. Değil de alay için birisi uydurmuşsa buna cüret edenin ağzının payını vereceğimize emin ol!

O.S.O.” (Orhan Seyfi Orhon:Yegâne Münekkidimiz Nurullah Ataç’tan Bir Rica”,Akbaba, S.285, 22 Haziran 1939)

Melih Cevdet Anday yazar:

“O şiirlerin daha başta hızla alay konusu olması, sanırım adlarımızın çarçabuk duyulmasında başlıca etkendi. Benim,

Bir misafirliğe gitsem
Bana bir temiz yatak hazırlasalar
Her şeyi adımı bile unutup
Uyusam!

Şiirimi Akbaba gülmece dergisi,

Bir misafirliğe gitsem
Bana bir temiz dayak atsalar

biçiminde değiştirerek yayımladı. Ama en büyük gürültüyü koparan Orhan Veli’nin,‘Kitabe-i Seng-i Mezar’ adlı şiiridir.” (Melih Cevdet Anday: “Şiiri ortadan kaldırmak”, Cumhuriyet, 29 Mart 1982)

Orhan Seyfi OrhonMontör Sabri” şiirini örnekleyerek Garip şiirini eleştirir:

“Artık şiir yazabiliriz. Yalnız dikkat edin, içinde vezin, kafiye, akıl, his, hayal falan olmasın.” dedikten sonra Montör Sabri şiirini örnek verir ve sürdürür:

“Bitti. İmzayı atalım. Oktay Rifat. Nasıl yeni tarzda şiir yazmak kolay değil miymiş? Ah keşke ağaçlar kalem, denizler mürekkep ve bir iki hafta boş zamanımız olsa da birkaç yüz cilt şiir yazıp ortaya çıkıversek.”

Montör Sabri şiiri Oktay Rifat’ın değil, Orhan Veli’nindir. Mehmet Ali Sel takma adıyla Varlık dergisinin 1 Ocak 1938 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Değişene, yenilenene, yeniliğe karşı çıkmak, alışılmıştan ayrımlı bir olayla/olguyla/durumla karşılaşıldığında en azından olayı/olguyu/durumu küçümsemek, alaya almak insanoğlunun temel içgüdülerinden bir olmalı. Resim dalında birçok akımın adı alışılmışın dışındaki yapıtları aşağılamak için konulmuştur. Cehaletin de yeniye karşı çıkma güdüsüne büyük katkı yaptığı biliniyor.

“Orhan Veli’yle bir şakamız vardı, bir ünsüzle başlayan kimi Türkçe sözcüklerin başına, Fransızca le-la tanımlıklarını (article) getirirdik konuşurken. Zamanla alışkanlık oldu bu. Bir öğle vakti, işlerimize gitmek üzere, şimdi Devlet Tiyatrosu’nun bulunduğu yerin köşesinde ayrılırken, birbirimize, ‘L’Akşama buluşalım, L’Akşama,’ demişiz, biri duymuş bunu. Samsun’da çıkan bir gazetede, bir ay sonra bir köşe yazısı okuduk, göndermişler bize: ‘Şu yeni ozanların züppeliğine bakın! Birbirlerinden ayrılırken L’Akşama diyorlar, akşama demiyorlar. Hükümet mani olmalı buna’,’ diyordu yazar.” (Melih Cevdet Anday: “Şakalar”, Cumhuriyet, 18 Ekim 1982)

İki arkadaş, Veli ve Anday, Fransızca le-la tanımlıklarıyla böyle şakalaşırlarsa da, Orhan Veli Paris’e gitmemiştir. Melih Cevdet ise gitmiştir. Hem de görevli olarak… 1979 yılında yazar ki:

“Orhan Veli’nin en büyük özlemlerinden biri idi Paris’i görmek; gidip görmüşçesine konuşmayı severdi bu kent üstüne, onun ünlü kahvelerini, ünlü sokaklarını bilir gibi anlatırdı. Hangi ozan hangi ressam hangi kahvede oturmuş, nerdeyse tutkusu idi bunları bilmek onun. Kim bilir, Orhan Veli’nin oturduğu yediği içtiği yerleri de ilerde merak edenler çıkacak mı?” (Melih Cevdet Anday: “İki Sergi Bir Yapı”, Paris Yazıları, s.26)

Kimileri, Orhan Veli’den, hem kişiliğinden, hem şiirinden herkes ‘iyi’ söz etmez. Biri, Salâh Birsel’dir. Orhan Veli ile 1941 yılının Nisan ayında Nisuaz’da tanışır Birsel:“Salonun sağındaki kasanın önündeki masada oturmuşlardır. Birsel, Orhan Veli’nin uzun mu uzun boyunu, hallaç pamuğu gibi atılmış yüzünü, sarkık dudağını ve bobstil giyinişini gördüğü vakit bir zekâ gerisiyle karşı karşıya olduğunu sanmıştır. Ama aradan zaman geçip de Orhan konuşmaya başlayınca, kazın ayağının öyle olmadığını, Orhan’ın yaldır yaldır bir zekâ taşıdığını anlar. Yalnız Orhan’ın sözlerine kapılmamak gerektiğini de anlamıştır. Orhan Veli, karşısındakine büyük bir değer veriyormuş gibi davranırken, cümlelerin altına kendi propagandasını sokuşturmaktan da hiç geri kalmıyordur. (…)

Fahir Onger’le Orhan Veli’nin tanışması ise Cağaloğlu Yokuşu’nda Naci Baysal’ın Marmara Kitabevi’nde olmuştur. Ama çok daha sonra, 1946’da filan. (…) Orhan Veli, Fahir’le tanışır tanışmaz ilk şunu söylemiştir:

— Biz sizinle Ankara’da tanışmıştık sanırım.

O güne değin Orhan’ın yüzünü bile görmemiş olan Fahir, bu iki kişi arasında köprü kurmak için söylenmiş söze adamakıllı içerlemiş, onun bir gözbağcı olduğu kanısına varmıştır.

Gerçekte Orhan Veli gözbağcı olmasa bile adını üne kavuşturmak için geceyi gündüze katarak planlar düzer. Bu planlar kimi zaman Kadıköy Halkevinde yaptığı konuşma sırasında masanın üstüne boylu boyunca uzanmak, kimi zaman da Ahmet Hamdi ile Sarıyer’e kayık safasına çıkmışken kayığı devirip denize düşmek biçiminde sonuç verir. Hele Orhan Veli, bu ikinci haber türünden olanların gerçekle ilgisi olmasına aldırmaz, sadece bu haberin gazete sütunlarında yer almasına dikkat eder.

Kısacası, Orhan Veli gemisini yürütmeyi bilir. İstanbul’a her ayak bastığında hemen Şevket Rado, Vâlâ Nurettin, Nizamettin Nazif gibi fıkra yazarlarını yoklar, kendisi üzerine bir yazı yazdırmadan onların yakasını bırakmaz. Uydurma kayık safası haberinde yanındaki kişinin herhangi bir kırtipil değil de, Ahmet Hamdi Tanpınar olarak gösterilmesi de Orhan Veli’nin bu planları ne denli ince hesaplara dayandırdığını ortaya koyar.” (Salâh Birsel: Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, sel, 2013, s.105-106)

Akbabacılar gibi, Salâh Birsel de Orhan Veli’yi desteklediği için Nurullah Ataç’a kızgındır:

“Doğrusu, Orhan Veli’yi Orhan Veli yapan da ilk Ataç’tır. Daha 1937’lerden başlayarak Ataç, Orhan Veli’yi üne kavuşturmak için elinden geleni ardına koymamıştır. 22 Eylül 1937 günü Haber gazetesinde Oktay Rifat’ın bir şiiri ile Orhan Veli’nin ‘İnsanlar’ adlı şiiri için şöyle yazıyordur:

— Ne kadar taze, ne kadar şirin şeyler. Belki henüz bir acemilik havası sezersiniz; belki bu genç şairlerin bizi şaşırtmak, zoraki bir takım hayaller bulmak sevdasına düşmüş olduklarını görürsünüz. Zararı yok! Bu halleri de onlara bir tazelik, bir sevimlilik veriyor… Hani Japonların hai-kai dedikleri küçük manzumeleri var. Orhan Veli, Oktay Rifat, Mehmet Ali Sel, onları hatırlatan küçük parçalar yazmışlar.

Görülüyor ki Ataç, daha Mehmet Ali Sel’in, Orhan Veli’nin takma adı olduğunu bile bilmemektedir. Ataç’ın bilmediği bir şey de bu hay-kay’ları daha önceki yıllarda bir başkasının da yazmış olduğudur. Ama bunu bilmek için 1931 yılına dönmek ve Fikret Adil’in çıkardığı Artist dergisinin altıncı sayısına bakmak gerekir. O sayıda, Avrupa’dan yeni dönmüş olan Mehmet Raif’in bir sürü hay-kay’ı vardır. (…)

Nedir, Mehmet Raif’in haykı adını verdiği bu hay-kay’lar zamanında hiçbir yankı uyandırmamış ve Mehmet Raif de bir daha hiçbir dergide görünmemiştir. Ataç da Mehmet Raif’in ardından koşacak değil ya, Orhan Veli’yi pehpehlemeyi daha kolay bulmuş ve onu bu kez Haber gazetesinin 24 Aralık 1937 sayısında ‘asıl şiir’ yazan ozanlar katına çıkarmıştır. Bunu Oktay Rifat için de yapmıştır. Gerekçe olarak da şunu sürmüştür öne:

— Gündelik hayatın, bize verilmiş olan âlemin her anındaki şiiri bulup çıkarmak, bunu okurlara göstermek, okurları o anların zevkini tatmaya çağırmak ve yine bir yabancı kalmak… Şair de, okurlar da kendi âlemlerinde kalacak; birbirlerine rastgelince bir gülücükle selâmlaşacaklar, ama yine birbirlerinin sırrını, tamamıyla kişisel olan hayatlarını bilmeyecekler… Şiirde asıl asalet bu değil midir?

Gelgelelim, Orhan Veli’nin yakalamak istediği şey, ‘asıl soylu şiir’ değil, saf ve basit şiirdir. Bunun için de bilinçaltını karıştırmak yolunu seçer.” (Salâh Birsel: a.g.k., s.106-108)

Orhan Veli’ye destek olduğu için Akbaba’nın, Salâh Birsel’in ve başka yazarların/şairlerin de eleştirdikleri Nurullah Ataç ile Orhan Veli sıkı dostturlar ama Salim Şengil’in haklarında anlattığı, daha doğrusu yazdığı bir öykü, iki dostun, zaman zaman birbirlerine girdiklerini de sergiler:Çubuk Baraj Gazinosu’nun bir zamanlar ki müdürü, 1957 yılından sonra yayımladığı edebiyat dergisi Dost ve bağlı kitap yayınlarıyla ünlenecek olan yazar Salim ŞengilAnılarda Kalan Portreler’ adlı 1991 yılında yayımlanmış kitabında, gazino müdürlüğü sırasında başından geçen bir olayı yazmıştır:

“Bir süredir uzun salonda çalışan iki garsonda bir ivecenlik olduğunu görüyorum. Bir olay varsa daha fazla uzamaması için garsonun birisini çağırdım. Onu Ankara’da Özen Pasta Salonu’nun öbür köşesindeki Kutlu’dan almıştım. Yaşlı, mesleğinde deneyimli, tanıdığımdı.‘Ne oluyor,’ dedim, ‘bir şey mi var?’

‘Bir masa hesabını ödeyemiyor!..’
‘Öyleyse siz ödersiniz.’
Hesabını ödemeyecek kuşkusunu veren müşterilerden ısmarlananın tutarının önceden alınmasını kesin olarak emir vermiştim.
‘Ama müdür bey, bu insanlar öylesi değil, eskiden tanıdığım, bildiğim çok iyi kimseler…’
‘Orasını bilmem, ne dedimse o olur.’
Garson gitti ama biraz sonra gene geldi.
‘Sizi istiyorlar efendim.’ Dedi.
Kalktım, gittim.
‘Beni istemişsiniz!..’ dedim.
Beş kişiydiler. İki de artist almışlardı masalarına!
Yanlarında oturanlardan biri Romen İlonka, kızıl saçlı. Arkadaşları arasında ‘Kızıl Madonna’. Ötekisi Litvanya’lı bir sanatçı. Adı Brenislava… Pasaport işindeki bir pürüzü konuşmak üzere oteline gittiğimde onu, beni odasında bekliyor bulmuştum. Mayoluydu, yerdeki halının üzerine bir çarşaf sermiş, günlük beden çalışmalarını yapıyormuş. İşi biraz daha süreceği için özür diledi. Onunla Fransızcanın yüzünü gözünü yararak konuşuyordum. Çalışmasını bitirdikten sonra çabucak bir duş yaptı, bornozuyla yanıma gelip oturdu. Ülkesinde dans okulunu bitirmiş. Bizde konsomatris olarak çalışıyordu. Gümrükçüler elli iki kat giysisinin olduğunu görünce:
‘Bu kadın bunları garanti satar!’ düşüncesiyle iki elbise bavulunun girmesine izin vermemişler, yurtdışına çıkarken gümrükten almak üzere alıkoymuşlardı. O da ne yapsın, giysileri dansözlüğü ile bağlıydı. Bu yüzden konsomatris olarak çalışmaya boyun eğmişti.
Bir türlü bitiremediğim yüz lira aylığımın ucundan birazcık eksilmesi için onu Ankara’nın ünlü Karpiç Lokantası’na, öğle yemeğine götürdüm. Cumartesi günleri de, Cebeci Konservatuar salonunda verilen Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerine giderdik. Hepsi bu kadar… Daha çok yaklaşma, 28-30 kadın çalışan gazinoda otoritemi sarsabilirdi.

*

Hesap ödeyemeyen en genci ayağa kalktı ve:
‘Afedersiniz, bir yanlışlık oldu sanıyorum.’ dedi. ‘Biz müdürü rica etmiştik.’
‘Buranın müdürü benim Orhan Veli Bey, Nurullah Ataç Bey. Bir isteğiniz mi var?’ diye sordum.
Beni 23-24 yaşlarında görünce pek müdürlüğe yakıştıramamış olacaklar.
Orhan Veli özür dileyerek açıklama yaptı kısaca. 48.60 lira hesapları tutmuş. Oysa ceplerinde 16.80 lira çıkmış. Borçlarını imzalayacakları ve yarın ödeyeceklerini söyledi.
Ceplerinde bu kadar az para çıktığına göre hepsini alırsam Ankara’ya nasıl döneceklerdi! Yaya gidecek değillerdi. Ulus’tan çağırdığımız taksi gidip gelme için 10 lira alıyordu.
‘Önemi yok. Bu gece benim konuğum olun.’ dedim. Arkamda duran şef garsona:
Masayı temizleyin, yeniden servis yapın.’ dedim.
Yanlarına buyur ettiler, oturdum. Kendimi tanıttım. Konuşmaya daldık. CHP’nin açtığı öykü yarışmasında Türkiye birincisi olmuştum. Birinciden onuncuya dek kazananların yapıtları bir arada yayınlanmıştı. İki kitap getirdim. Orhan Veli ile Nurullah Ataç’a imzalayarak verdim. Nurullah Ataç bir ara:
‘N’oluyoruz, bir Gorki, bir Panait İstrati ile mi karşılaşıyoruz?’ dedi.
Akşam üzeri Özen pasta Salonu’nda oturuyorlarmış, Orhan Veli gelmiş: ‘Baraj Gazinosu’nda çok güzel kadınlar varmış, oraya gidelim.’ demiş.
Nurullah Ataç da düşünmüş: ‘Bugün Orhan’ı Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğü’nde gördüm. Herhalde para almış ki “gidelim” diyor.’
Olur.’ demiş.
Bu kez Orhan Veli düşünmüş: ‘Ataç bugün tercüme bürosundaydı. Çeviri parasını almış olacak ki “gidelim” diyor.’

Olağanüstü bir iyimserlik içinde birbirlerinin ceplerindeki paralara güvenerek buraya gelmişler. Sonunda yelek ceplerine varıncaya dek karıştırmalarına karşın topu topu 16.80 lira çıkmış. Ne rahatlık! Güvenmenin bu kadarı olur diye gülüştük. Nurullah Ataç bu olaya çok kızmıştı. Kızdıkça kekemeliği o denli artıyordu.
Sabaha karşı üç buçukta kalktılar. Ceplerindeki tüm paranın on lirasını şimdi taksiye verirlerse yazık olacaktı. Şoförümü çağırttım. Arkadaşlarımı evlerine bırakmasını söyledim. Kapıya dek onları uğurladım, gittiler.
Ertesi gün öğleye doğru kalktım, bahçeyi geziyordum. Bir aralık şoför Sabahattin’in askerlik kurallarına göre üç adım geriden geldiğini fark ettim.
‘Günaydın Sabahattin.’ dedim.
‘Günaydın beyefendi’
‘Ne var, ne yok.’
‘Ne olsun, sağlığınız…’
‘Akşam arkadaşlarımı evlerine bıraktın değil mi?’
‘Bıraktım efendim, ama…’
‘Aması ne? Bir şey mi oldu?’
‘Önemli değil. Arabada kavga ettiler de!…’
‘Neden?’
‘O uzun boylu, yüzü sivilceli olanı, “Dua edin de Salim Bey beni tanıdı. Yoksa bu gece güzel bir dayak yemiştik. Bana şükredin” dedi. Yaşlı, kekeme olanı, “Hayır,ilk önce beni tanıdı, bana saygı gösterdi.” deyince, ötekisi “Nasıl olur, ilk önce buyurun Orhan Veli Bey dedi, sonra buyurun Nurullah Bey’i ekledi,” dedi. Evlerine bırakıncaya dek çekiştiler.’
‘Neyse kavgaları önemli değilmiş. Geçer gider, ertesi gün unuturlar.’
Bir süre o geceyi kimseye anlatmadım, içimde bir giz olarak sakladım.” (Salim Şengil: Anılarda kalan portreler, Cem Yayınevi, 1991)

Gelgelelim, Orhan Veli ile Nurullah Ataç uzun süren bir dostluktan sonra darılırlar. Mehmed Kemal anlatır:

“Dargınlıkları kanlı bıçaklıydı. Dargınlıktan sonra hiçbir zaman karşılaşmıyorlardı. İkisini sevenler için bu çok zor bir durumdu. Orhan bir yere çağrılacaksa Ataç gelmiyor; Ataç gelecekse, Orhan bulunmuyordu. İçki içilen yerler bile buna göre ayarlanmıştı. Bu sırada meyhane değiştirmelerin bir nedeni de buydu.

İkisi birbirinin ardından, birbirlerini çekiştirirlerdi. Ataç’a göre artık Orhan Veli yoktu,bir ad takmıştı: şakulî solucan!.. Onunla anardı Orhan’ı. Orhan’ın yüzü ergenlik dediğimiz sivilce yerleri ile doluydu. Boyu uzundu, hafif kamburu vardı. Bundan kinaye şakulî solucan demişti belki de. (…)

(Nurullah Ataç) Birine tutulduydu. Ben hikâyesini duydum. Kafayı çektiği geceler, sevdiğinin kapısına gider, eşiğini öpermiş. Bu evin, sevgilisinin evi olduğunu, ona Orhan söylemiş. Fakat günün birinde öğrenmiş ki, bu ev sevgilisinin evi değil. Alaya alındığı, aldatıldığı için çok kızmış. Orhan’a küskünlüğünün bir nedeni de buydu. (…)

Ölümünedek Orhan’la dalgın kaldılar. Melih ve Oktay’la araları nasıldı, şimdi kestiremiyorum. Orhan, Ataç için üç mısralık bir tekerleme yakıştırmıştı. Kulağına gitmiş, kendi {Ataç} kendi okurdu.

Nurullah Ata
Trink Galata
Soğan Salata

(Mehmed Kemal: a.g.k., s.98-99)

Orhan Veli, şair arkadaşı Muvaffak Sami Onat’a yazdığı bir mektupta:

“1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya,10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim.” yazar.

Fahir Önger’e verdiği notta ise yaşamını şöyle özetler:

“1914’de İstanbul’da Beykoz’da doğdum. Babam Cumhurbaşkanlığı Orkestra Şefi klarnetçisi Veli Kanık. Anne tarafından da sanatla uğraşanlar varsa da hep amatör kalmıştır. Çocukluğum umumiyetle İstanbul’da geçti. Cihangir’de ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde oturdum. Annem bir eşraf kızıdır. İlk tahsilimi Galatasaray’da yaptım. Sonra babamın işi Ankara’ya nakledilince Ankara Lisesi’nde okudum. Edebiyat merakım ilkokuldan başladı. İlkokulun ilk sınıflarında ileri sınıflarda okutulan bazı derslere karşı –bu arada tahrir dersi de vardır, bilhassa buna karşı- bir zorluk duyacağımı tahmin ederdim. Sonradan bu tahrir benim en çok sevdiğim şey oldu. Daha ufak yaşta tarih, edebiyat kitapları okurdum. Yaşıma göre hayli ağır olan bu eserlerin de edebiyat hevesim üzerine bir tesiri olmuş olabilir. Yine bu yaşlarda yazı yazmaya başladım. İlk zamanlar yalnız şiir değil, başka tarz yazılar da yazıyordum. Sonra şiir çalışmalarımın gelişmesinde çok tesiri olan iki arkadaşımdan Oktay Rifat’ı yedinci sınıfta tanıdım. Melih Cevdet ile arkadaşlığımız bir sene sonra başlar. O tarihlerden sonra bu iki arkadaşımla aynı meseleler üzerinde düşündük, konuştuk. Bu arkadaşlık okuldan sonra da devam etti. Şiir tarzlarımız arasındaki yakınlık da bu münasebetin yakınlığından olsa gerek. Lise 1933’de bitti. Birkaç sene Edebiyat Fakültesi’ne devam ettim. Felsefe okuyordum. Burayı bitiremedim. Bazı memuriyetlerde bulundum. Muallim muavinliği yaptım. PTT’de çalıştım. Tercüme bürosunda çalıştım. 1941’den 1944’e kadar askerlik yaptım. Tercüme bürosunda çalışmam askerlikten sonra olmuştur. Şairlik ile memurluğun bağdaşamayacağını gördüm. Şairliği tercih ettim. Mizacım beni buna mecbur etmiştir. Tercüme bürosundaki işim, temayüllerim ile telif edilebilecek gibi bir işti. Orada faydalı olabileceğimi sanıyordum. Fakat Reşat Şemsettin vekil olunca, Maarifte anti-demokratik bir hava esmeye başladı. Bunun üzerine istifa etmek mecburiyetinde kaldım. Her devrede zamanımızın bütün sanatkârları ile tanışmalarım olmuştur. Nahit Sırrı’nın ısrarı üzerine, ilk şiirlerimizi arkadaşlarımla beraber Varlık dergisine verdik. 1935’de Melih Belçika’daydı. Oktay ile ‘sürrealistleri’ okuyorduk. Melih ile irtibatımızı kesmemiştik. Şiirimiz muhtelif merhalelerden geçmiştir.”

Oktay Rıfat ile ortaokulda, Melih Cevdet Anday ile bir müsamere sırasında halkevinde tanışıp arkadaş olur Orhan Veli. Üç arkadaş lisede iken Sesimiz adlı bir dergi yayımlarlar. Orhan Veli’nin liseyi bitirdiği yıl 1932’dir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine öğrenci olur; 1933 yılında Edebiyat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı seçilir. Üniversiteden 1935 yılında ‘bitirmeden’ ayrılır. Ankara’ya taşınırlar ve Orhan Veli, PTT Umum Müdürlüğü, Telgraf İşleri Reisliği, Milletlerarası Nizamlar bürosunda çalışmaya başlar. Bu arada Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile yeniden buluşmuşlardır. 1939 yılında Melih Cevdet’in sürdüğü araba Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanınca yirmi gün süreyle komada kalır.

Arkadaşı Melih Cevdet, arkadaşlıklarının nasıl başladığını anlatır:

“Çocukluğunu bilmiyorum. Ben kendisini Ankara lisesinde tanıdım. Uzun boylu, ip ince, yüzü sivilceli bir çocuktu. Ders dışı faaliyetlerden onu en çok çeken okul dergisi ile müsamere kolu idi. Zaten tanışmamız da bir müsamere sırasında Halkevinde oldu. Sonra mektepte dergi toplantısında gördüm. Yazısını okudu. (…)

Şiir, edebiyat yüzünden arkadaş olduk. Dersten kaçıp bahçede bir köşeye gizlenerek, tenha parklarda ağır ağır dolaşarak, yahut evde, elimizde kitaplar, kâğıtlarla geçirdiğimiz o sakin saatleri, hep şiir edebiyat konuşmaları ile geçen o iyi saatleri andıkça Orhan’ın oyunu, eğlencesi, saadeti hep şiirdi, edebiyattı, diye düşünürüm. Yazları, İstanbul’a, Beykoz’a giderdi. Dönüşünde, arkadaşları ile oynadıkları piyeslerden bahsederdi. Başka bir hevesi merakı yoktu.” (Melih Cevdet Anday: ”Orhan Veli’nin Ardından El Ele”, Son Yaprak, 1 Şubat 1955)Orhan Veli’nin lise yıllarını (ve sonrasını da) anlatan bir başka yazar, Samet Ağaoğlu. “Orhan Veli ile sadece tanıştım” diyen Ağaoğlu, önce Orhan Veli’nin eşkâlini vererek başlar onunla ilgili anılarını anlatmaya:

“Bir baş çiziniz sadece. Buna imce, uzun bir boyun, dar, zayıf omuzlar ekleyin, altına boy boy gövdeler koyun. Böylece ilkokul sıralarından ‘büyük sanatkâr’ şöhretinin tahtında gözlerini kapadığı ana kadar Orhan Veli Kanık’ın portrelerini sıralamış olursunuz. Evet Orhan Veli başının biçimi, boyun ve omurları hiç değişmeden, yıllar içinde yalnız uzayarak çocukluktan, sonunda da biraz kamburlaşmış olarak hayattan çıktı.

Uzun, ergenlik sivilceleriyle oynana oynana delik deşik, karanlık gözlerinde parlayan ışıkların hüznüyle koyu renkli bir yüzü vardı. Küçükken bostanların korkuluklarına, büyüdükçe efsanelerde herkesin başına vurarak ekmeğini elinden aldığı o saf insanlara benziyordu. Bir yaştan sonra da, bilenler için, Don Kişot ve Sirano’yu hatırlattı.

Bundan çok yıllar önce Ankara Lisesi’nin, küçük bir çocuğun kolaylıkla atlayabileceği alçak duvarlarla çevrili, kalın demir parmaklıklı kapısı, kocaman bahçesi gözümde canlanıyor. Beyaz tenli, kırmızı yanaklı, güler yüzlü çocuklar arasında onu hepsinden uzun, sivri, kara bir baston gibi yürür görüyorum. Bu arkadaşlarını, okul sıralarının bir kaderi olarak bulmuştu belki. Fakat her birini aynı kaderin sırasında dizilenlerden birer birer ayırarak seçmişti. Ruhunda bütün hayatında duyduğu aydınlık, berraklık hasreti kadar, sebebi daha henüz sızıntı halinde hüzünlere karşı koyma ihtiyacının da bu seçme ilk görünüşüydü demek mümkün. Arkadaşlarıyla arasındaki farktan doğan maddî tezat, onun daha çocukluk çağlarından beri yalnız kişiliğini değil, sanatını da koruyan kuvvetlerden biri oldu. Daha sonraları dik, uzun yaka, uzun ceket, sarkık kol, dar pantolon modası, çoğu aynı biçimde giyinen arkadaşlarının üstünde biraz garip bir yama gibi dururken, ona, çağdaş bir Alfred de Musset veya Theophile Gautier edâsı verecek, başkaları için gülünç olan, onun için, görünüş farkını arttırıcı tabiî bir süs sayılacaktır.” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe/Edebiyat Hatıraları, YKY, 2013, s. 84-85)

Nasıl ve neden arkadaş olduklarını anlattığı yazısında, Orhan Veli’nin kimi şiirlerini açıklama çabası da gösterir Melih Cevdet Anday:

“1938’de postahanede memurdu. Hiç unutmam, çok güzel bir günde istifa etti.

Beni bu güzel havalar mahvetti şiirini yazdı.

Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden[1]

 diyordu. Buradaki evkaf sözü onun için bütün hayatını daire ile ev arasında geçiren bundan başka bir hayat bilmiyen küçük memuru anlatmıya en elverişli kelime idi…

… Orhan şiirin kaynağının halk olduğunu yaman bir sezişle sezmişti. Bu kaynak başlangıçta belki bir dil kaynağı idi ama sonra sonra şiirinin tümünü sardı. O, halkı, işine yaradığı müddetçe, işine yarayan tarafları ile sevmekle kalmadı. Fakir fukara ile, boyacılarla, garsonlarla, işçilerle gerçekten dostluk ederdi. Savaştan önce bir gün fakir bir işçi ile tanışmıştık: Montör Sabri. Sarhoştu, koltuğunda iki okka ekmek vardı. Boyuna evine geç kaldığından bahsediyor, ama bir türlü evinin yolunu tutamıyordu. Ertesi gün Orhan Montör Sabri şiirini yazdı.

Montör Sabri ile
Daima geceleyin
Ve daima sokakta
Ve daima sarhoş konuşuyoruz.
O her seferinde
Eve geç kaldım diyor
Ve her seferinde
Kolunda iki okka ekmek

Geçen yıl {Yazı 1955’te yayımlandığına göre, 1954 yılı olmalı. ÖŞ} bir lokantada Orhan’ı gördüm. Yanında bir ayağı kesik bir adam vardı. Tatlı bir konuşmağa dalmışlardı. Orhan beni görünce, ‘Montör Sabri’yi tanımadın mı dedi?’ dedi.” (Melih Cevdet Anday: ”Orhan Veli’nin Ardından El Ele”, Son Yaprak, 1 Şubat 1955)

(Fahir Aksoy, ‘Kürdün Meyhanesi’ adlı kitabında (s.11), Mehmed Kemal’in Montör Sabri’yi tanıttığı satırları aktarır:

“Montör Sabri’yi o yıllarda Kürdün Meyhanesi’ne giden tüm sanatçılar tanırdı. Orta boylu, kumrala çalan saçlı, göçmen görünümünde bir işçiydi. İmalat-ı Harbiye fabrikalarında montördü. Meyhaneye gelir, geç saatlere dek içer, sarhoş olur giderdi. Bazen de yine barların bulunduğu caddede geç saatlerde koltuğunun altında eve götüreceği nevalesi ya da ekmeği ile görünürdü.”

Orhan Veli şiirinin özelliğini, Samet Ağaoğlu da değerlendirir. Değerlendirmesine şairi babasıyla karşılaştırarak girer:

“Sanat heyecanı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın ikinci şefi olan babasından mirastı kendisine. Bu uzun boylu, geniş beyaz yüzlü, kumral saçlı asker sanatkârın Ankara’nın müzik ihtiyacıyla çırpınan aydınları üzerinde emeği ve hakkı var. (…)

Baba içli bir adamdı. Duygularını, heyecan ve kederlerini Batının klâsik müziğinde yaşıyordu. Oğlu bunları fikir ve kelimelerin ahenginde yaşıyacak. Biri aydınlık, berraklık hasretini kaideler, nizamlar sanatı olan müzikte ararken, öbürü bütün kaideleri yıkmış bir şiir biçiminde gidermeye çalışacak. Baba yaratıcı olmadan emeline kavuşabiliyordu. Oğlu ise yaratıcı olmak zorunda. Yoksa gülünçlük çukuruna düşüp kalabilir. (…)

Orhan Veli, ölçülerden, kaidelerden hoşlanmıyordu. Şiirin insanın düşünce ve duygularını hayâl ve musikiyle anlatan bir konuşma olduğunu sezmişti. Her konu şiirin çerçevesine girebilirdi, girmeliydi. Yol ortasında dikilmiş kürsünün önünde eğilecek, onun istediği renklere bürünerek alacağı takdirlerle biraz daha kuvvetlenmiş eserlerini vermeye koyulacak! Sanat hayatının ikinci devresi böyle başladı. Birçoğu gerçekten düşündüren, akla gelmesi kolay gözüktüğü halde başkaları denemeye kalkışınca gülünç oluveren, bir kısmı ancak birkaç mısra şiirler birer birer dillere düşmeğe başladı. (…)

Çok kısa bir sürede, 1920’den bu yana Türkiye’de şiirleriyle kitleleri sarmış birkaç şairden biri olmuştu.

Böylece, beraber yola çıktığı arkadaşları, eğilerek önünden geçtiği o sert mihenk taşı, ilk şiirlerinin uyandırdığı kahkahalar, alaylar, hepsi, hepsi geride kaldı. Yalnız sanatında eriştiği ses, düşünce, duygu kudretiyle değil, kendi nefsine reva gördüğü işkencesiyle de, şiirinde olduğu kadar yaşayışında da bütün kalıpları kırmıştı.” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe/Edebiyat Hatıraları, YKY, 2013, s. 84-85)

O yıllarda Orhan Veli ve arkadaşlarının, — sanatçıların, şairlerin, yazarların gittiği bir başka mekân “Üç Nal”dır. “Üç Nal”ı Orhan veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın yakın arkadaşı Şinasi Boray açmıştır:

“Üç Nal’a gelen, dört nala gider”

“19 Mayıs 1946 tarihli Ulus Gazetesi’nde açılış ilanı yer alan Üç Nal Lokantası’nın, 16 Haziran 1946 tarihli Ülkü Dergisi’nde Orhan Veli tarafından yazılmış bir tanıtım yazısı bulunuyor. Orhan Veli, Üç Nal’ı şöyle anlatıyor:

‘Şinasi hem sanatkâr hem de okur yazar bir insan olduğu için lokantasını sanatkârlarla okur yazarların sık sık gidecekleri, gittikleri vakit de zevkle oturacakları bir yer olarak tertipledi. Her giden hoşlanıyor. Ben de onlardanım. Salonun türlü süsleri arasında zaman zaman mısralara yahut da bazı mısraların anlamlarına rastlıyorsunuz.’ Gerçekten de Üç Nal’ın duvarları müşterilerin yazdığı yazılar ve çizdikleri resimlerle zamanla dolmuş.[2] Öyle ki tuvaletinde bulunan abajurun üzerinde, Refik Halit Karay’ın, ‘Bir Avuç Şaçma’ adlı eserinden bir parça yer alıyormuş. Orhan Veli bunu ‘güzel bir buluş’ olarak nitelerken meyhanenin sahibi Şinasi, “içeri girenler bunları okuyacağım diye fazla oyalanıyorlar, dışarıda kuyruk oluşuyor” diye şikâyetçiymiş. Orhan Veli, kafayı bulduğu bir gün meyhanenin duvarına ‘Üç Nal’ a gelen, dörtnala gider’ diye bir not düşmüş. 1950 yılının 10 Kasım gecesi, Üç Nal’a son kez geldikten sonra oteline gitmek üzere kendi tabiriyle belki de ‘dörtnala’ meyhaneden ayrılmış. Sonrası malum…”[3] (Yavuz İşçen, Aralık 2011, yavuziscen.blogspot.com)

Sırası gelmişken belirtmeli: Orhan Veli iyi içicidir. Çok içer. Mualla Eyuboğlu, ne denli çok içmiş olursa olsun nezaketini hiç yitirmediğini anlatır

“Orhan Veli de Tercüme Bürosu’nda çalışıyor o yıllar. Ağabeyimin en yakınlarından biri… Beni Hasanoğlan dönüşü Ankara Garı’nda karşılayanların başında gelir. Şimdi Sabahattin Ağabeyimin Ankara’daki evini anlatıp anlatıp duruyorum. İşte bütün şair, yazar, sanatçı arkadaşları filan hepimiz aynı evin içindeyiz, diye. Sakın büyük birşey zannetme orayı. Ev tek oda. Ben giriş holündeki yatakta yatıyorum genellikle, çünkü her gittiğimde mutlaka bir kişi oluyor esas yatakta yatan. Bir defasında, geceyarısı bir karaltı geldi. Yattığım yerin üzerinden iki koluyla duvara dayandı ve… öylece kaldı. Taş gibi. Ben de orada öylece hiç kıpırdamadan, ses çıkarmadan yatıyorum. O tek odada Cahit Sıtkı Tarancı kalıyor çünkü. Tabii gözümü kırpmadım bütün gece. Karaltı adam gün ağarmadan doğruldu yaslandığı duvardan ve sessizce çıkıp gitti evden. Sabah ağabeyime sorunca anladım Orhan Veli olduğunu. İşte hep böyle nazik bir adamdı. Çok içerdi, ayrı mesele, ama nezaketini de her şart altında korurdu.Ben 49’luk (49 kuruş) rakı alırdım ona. Karşılığında Kurtuluş tren istasyonuna kadar çantamı taşırdı. Gerçek bir kardeşti benim için. O kadar önemli bir şairdi, ama ün mün umurunda değildi. Öyle Melih Cevdet gibi mağrur da değildi hiç. Bambaşka bir âdemoğluydu. Ölümünü de çok iyi hatırlarım. Bütün Babıâli esnafı kepenk indirmişti o gün. Öyle görkemli bir cenaze töreniydi. (…)

– En yakışıklı kimdi?

– En yakışıklı Nâzım… sonra Abidin, Orhan Veli… Bak Oktay Rifat ile Cahit Irgat da güzel adamlardı.” (Tûbâ Çandar: Hitit Güneşi, Doğan Kitap Şubat 2003)

Melih Cevdet Anday, okul sonrası yılları Zeynep Oral’a anlatır:

“Orhan, sabahları beni evimden almaya gelir, ben de yola çıkarım. Daha karşılaşmadan, uzaktan işaret eder, eliyle üç ya da dört diye gösterir. Bu, bizimle ilgili üç yazı ya dört yazı çıktı demektir… Orhan’la yolda yürürken, o yüzyıl sonrasını düşünüyor. ‘Bak şimdi, pencereden bakanlar, Orhan Veli’yle, Melih Cevdet yan yana yürüyor diyorlardır’ derdi. Oysa o zamanlar kimse bizi tanımıyor…” (Zeynep Oral: “Edebiyatımızdan On İnsan, Bin Yaşam”, Milliyet Sanat eki, no:8, 18 Kasım 1972)

İki ayrı yazısının birinde Orhan Veli’nin son kertede güçlü bir belleği olduğunu, ötekinde onun kadar içinden gülen birini tanımadığını anlatır Melih Cevdet Anday:

Hafızası çok güçlüdür Orhan Veli‘nin. Arkadaşlarının mektep numaraları, telefon numaraları, yolculuk – taşınma – eğlence gibi irili ufaklı olayların tarihleri unutmadığı şeyler arasındadır. Okuldayken yerbilimi kitabının birçok bölümünü ezbere bilirdi. Keyifli anlarında yanındakileri şaşırtıp güldürmek için iki yüz – üç yüz kadar baharat adını, elli – altmış kadar balık adını sayardı.” (Yeditepe, 1 Aralık 1951)

“Onun kadar neşeli fakat içinden gülen bir insan tanımamışımdır. Ama kimi zaman da basardı kahkahayı. Böyle bir kahkahanın nasıl patladığını anlatayım. Meyhaneye gidecek paramız olmadığı bir gün, cebimizdekileri birleştirip iki şişe şarap, peynir, zeytin, ekmek alıp Oktay, Orhan, ben Orhan’ın babasıyla birlikte oturduğu Yahudi mahallesindeki eve yollanmıştık bir ikindi vakti. O mahallenin dar sokaklarından birinde Yenişehir’deki Avrupai Kutlu Kahvesi’nden tanıdığımız bir hanım çıkıverdi karşımıza. Elimizdekilere baktı; peynirin kâğıdı yırtılmıştı, zeytinler yere dökülüyordu, ekmek ıslanmıştı. Şaşırıverdik biz. Kadın, ‘Bu ne bu? Nereye gidiyorsunuz böyle?’ diye sordu. Ben ‘Muhtaç bir arkadaşa yardıma gidiyoruz,’ dedim. Orhan dayanamadı, içinden gülmekle yetinememişti anlaşılan, bastı kahkahayı. Kadın da ne olduğunu anlayamadan şaşkın şaşkın çekip gitti. (Melih Cevdet Anday: “Şakalar”, Cumhuriyet, 18 Ekim 1982)

Salâh BirselBoğaziçi Şıngır Mıngır” kitabının “Bir Nane Şekerci” başlıklı bölümünde gülümseten bir olayı anlatır:

“Orhan Veli 1945-1950 yıllarında ise sürekli Sarıyer’de görünür. O yıllarda Sarıyer’de kalabilecek bir yeri vardır. Hiç değilse İstanbul’a düştüğü vakitler. İskele dolaylarında Canlı Balık’ın tam karşısında, 71 no.lu evde annesiyle Füruzan – elbet Füruzan da büyümüştür – oturmaktadır.

Orhan’ın güçlü bir kişiliği vardır. Hacamatçı kabadayıların süngüsü düşer, onun kişiliğinin süngüsü düşmez. Halim {Güzelson}: ‘İnsan, onun karşısında, boyuna bir takım öneriler yapmak gereğini duyar’ diyecektir.. 1946 yılında da Halim, Orhan’a o renkli fener sokağından geçmeyi önermişse, bunun için önermiştir.

İki ahbap, Galatasaray’dan doğru gelip Sağ Sokak’a sapmışlar, onun uzantısı Mektep Sokağını dümdüz ettikten sonra gövdelerini Abanoz Sokağına sessizce salıvermişlerdir. Mevsim yaz. Sıcak mı sıcak. Kızlar pencerelerde döküm saçım. 1 numarada Kör Melahat, 10 numarada Fahrünnisa, 17 numarada Korkunç Sevgili – ah, ona ünlü bir şairimiz yıllarca fındık-fıstık taşımıştır – arada bir yüzlerini mostralık ediyorlarsa, ediyorlardır. Bunlar Abanoz’un delikanlılara oruç bozdurtan aynalı pembeleridir. 3 numaradaki Kontes, onların da kibarı olduğu için, yüzünü değil eteğinin ucunu bile göstermez.

İki ahbap çavuş, ışık içindeki sokağı arşınlayıp da Abanoz’un öbür ucuna yaklaştıkları vakit, bir nane şekerci de Sakızağacı Caddesinden gelip Abanoz’a girişini yapmıştır. Yaparken cızbız köfte yemişçesine diliyle damağını çatlatıp bir ikilik patlatmıştır:

Nanesuyu nane şeker
Benim canım seni çeker

Sonra da ağzını bütün bütüne yayarak sokağı, kızları ve müşterileri ayağa kaldıran solosuna başlar.

— Haniya da benim haysiyetli, şifalı nane şekerim!
Abanoz’un içerde kalmış öteki kızları da kapılara üşüşmüşlerdir. İçerden annelerinin sesi:
— Kapıyı açık bırakmayın.
Nane şekerci bu kez bir dörtlük sürmüştür piyasaya:

Naneyi bıçakladım
Sapların saçakladım
Yari koynumda sandım
Yastığı kucakladım

Kızlar, usanmadan, şekerciye fıstık atı duruyorlardır. Naneci de kendini Tino Rossi sanıp yanık bir tango çalımında ardarda ikilikler bastırıyordur. Bizim iki ahbap da, iki adım ötede, nane şekerciyi dikizliyorlardır. Bir ara, iki şiir arasında, nanecinin gözü Orhan’a ilişir. Orhan’ın yüzü, keyfinden gülücük kesmiştir. Ama gel de bunu naneciye anlat. O, Orhan’ın kendini tiye aldığını sanarak Orhan’ı yutmaya kalkışır:

— Yoksa kolay mı sandın bu işi?
— Pek öyle zor değil.
— Söyle de görelim. Hadi bir senden, bir benden. Oldu mu?
— Oldu.
İş, yarışmaya dökülmüştür. Nanecinin iki ikiliğine Orhan ondan daha şavklı bir ikilikle karşı koyar. Naneciden bir ikilik daha. Bir ikilik de Orhan’dan.
Şimdi, şimdi 1 numaradan Kör Melahat, 17 numaradan Korkunç Sevgili de sokağa fırlamışlardır.
Bir ikilik naneci, bir ikilik Orhan, bir ikilik naneci, bir ikilik Orhan. Saatler saatleri kovalamaktadır. Birden naneci durur. Sonra da Orhan’ın ta burun direğine değin yaklaşıp, gözlerinin siyahını Orhan’ın kahverengi gözlerine dikerek şunu söyler:
— Arkadaş numarayı bırak, sen de benim gibi bir nane şekercisin.” (Salâh Birsel, Boğaziçi şıngır mıngır, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, 1981, s. 439-441)

 Salah Birsel, aynı kitapta, 1919 yılında henüz 5 yaşındaki Orhan Veli’nin mutfakta kızartılan köftelerden birini aşırmaya çalışırken tavadaki kızgın yağın üzerine dökülmesiyle, uzun süre yatakta kaldığı notunu da düşmüştür.

Öndeki satırlarda, şairin yaşadığı talihsizlikleri, Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli’den aktaracağım. Ama burada, gene Adnan Veli’nin şair hakkında verdiği kimi bilgileri alıntılıyorum:

“38 numara gömlek, 42 numara ayakkabı, 57 numara şapka giyerdi. Ama şapkayla dolaştığı hemen hemen hiç görülmezdi. Saçları çoğu zaman alnının üstüne düşerdi. Ara sıra da sakal bırakırdı. Elleri gayet ince, beyazdı. Parmakları adam akıllı uzun, tırnakları pembe, uzun ve yuvarlaktı. Geniş bir alanı, sivri bir çenesi vardı. Dudakları eni konu etliydi. Burnu tümsekliydi. Yüzü, gençlikte çıkardığı ergenlik sivilceleri sebebiyle pürtüklüydü.”

Herkesle iyi geçinir, kimsenin kalbini kırmaz, dostlarına karşı her daim saygı duyardı. Son zamanlarda en çok Sabahattin Eyüboğlu’na bağlanmıştı. Akşamları geç yatar, sabahları erken kalkardı. Yürümekten hiç bıkmazdı. Bazen Beyoğlu’ndan Sarıyer’e kadar yürüyerek, ıslık çalarak gittiği olurdu.

Küçük yaşında iken çok sevdiği yemekleri; ‘pilav, patates, et’ diye tarif ederdi. Yemek konusunda son derece müşkülpesentti. Domates, zeytin ve soğanı katiyen yemezdi. Sucukla pastırmayı çok sevmesine rağmen sarmısaktan son derece tiksinirdi. Kereviz, yer elması, karnabahar, lahana, işkembe, paça onun katiyen ağzına koymadığı şeylerdi. Sütten, çiğ yumurtadan adeta kaçardı. Bununla beraber yumurtanın çok pişmişini severdi. En çok sevdiği yemek balık, en çok tiksindiği ciğerdi. Balığın her çeşidini, pilavla makarnanın salçalısını, et yemeklerini, sebzelerden enginarı, kuru fasulyeyi, bütün konserveleri iştiha ile yerdi. Bal, reçel, buna benzer ağır tatlıları pek tercih etmezdi. Süt sevmemesine rağmen sütten yapılan tatlıları, bilhassa muhallebi ile sütlacı, nihayet kabak tatlısını her zaman yemek isterdi.”“İlk zamanlarda tütünden nefret ederdi. Sonradan sigaranın tiryakisi oldu. Eskiden Harman, Yaka, Yalova, Yenice sigaralarını kullanırdı. Sonraları Birinci’yi içmeye başladı. Kibriti iki parmağıyla yakardı. Çayı çok koyu, kahveyi de şekersiz içerdi. Kahve düşkünlüğü son zamanlarda aşırı bir hal almıştı. Büyük bira bardaklarıyla günde yedi sekiz bardak kahve içtiği olurdu.”

“İçkiye de çok düşkündü. Hiç durmadan günlerce şarap içebilirdi. Bununla beraber, ne kadar içki içerse içsin, ağır başlılığını kaybetmez, gülümsemesini unutmazdı. Ankara’da Şükran ve Macar lokantalarına, İstanbul’da nadiren Degüstasyon’a, sık sık da Balıkpazarı’ndaki Lâmbo’ya giderdi. Lambo onun en sevdiği dostlarındandı. Tepebaşı’nda, sokak aralarındaki meyhanelere devam ettiği de olurdu.” (Adnan Veli: a.g.k.)Orhan Veli’nin “Fırfırım” diye sevdiği kızkardeşi Füruzan Yolyapan da 2013 yılında 89 yaşında iken ağabeyi hakkında konuşmuştur:“Beykoz’da yaşıyorduk. Arkadaşlarıyla tiyatro oynarlardı. 30-40 kişi sandalyelerini alıp oyun izlemeye gelirdi. Bir gün dram oyunu oynuyorlarken sahne çöktü. İnsanlar gülmeye başladı. ‘Ne gülüyorsunuz biz burada dram oynuyoruz; hem oyun, hem olay dram’ dediler. Gülüşme oldu. Moliere oynuyorlardı. Ciddi oyunlar oynarlardı.”

“Balık tutmayı çok severdi. Kayığımız vardı. Beykoz’da bir yalımız vardı. Ahmet Mithat Efendi’nin yalısı ile aynı hizadaydı. O zaman yalıda oturmak lüks değildi. Ben çok küçük yaşta bile kürek çekerdim. Annemi Paşabahçe’ye götürürdüm. Yeniköy’e, Bebek’e konvoy halinde giderdik. Orhan ağabeyim balık tutmayı çok severdi, beni de balığa götürürdü.”

“Ne vakit şiir yazdığını hiç bilmedik. Bitirdiği zaman getirip okurdu. Ben en çok ‘Açsam Rüzgara Yelkenimi’ şiirini severim. Ama ağabeyimi çok sevdiğim için hep güzel gelirdi. Bir de rubaisi var: ‘Ömrün o büyük sırrını gör bir bak da, bir tek kökü kalmış ağacın toprakta. Dünya ne kadar tatlı ki binlerce kişi kolsuz ve bacaksız yaşayıp durmakta.’ Bu şiiri engelli insan gördüğüm zaman hatırlıyorum. Hayatımda gördüğüm her şey bana ağabeyimi çağrıştırıyor.”
“Yürüyüşe meraklıydı. Yenişehir’den Çankaya’ya yürürdü. Ağabeyim, Melih Cevdet, babam, ben yürüyorduk. O esnada babam arkadaşına rastladı. Arkadaşı ‘Orhancığım büyümüş, ne iş yapıyor?’ diye sordu. Babam ‘Kaldırım mühendisi’ dedi. Arkadaşı da ‘Ooo maşallah tebrik ederim mühendis mi oldu?’ dedi. Hepimiz güldük. Öfkeler yatıştı.”

“Şişli’ye yeni taşınmıştık. Bir gün misafirler de vardı, oturuyorduk. Birden kayboldu ortalıktan. Ben balkona sigara içmeye gittiğini tahmin ettim. Yanına gittim. Üzerinde beyaz çizgili bir gömleği vardı. Babam sigara içtiğini biliyordu. ‘Ağabey, buna bir son vermelisin, gel içeride iç, babam biliyor’ dedim. Bana bir sarıldı, ‘Fırfırcığım, babamın 3 günlük ömrü kaldı, onu kırmaya değer mi’ dedi. 3 gün sonra da kendisi öldü. “

“Futbolu çok severdi. Koyu Galatasaraylıydı. Formaları, futbol takımı vardı. Sokakta ayağına taş ya da başka bir şey gelmesin, hemen vururdu. Bu yüzden ayakkabılarının uçları hep aşınmıştır. Çok sonradan ayakkabılara merak saldı. Kendisi boyatırdı hep ayakkabılarını. Çok güzel türkü söylerdi. Güzel sesli değildi, ama benim sesim gibi bozuk da değildi.” (Seray Şahinler: “Kız Kardeşi Orhan Veli’yi anlattı”, Akşam, 14 Kasım 2013)

Adnan Veli’nin, şairin son zamanlarda çok bağlandığını bildirdiği Sabahattin Eyuboğlu Orhan Veli’yi tanımlar:

“İstanbul’un rüzgârlarını, balıklarını sayıp dökmesini, eski şiir vezinlerini balmumu gibi kıvırmasını, ayak üstü, ustalardan iyi karagöz oynatmasını, ‘Keten Goynek’ türküsünü tam ağzıyla söylemesini, köylünün, fakir fukaranın halinden anlamasını, eski yazıyı kusursuz, pürüzsüz bir nakış gibi döktürmesini, yağdan kıl çeker gibi kürek çekmesini, tercüme yapmasını, halk ve inkılap düşmanlarını eliyle komuş gibi bulmasını, daha nice nice marifetlerini nerde nasıl öğrenmişti, bilemez kestiremezdiniz. Düzensizlik içinde düzen, karanlıklar ortasında aydınlık, çocuk tazeliği ve gelişi güzelliği arasında ustalık, züğürtlükte sultanlık… Bütün gerçek şairlerde olduğu gibi.”

Orhan Veli’nin yazlarını geçirdiği dedesinin Beykoz’daki evinde 1926 yazında ilk aşkını yaşadığını belirtir Salâh Birsel. Der ki:

“Sevgililer sultanı, Fetanet adında 10 yaşlarında bir komşu kızıdır. Ne ki bu sultanlık birkaç hafta ya sürer, ya sürmez Onun yerini Orhan’ın Pembeliler adını verdiği Beykoz’lu üç kızkardeşin küçüğü, Firdevs alır. Var varanın, sür sürenin, bu sevda da Orhan’ın Ankara’ya dönmesiyle son bulur. Bu kez Ankara’da karşısına, çok çok vurmayan, pek pek çalmayan bir güzel çıkar. Ama Cazibe adındaki bu kızın öyküsü de birkaç ay sonra rafa kaldırılır. Öteki yıllarda da sevgililerden biri gelir, biri gider. Açık saçık şeyler anlatmaya bayılan kadınlar, küpeler, kürkler içinde yüzen kibar tüccar karıları, barlarda göbek atan Aytenler, kızkuruları, canımın içi Nurunnisa’lar — bu adların doğruluğuna pek bel bağlamayın – gündelikçi Luxandra’lar, yoksul evlerin yoksul kızları sıraları geldikçe sahneye atılırlar, üç-beş şapşup, bir iki inilti, numaralarını tamamlayıp çekilirler. Orövuar kızlar, yine görüşürüz.” (Salâh Birsel, a.g.k. s.430)Gökhan Akçura, bir radyo yayını için hazırladığı Orhan Veli 80 Yaşında konuşmasında, şairin kardeşi Adnan Veli’nin Orhan Veli’nin aşklarıyla ilgili satırlarını alıntılar:

“Orhan’ın ilk aşkı (eğer buna aşk demek caizse) on iki yaşında başlar. Beykoz’daki komşularının on yaşındaki kızı Fetanet’i sevmişti. Bu uzun sürmedi. Orhan bir müddet sonra yine Beykoz’da Pembeliler adını verdiği üç kız kardeşten en küçüğü olan Firdevs’e tutuldu. Lisede iken Ankara’da Cazibe adında başka bir kızı birkaç ay sevdi.

Orhan’ın en ciddi aşkı Üniversitede okuduğu zamana rastlar. Daha sonra başkalarına da aşık oldu. Ufak tefek hayli macera geçirdi. Ama Orhan’ın en büyük aşkı daha sonra başladı. Ölümüne kadar da devam etti. Onun 1935 yılından sonraki maceraları ve aşkları hakkında burada isim saymaya hakkım yok. Çünkü sevdiği insanların çoğu bugün bir yuva kurmuştur.

Orhan Veli, ölümünden önce yazdığı, ama yayınlamaya imkân bulamadığı ‘Aşk Resmigeçidi’ adlı şiirinde birçok kadınlardan bahseder. Bazılarının isimlerini sayar. Bunların bazısı doğru, bazısı hayalidir. Bu şiirinin son paragrafında:

Gelelim sonuncuya
Sade kadın değil, insan…
Ne kibarlık budalası
Ne malda mülkte gözü var
Hür olsak der
Eşit olsak der
Yaşamayı sevmesini de bilir
İnsanları sevdiği kadar…

Mısralarıyla anlattığı sevgili, onun gerçek ve şuurlu aşkının ifadesidir.” (Adnan Veli’den alıntı, Gökhan Akçura: “80 Yaşında şiir dışında bir Orhan Veli”, acikradyo.com.tr, 19 Nisan 2004)Orhan Veli, kadınlara kızlara olan sevgisini gizlemez. Faik Baysal Ankara’da Yedek Subay Okulu’nun hapishanesinde tanışır Orhan Veli ile. Baysal’ın bir buçuk ay hapse mahkûm edilmesinin nedeni bir dergide yayımlanan “Karıma Mektup” adlı şiiridir. Son dörtlüğü aklında kaldığı kadar şöyledir:

Karım çok sürmez belki,
Verilir ebedî tezkere,
Şu sıra içimi bilemezsin,
Ağlayacağım tutuyor ama, ağlayamam,
Gözyaşı yasaktır askere.

Muhakemesi tam on yedi gün sürer Baysal’ın. Hapse mahkûm edilir ve ‘hapishane’ye gönderilir:

“Burası okulun bilardo salonuydu. Aramızda cirit atan casuslar sâyesinde hapishaneye dönüştürülmüştü. Koğuşa girince şaşırdım. Ben gelmekte çok geç kalmıştım. Bütün öğretmenler, doçentler, profesörler, sanatçılar, müdürler ve aydın damgası yiyenlerin hepsi tutuklanmıştı. Yüzlerce kişi içeride bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, kimisi sigara içiyor, kimisi homurdanıyor, kimisi de dalgın dalgın camları tamamen örten kara bakıyordu. Bana ayrılan karyolaya kendimi ölü gibi attım. Suçumun hâlâ ne olduğunu bilmiyordum. Gözlerimi badanası kirlenmiş tavana diktim, düşünmeye başladım. Sol yanımda öğretmen Avni yatıyordu. Onun suçu da çok barış yanlısı olmasıydı. Bir de galiba cebinde çıplak kadın resmi çıkmıştı. Sağ yanımda hiç değişmeyen bir fısıltı duydum. Merak ederek baktım. Biri karyolasına uzanmış, kollarını başının altına toplamıştı. Gözleri kapalıydı. İnce, uzun biriydi. Hiç durmadan hep aynı şeyleri yineliyordu.

1 2 3 4 5
5 4 3 2 1
Bir ara gülesim tuttu. Avni’ye döndüm:
— Kim bu yahu? Diye sordum.
Avni kıs kıs güldü:
— Tanımıyor musun be? Dedi.
— Yooo, dedim ben de.
— Orhan Veli, dedi. Galiba iyice sapıtmış.

İki gün sonra Orhan Veli’yle dost olduk. Talime çıkmadığı için hapis yattığına çok memnundu. İstanbul özlemiyle yanıp tutuşuyordu. Tek düşüncesi, tek derdi buydu. Savaş, onbaşı Hitler filan umurunda bile değildi. Bir de çavuş çıkarılmaktan korkuyordu. Altı ay süren öğrencilik döneminde hemen hemen her gün birlikte olduk. Durmadan şiirler yazıp yırtıyordu. Çok nazikti, duygusaldı. İnsanı kırmaktan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmuyordu. Kadınlara ve kızlara bayılıyordu. ‘Onlar dünyamızın canlı ve gerçek şiirleri’ diyordu. Parası yoktu, benim de yoktu. Yine de bir yerlerden birkaç kuruş bulup çok sevdiğimiz Birinci sigaramızı alabiliyorduk. Hep dost kaldık Orhan Veli’yle. Aramızda çok tartıştık, ama hiçbir gün kavga etmedik. Bir gün talimden kaçtık, Mızıka Okulu’nun bomboş odalarından birinde bir arkadaştan bulduğumuz rakıyı susuz susuz içtik. Sonra her zamanki gibi yine şiire döndük. O gün aramızda oldukça ciddi bir ayrılık belirdi. Orhan Veli’ye göre şiir, düşünce ve espriydi. Bana göre önce müzik sonra düşünceydi. Kesinlikle espri değildi. Bu tartışmamız haftalarca sürdü. Hangimiz haklıydık, hâlâ bilemiyorum. Onun bugün en çok bellekte kalan şiirlerine bakılırsa ben galiba bir hayali savunmuyordum.
Bir gün okuldan kaçtık. Bir arkadaştan bulduğumuz parayla sinemaya gittik. O gün çok mutluydu. Bu mutluluğu bambaşka bir nedene dayanıyordu.
Yolda dönerken bana:
— Oh be, dünya varmış, dedi.

Karın içinde zorlukla yürüyordum.
— Neden? Diye sordum.
— Gözümüz biraz kadın kız gördü yahu. Çizme, palaska görmekten bıkmıştım artık.” (Faik Baysal: “Orhan Veli’li Anılar/1 2 3 4 5- 5 4 3 2 1” Sanat Olayı, sayı: 46, Mart 1986, s.16-19)

Orhan Veli Ankara’da rahat durmaz. Yenişehir’deki, Zafer Meydanı’nda bulunan Atatürk Anıtına konulan çiçekleri toplayıp konuk gittiği evin sahibine sunar. Baloncunun sattığı bütün balonları alıp sokak sokak dolaşır. Oktay Rifat Paris’teyken “Oktay’a Mektuplar’ şiirini yayımlar. Üç ayrı günde yazılmış üç ayrı ‘mektup’tur. II. Mektup 12 Aralık 1937 günü saat 14:30’da kaleme alınmıştır:

Şu anda dışarda yağmur yağıyor
Ve bulutlar geçiyor aynadan
Ve bugünlerde Melih’le ben
Aynı kızı seviyoruz.

 Oysa Orhan Veli’nin de, Melih Cevdet’in da birer sevgilisi vardır. Ama bir başka kıza yakınlık duyarlar. Giderek kızın evinin önüne gidip, birbirlerinin omuzlarına çıkarak kızın penceresini ve kökende elbette, kızı görmeye çabalarlar.

Çok yıllar sonra Melih Cevdet ‘aynı kızı sevmek’ olayının uzantısını anlatır bir yazısında

“Bir gün Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel kahvede bizi görünce gelip yanımıza oturdu.
‘Çok zayıfladın,’ dedi bana.
‘Beslenemiyorum,’ diyemezdim. Bunu anladı. Gerçek bir incelikle, ‘Aşık mısın?’ diye sordu.
Gülümsemekle yetindim.
O günlerde Orhan Veli’nin ‘Oktay’a Mektuplar’ adlı şiiri yayımlanmıştı. Hasan Ali Yücel, o şiirdeki… dizeleri mırıldandı kendi kendine, sonra bize dönerek, Sahi mi bu? Diye sordu.
Bizim ‘evet’ dememiz üzerine de, ‘Yahu, neden birbirinizi öldürmüyorsunuz?’ dedi.
Oysa bizim birer sevgilimiz vardı, ortaklık üçüncü bir hanım içindi ama sadece romantikti bu sevda. Birbirimizi öldürmenin gereği yoktu bu yüzden. (…)

…bu ortak sevdadan başka o zaman bizim birer sevgilimiz vardı, demek kendimize özgü birer sevdamız da… Ben akşam yemeklerinden sonra o kızın ailesiyle oturduğu eve doğru yola çıkardım. Dışarıdan bir ziyaret. Çoğun Orhan Veli de gelirdi benimle, kızın evi bayırımsı bir yerdeydi, pencereleri yüksekte kalırdı. Bu yüzden Orhan’ın omzuna binerek yükselir, kızı görebileceğim pencereye ulaşırdım. Bir akşam Orhan, ‘Sen bana omuz ver de bir de ben göreyim,’ dedi.

Öyle yaptık. Orhan Veli soğukkanlı bir adamdı, pencereye varmasıyla, ‘İndir beni!’ demesi bir oldu. İner inmez de, ‘Kaçalım’, dedi bana. Meğer pencereye ulaşınca kızın babasıyla yüz yüze gelmiş, adam korkudan bağıracak olmuş.” (Melih Cevdet Anday: “Pencerede Bir Surat”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 1982)

1945 yılında teğmen rütbesiyle terhisinden sonra Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosunda çalışmaya başlar. Aynı yıl “Vazgeçemediğim” adlı 2. şiir kitabını ve “Garip”in 2. basımını yayımlar. ‘Garip’in 2. basımında salt Orhan Veli’nin şiirleri yer alır.

Kitabın önsözünde şöyle yazar:

“Yazdıkça fark ediyorum; Garip’in müdafaasına kalkışmış gibi bir halim var. Garip’i kimseye karşı değil, kendime karşı müdafaa etmek isterim. Bunun, etrafımı hiçe sayışımdan geldiğini de sanmayın. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdafaa etmek isteyişim, ondaki kusurları, başkalarından çok, kendim bildiğim içindir.”

“Kitabın başına Orhan Veli’nin yazdığı, fakat imzasını atmadığı bir yazı, daha doğrusu bir manifest, alışılmış şeylerden ayrılmanın gerekçelerini açıklar” diye girişir eleştirisine Behçet Necatigil. Orhan Veli ve iki arkadaşının o ‘manifest’teki ilkelere uzun zmana bağlu kalamadıklarını belirttikten sonra, kitaba ve şairlerin özellikle de Orhan Veli’ye olumlu bakmadığını açıklamaya girişir.

“Orhan Veli, Garip kitabının ikinci basımına (1945) yalnız kendi şiirlerini aldı. İlk basımdaki önsözün önüne koyduğu ‘Garip için’ başlıklı, yeni bir yazıda da, az çok bir küskünlüğü, bir hayal kırıklığını açığa vurdu: ‘… yazdıkça fark ediyorum: garip’in müdafaasına kalkışmış gibi bir hâlim var. Garip’i başkalarından evvel kendime karşı müdafaa etmek isteyişim, ondaki kusurları başkalarından çok kendim bildiğim içindir.’

Garip’in bu ikinci basımında başlıksız ve tek sayfada üç mısralık bir ilk şiir

(Gemliğe doğru
Denizi göreceksin;
Sakın şaşırma.)

okuyucudan hoşgörü isteyen bir başka uyarı gibidir.

Garip’in ilk basımındaki şiirlerin, önsözdeki ilkelerle her bakımdan bağdaştığı, kaynaştığı da söylenemez. Şâirâne’yi reddeden üç şair, dünyaya ya küçük bir çocuk duyarlığı, saflığı; ya da yetişkin fakat ancak kendi rahatına düşkün, sıradan, bön bir kimsenin basit tedirginlekleri içinde bakıyor, şaşırtmacalar yazıyorlardı.Kitabın ilk bölümü M. Cevdet’e ayrılmıştı (16 şiir)

Kitabın ikinci bölümü, 21 şiiriyle O. Rifat’a ayrılmıştı.

25 şiiriyle Orhan Veli, Garip kitabının üçüncü bölümündedir ve ilk şiiri ‘Sevdaya mı Tutuldum’ başlığını taşır:

Benim de mi düşüncelerim olacaktı,
Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,
Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?
Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım? Ben böyle mi olacaktım?

 Bu örnekten de anlaşılacağı gibi, şiir sözlüğüne beklenmedik ve ilk bakışta potansiyelinden yoksun gibi yadırganabilecek yeni kelimeler eklenmiş; ‘Garipçiler’e en yakın dönemlerin güçlü sanatçıları düşünülürse, meselâ Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’deki kelime hazinesi, yemek adları ve iş türleri karşısında yetersizleşmeye; ya lüks ya gereksiz ve biçare bir görünüm almaya başlamış, tükenmeye, yıpranmaya yüz tutmuş oluyordu.(…)

… ‘garipçiler’in oyuncaklar, yemekler yiyecekler, kuşlar hayvanlar giyecekler, çeşitli üretim-tüketim-ihtiyaç maddeleri ve ufak tefek şeyler yardımıyla yepyeni bir şiir yarattıkları söylenemez. Ayrca yazmanın sohbetten, yârenlikten farksızlaştığı bu şiir biçimi, ‘şâirân’yi yok etmiyor, sadece değitiriyor, eskisinin yerine yumuşak bir ironi ve hüzünle karışık yeni bir şairanelik getiriyordu.

Bu edebiyatsız edebiyatın kolay görünüşü, konuşur gibi yazma kolaylığı, o günlerin şiir heveskârlarını hemen klişe çoğaltmalara çektiyse de, o döenmden bugüne kalan diğer şairler kendilerini bu etki alanından uzakta tuttular; Garipçiler’in anladığı mânâda ne vezni bıraktılar, ne kafiyeyi ne deşiir dünyasoını.

‘Garipçiler’in şiiri, ‘Garip’ dönemi şiirleri; büyük ihtiraslar, hayaller taşımayan, bu tür sarsıntıların uzağında, içlenmeleri bile sath^^ı ve küçük şeyler yüzünden; iç dünyalarını zenginleştirmeye vakitleri ve kabiliyetleri olmamış kişilerin aylak, boş dolaştıkları bir lunapark görünümündeydi. … ‘Garipçiler’in şiirlerinde karşılaştığımız en bilge insan; ince duyarlıklara yabancı ve zekâya, metafiziğe kapalıydı. Hayatının en büyük mutluluğunu ‘rakı şişesinde balık’ olabilmekte görüyordu.” (Behçet Necatigil: Düzyazılar 1, YKY, 2006, s.163-167)

Türk şiirinin bir başka değerli imzasının Garip şiiri ve şairlerini böylesine ağır bir dille eleştirmesine ne denli katılınabilinir? Ben katılamıyorum!..

1948 yılının sonlarında Mahmut Dikerdem‘in evindeki bir arkadaş toplantısında bir gazete yayımlama düşüncesi doğar.

1949 yılının ilk ayının ilk günü edebiyat tarihinde ayrıcalıklı bir konuma oturacak gazetenin, — ‘Yaprak’ın ilk sayısı yaşama katılır. Künyesinde:

“Her ayın biriyle onbeşinde çıkar/Fikir, Sanat Gazetesi/sahibi ve yazı işlerini filen idare eden: Orhan Veli Kanık/ Yıl:1/Sayı:1/1 Ocak 1949/15 Kuruş/ Abone: 6 aylığı 150 kuruş/Adres: Posta kutusu 179, Ankara/Akın Basımevi-Ankara” yazmaktadır. Gazetenin ön yüzünde M. Fırtınalı imzalı “İleri-Geri” başlıklı bir yazıyla Sabahattin Eyüboğlu’nun “Üç Yol” başlıklı yazısı; Oktay Rifat’ın “Kervan” şiiri, Melih Cevdet Anday’ın Langston Hughes’tan çevirdiği “Bir zenci kız için türkü” şiiri ve bir de ‘Yaprak’ imzalı “Alış Veriş” başlıklı şiir yer almaktadır. Arka yüzünde ise, Orhan Kemal’in “İstasyonda” öyküsü, Erol Güney’in “Tarihin Hızlanışı ve Edebiyat” başlıklı ve Jean Cocteau’dan çeviri “Sinema” yazısı okunmaktadır.

Gazetenin ön yüzündeki ‘Yaprak’ imzalı şiir, bir söylentiye göre, Sabahattin Eyüboğlu’nun

Edebiyat verir yalın söz alırız
Şarkı verir türkü alırız

 dizelerine herkesin eklediği dizelerle oluşur. “Meta verir fizik alırız” dizesini Nusret Hızır“Salon verir sokak alırız” dizesini Mahmut Dikerdem ekler.. Bir öteki söylenti, şiiri tümüyle Sabahattin Eyuboğlu‘nun yazdığıdır. Sonuçta ilk sayının başlık altında yer alan çerçeve içindeki şiir aşağıdaki biçimini alır:

Gül verir yonca alırız
Bülbül verir serçe alırız
Edebiyat verir yalınsöz alırız
Şarkı verir türkü alırız
Tekses verir çok ses alırız
Halı verir kilim alırız
Kara tahta verir hayat alırız
Diploma verir değer alırız
Lisan verir dil alırız
Tesbih verir pergel alırız
Hacıyağı verir zeytinyağı alırız
Meta verir fizik alırız
Turan verir memleket alırız
Hemşeri verir yurddaş alırız
Salon verir sokak alırız
Hazırlop verir alınteri alırız
Canan verir dost alırız
Gözyaşı verir ümit alırız

 Gazetenin arka yüzündeki tek sütunluk duyuruda, gelecek sayılarda görülecek imzalar yer alıyor:

“Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Melih Cevdet, Cahit Külebi, Necati Cumalı ve Orhan Veli’nin şiirleri.

Sabahattin Eyuboğlu, Sait Faik, Oktay Rifat ve Erol Güney’in yazıları.

Bedri Rahmi, Fikret Muallâ, Eşref Üren, Arif Kaptan ve Turgut Zaim’in resimleri”

İlk sayının başyazısı “İleri-Geri” başlığını taşır ve M. Fırtınalı imzalıdır. M. Fırtınalı, o sıralar Dışişleri Bakanlığında görevli olduğu için gerçek adını kullanamayan Mahmut Dikerdem’in takma adıdır. 11. Sayıya değin bu adla sanat ve siyaset konusunda yazılar yazarsa da, sonrasında imzasını Yaprak diye atar. Çünkü, resmi makamlar kuşkulanmış, M. Fırtınalı’nın gerçek kimliğini açıklaması için Orhan Veli’ye baskı yapmaya başlamışlar.

Derginin ilk sayısının finansörü de Mahmut Dikerdem’dir. 500 lira verir. Yıllar sonra, Milliyet Sanat Dergisinin 1 Kasım 1981 günlü sayısında Necati Cumalı 500 lirayı alıp at yarışlarına gittiklerini ama Yaprak için verilmiş olan o paraya dokunmadıklarını anlatır:

“500 lirayı aldıktan sonra Mehmet Sarıgül, Orhan Veli ve ben at yarışlarına gittik. Mehmet at sevgisine kumar karıştırmaz, oynamazdı. Oysa atların durumunu herkesten iyi bilirdi. Mehmet söylüyordu, Orhan ile ben olanaklarımız ölçüsünde oynuyorduk. Sıra Arapların koşusuna geldi. Ünlü Haydar koşuyordu. Geçilmesi olanaksız bir attı. Saat cebimi tuttum, Orhan’a takıldım.

– Haydar’a 100 ganyan, 100 plase oynayalım mı?

İkisi de hiç düşünme dediler. Oynamadık. Oynasak 20 lira kazanacaktık. Kötü para değildi. Yine de oynamadığımıza pişman değildik. Yaprak’ın parasına dokunmadığımız için ayrı bir yürek rahatlığı duyuyorduk.”

Orhan Veli at yarışlarına ‘oynamaya’ meraklıdır. Bu merakı ölümünden 52 yıl sonra suçlanmasına yol açar. Ece Ayhan kitap-lık dergisinde yazar:

“Yıl galiba 1949-50. (…) O günlerde Ankara’da Orhan Veli imeceyle 15 günde bir Yaprak dergisini çıkarır, tek yapraklı edebiyat dergisi. Orhan Veli at yarışlarına düşkün olduğu için düzeltileri hipodromda yapar. Yaprak dergisini Mahmut Dikerdem, Mübin Orhon, Mazhar Leventoğlu… vs. paraca desteklemektedir ama Orhan Veli bunun birazını da atlara ayırır. Tabii altın saçlı ve Atatürk’le üç defa dansetmiş Nahit Hanım da katkıda bulunur edebiyat öğretmenliğinden arttırdığı parayla.”

Bu kadarla da kalmaz. Aşağılamasını sürdürür Ece Ayhan:

“Velhasıl Yaprak dergisi çıkıyor ama 1949’da Fransa’dan Philippe Soupault (ünlü bir Oğuz Atay’ın deyişiyle üstgerçekçi şair) Türkiye’ye gelir, elçiliğin ve başkonsolosluğun çağrısı üzerine ve Yaprak dergisinin yazıhanesini görmek ister. Eyvah! Böyle birşey yoktur. Dergi, bazen Nahit Hanım’ın evinde bazen at yarışlarında, bazen sokakta, bazen bulvardaki Özen pastanesinde derlenmektedir. Seninkini alır bir telaş. Orhan Veli çok sarhoş olduğu zamanlarda eski bir Ankara evinin müştemilatında uyumaktadır, müştemilat delik deşiktir, çatı akar, her yerden rüzgar girer, zaten daha önce kömürlükmüş. Orhan Veli naapsın, Fransız şair ısrar ediyor, Paris’te alıştığı gibi her derginin bir yazıhanesi vardır. Para da yoktur. Bakkaldan un alır. Bir de sahan bulur, unun içine biraz su katar karıştırır tutkal gibi yapar ve uydurma barakanın bütün boşluklarına, deliklerine, açıklarına Yaprak dergileri yapıştırır. Nahit Hanım da bir kilim ve halı bulur evinden. Komşusundan da bir masa ayarlar ve sekreter olur. En sonunda herşey hazırlanınca Phillippe Soupault’ya burasını Yaprak dergisinin, genç kuşağın dergisinin yazıhanesidir diye gösterir. Bunu bana Nahit Hanım güle güle anlatmıştır.” (Ece Ayhan: “Müştemilat”, kitap-lık, Mart 2002)

Oysa, Soupault’un ‘Yaprak Yönetimevi’nde ağırlanışını Melih Cevdet Anday farklı anlatır:

“Ünlü Fransız ozanı Philippe Soupault 1949 yılında Ankara’ya geldi. Biz o yıl Yaprak dergisini dergisini çıkarıyorduk. Adam bizi, çıkardığımız dergiyi duymuş, tanışmak istediği haberini gönderdi. Ama ‘Lokanta istemem, Yaprak yönetim evine davet etsinler beni,’ demiş.

İşte, bütün güçlük bundan doğdu, çünkü Yaprak dergisinin bir yönetim evi yoktu. Kara kara düşünmeye başladık.

Orhan Veli, Yenişehir’de, bir apartmanın bahçesindeki (belki de kapıcı için yapılmış) tek odalı bir evde otururdu. Eşyası bir karyola ile bir masaydı. ‘Soupault’yu burada ağırlayalım,’ dedik, dedik ama ağzımız bir karış açık kaldı. Hiç bu duvarları çatlak, yarı çökmüş, tuvaleti olmayan (tuvaleti yapı yerlerinde açılan, üstü açık, üzerine iki kalas atılmış bir yerdi) odaya koca bir Fransız ozanı davet edilir miydi?

Çaresiz, bu yolu tutacaktık. O gün bir badanacı bulup odayı bir temiz badana ettirdik. Duvar çatlaklarını elimizde kalmış, başlığı renk renk Yaprak dergileriyle kapadık. Sonra evlerden koltuklar, iskemleler, halılar, kilimle, resimler, aynalar, içki, yemek takımları taşıdık Orhan’ın odasına. Bütün bu işler iki gün içinde bitti. Haber yolladık Philippe Soupault^yu Erol Güney’le. Odada palto asacağı olmadığı için paltolarımızı gelişigüzel minderin üstüne atmıştık. Böylesi, odaya hem bir bohem havası veriyor, hem de Soupault’ya ne yapması gerektiğini gösteriyordu. Sadece bir kaygımız vardı, o da Soupault’dan sonra gelirse, Cahit Sıtkı Tarancı’nın odanın bu yeni görünümü karşısında şaşkınlığını gizleyememesi olasılığıydı. Çünkü Orhan Veli’den önce o oturmuştu bu odada.

Philippe Soupault geldi, tanıştık, yönetim evimizi çok beğendiğini söyledi ve ilk kez rakımızı tattı. Yemeğe biraz çokça daldığını görünce kendisini uyardık, rakı içerken ağır ağır yemek gerektiğini söyledik. Uydu ve pek hoşlandı rakıdan.

Geciken Cahit Sıtkı o sırada geldi. Bizler yumuşak sesle, ‘sakın çaktırma Cahit, sakın çaktırma!’ diye uyardık onu.

Sıra şiire gelmişti. Orada bulunan ozanlar birer şiir okudular. Sanırım bunların çevirisi daha önce yapılmıştı. Fransızcalarını Sabahattin Eyuboğlu okudu. Gecenin şaşırtıcı olayı Orhan Veli’den geldi. Kapının yanında ayakta duran Orhan şu şiiri okudu: 

ŞARKI

Şakir efendi
Koltukçu
Öldü
Dün gece
Çerkeş’te
Öldü
Gitti
Çerkeş’te öldü gitti.

Hesapta yoktu bu; Orhan Veli, Philippe Soupault’dan çevirdiği bir şiiri okumuştu. Hepimiz gülmeye başladık. Konuğumuz ne olduğunu anlayabilmek için bakınıp duruyordu. Sabahattin Eyuboğlu durumu anlattı ona. Soupault çok sevinmişti, şiiri bir daha dinledi Orhan’dan ve ‘Aslı gibi,’dedi. (…)

Yurdumuzdan ayrılırken de bir gazeteciye şöyle demişti: ‘Şiiri bütün dünyada aradım, Türkiye’de buldum.’ (…)

Orhan Veli’nin eski odası, kim bilir, yıkılmış mıdır? O odayı Ankara Belediyesi satın alsaydı da, kapısına ‘Cahit Sıtkı Tarancı, sonra Orhan Veli Kanık burada oturdular. Philippe Soupault burada konuklandı’ levhasını assaydı iyi olurdu.” (Melih Cevdet Anday: “Müze olacak bir oda”, Cumhuriyet, 27 Eylül 1982)

Bu arada Nahit Hanım’ın Orhan Veli’nin sevgilisi olduğu belirtilmeli. Tam adıyla Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar (1909 -2002), öğretmendir. Türk edebiyat tarihine “Orhan Veli’nin sevgilisi’ kimliğiyle yazılmıştır.

Samet Ağaoğlu, adını vermeden Nahit Hanımı tanımlar:

Orhan Veli “Tam bu sırada, büyük bir aşk peşine takıldı. Kadının vücudu ufak tefek, yüzü güzeldi. Güzel ve mânâlı. Bazen Rönesans ressamlarının madonnalarına benziyordu.; bazen masum, bahtsız kadın rollerinde şöhret yapmış Danielle Darieux’lere… Beyaz, renksiz yüzü, hülyalı, dalgın bakışları cezbelerin esiri olduğu sanısını veriyordu.” (Samet Ağaoğlu, İlk Köşe/Edebiyat Hatıraları, YKY, 2013, s.88)

Yaprak’ı yaşatabilmek için Orhan Veli paltosunu satar. Dolayısıyla 1950’li yıllarda çekilmiş fotoğraflarında hep ceket giymiş olarak görülür. Ankara soğuğunda bile paltosu yoktur. Paltonun parası iki sayının giderini karşılar.

Sevgilisi Nahit Hanım’a gönderdiği 7 Eylül 1950 günlü mektubunda durumunu açıklar:

“Sen, Dora’dan aldığın parayla bir piyango bileti satın al. Belki bir şey çıkar. Bunu, halimin vaktimin iyi olduğundan söylüyorum sanma. Vaziyetim berbat. Mesela bu mektubu postayla gönderemeyeceğim herhalde. Bugün Dora’yı arayacağım. O yarın sabah Ankara’ya gidiyor, onunla göndermeye çalışacağım. Vaziyetimin kötülüğüne bir misal daha vereyim: Burada fena halde yağmurlar başladı. Tam bir kış havası. Buna rağmen benim değil pardesüm, ceketim bile yok. Yağmur altında dün gömlekle dolaştım. Üşüdüğümden çok, utanıyorum…” (Milliyet Sanat Dergisi, 1 Kasım 1980)Para gene suyunu çeker. 1950 Haziran ayında Yaprak’ın son sayısını çıkartabilmek için Abidin Dino’nun kendisine armağan ettiği tabloları elden çıkarmak zorunda kalır. Tabloları satabilmek için ressamından izin alma nezaketini de savsaklamaz. Savsaklamaz ama ‘izin istemek’ hiç de kolay değildir. Abidin Dino yıllar sonra izin istemeye gelmiş olan Orhan Veli’yi anlatır:

“Yüzü bir karış, upuzun bembeyaz. Dilinin altında bir şeyler vardı besbelli, bir süre şişe açma aleti gibi kıvrılıp kalmış, sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Ona hediye ettiğim resimler vardı ya onları satabilir miydi? Son sayıyı çıkarmak için başka çare kalmadı’ demişti, boğuk bir sesle ve müthiş utanarak. Ne demekti, daha kaç tane resim isterse vermeye hazırdım, yeter ki alıcı bulunsun! Biraz neşelendi ama, alt tarafı Yaprak dergisinin cenazesine bir çelenk hazırlıyorduk.” (Milliyet Sanat Dergisi,1 Aralık 1981)

Bedri Rahmi Eyuboğlu, Paris’teki ağabeyi Sabahattin Rahmi Eyuboğlu’na 31 Ocak 1948 günü yazdığı ve yolladığı mektubunda Orhan Veli’nin ‘kıyafeti’nden söz eder:

“Ankara yâranında eski muhabbetler kalmamış meğer.

Birkaç kez Melih’lerle Necati ya da Külebi ile uygun toplantılar yaptık. Ama ne çalınacak bir saz bulduk, ne söyleyecek bir söz. (…)

Ben orada iken Orhan geldi. Perişan bir kıyafette geldi. Birkaç gün sonra yine kendine çeki düzen verdi. Külebi bir gün beni evine çağırdı. Çok şeker bir çocuk. Şiirlerini de seviyorum. Ama yeni bir tempo bulması gerek. Cahit Sıtkı bir defa beni aramış, buluşamadık.” (Bedri Rahmi Eyuboğlu: Kardeş Mektupları, bilgi, 1985, s.255)

Sabahattin Rahmi Eyuboğlu, ‘Yaprak’ arkadaşıdır Orhan Veli’nin. Paris’teki kardeşi Bedri Rahmi Eyuboğlu’na Ekim 1950’de gönderdiği mektubunda ‘Yaprak’ın kötü sonunu haberler:“Dün Orhan’la bir ‘Yaprak’ gezintisi yaptık. Bu sefer Haliç’e gittik. Sonra Arnavutköyü’ne gittik. Deniz pek misafirperver değildi!..

Öteki ‘Yaprak’ artık çıkmayacak. Bu gidişle yaprak kımıldamayacak memlekette. Aboneler birer beyaz….., bembeyaz yaprak yollamak istiyoruz.” (Bedri Rahmi Eyuboğlu: Kardeş Mektupları, bilgi, 1985, s.320)

Beşiktaş Belediyesinin yayın organı “B+” dergisinde Ömer Turan imzasıyla “Orhan Veli’nin ‘Sere Serpe’ Aşkı” başlıklı bir söyleşi yayımlanır. Yazı şöyle başlar:

“Bella, odasında yatağına uzanmış ders çalışıyordu. Orhan Veli, kapıdan uzun uzun genç kızı seyrettikten sonra salonun köşesindeki küçük masaya oturur ve cebinden çıkardığı kâğıda bir şeyler karalayıp yeniden odaya yönelir. Kâğıdı Bella’ya uzatır ve ‘bu şiiri sana yazdım’ der.

Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama…
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!

Bu olay 1946 yılında; Ankara’da, Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde geçmiştir..”

Ve şöyle sonlanır söyleşi:

Bu mektubun bütün cümleleri tesadüfen, B ile başladı. Belki de Bella B ile başladığı için” diyor Orhan Veli; Bella’ya yazdığı tarihsiz bir mektubunda. Mektup, Orhan Veli’nin yaşamında nelerin önemli olduğunun da bir özetidir aslında…

Bella,
Bir gazeteci evinde mürekkep bulunamadı. Bu yüzden mektubumu kurşun kalemle yazmak zorunda kaldım, özür dilerim. Benim hakkımda İstanbul gazetesinde çıkan yazıdan dolayı yazdıklarınıza teşekkür ederim. Bununla beraber beni daha evvel yazılmış yazılardan daha iyi tanımak mümkündü. Burada, Seza geldiğinden beri, çok güzel vakit geçiriyoruz. Birkaç defa, Ralfi’ye, Lüküs Hayat operetinden parçalar söyledim. Bugün de o parçaları tekrar ettim. Benden, bilhassa bu noktayı yazmamı isteyen Seza’dır. Bu hafta Ankara’da at yarışları başlıyor. Belki de kazanırız. Benimle ortaksınız. Bir vurgun vurursak haber veririm.
Orhan Veli”
(Ömer Turan: “Orhan Veli’nin ‘Sere Serpe’ Aşkı”, B+)

Nahit Hanım’a dönelim: Orhan Veli’nin bir şiirini adını veremeyeceği bir sevgilisinin olduğunu bildirip, kimliğini edebiyat tarihçilerinin bulsun ister. 2011 yılında Beşiktaş Belediyesinin dergisinde ‘Bella’ adının yer alması üzerine Hasan Pulur Milliyet’teki köşesinde sorar:

“…Yayan dolaşırım,
Mütenekkiren seyahat ederim.
Oktay Rifat’la Melih Cevdet’tir
En yakın arkadaşlarım.

Bir de sevgilim vardır, pek muteber;
İsmini söyleyemem,
Edebiyat tarihçisi bulsun

* * *

Bu şiirin son üç dizesi çok önemli, Orhan Veli bir sevgilim var diyor ama adını vermiyor, edebiyat tarihçileri bulsun, diyor.

* * *

Beşiktaş Belediyesi’nin çıkardığı derginin son sayısında bir ipucu var: Bella…
Orhan Veli’nin sevgilisi acaba Bella mıdır?

Hadi edebiyat tarihçileri, Orhan Veli’nin size yüklediği bu tarihi görevi yerine getirin.
Orhan Veli’nin sevgilisi kim? (Hasan Pulur:”Orhan Veli’nin Sevgilisi”, Milliyet, 9 Ekim 2011)

Aynı gün Zaman gazetesinde ‘Bella Eskenazi’ ile yapılmış bir söyleşi yayımlanmıştır. 92 yaşındaki Bella Eskenazi Ayhan Hülagü’ye Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum” ve “Sere serpe” şiirlerini kendisi için yazdığını söyler. “Olay Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde geçti. Kimseye anlatamadım. Defteri kaybettiğim için herkesten sakladım. Ukala bir kadın çıkar, ‘bana yazdı’’ der. Böyle tartışmaların içinde bulunmak istemediğim için söylemedim. (…) 16-17 yaşında eskrim şampiyonası için Ankara’ya gittim. Gelmişken bir de ablamı ziyaret ettim. İşte o gün Orhan’ı gördüm. Melih Cevdet, Sabahattin Eyüboğlu toplanmış sohbet ediyorlar. Hasanoğlan’da derse başlayınca daha samimi olduk, yakınlaşmamız o zaman oldu, sık sık ziyaretime gelirdi. Evimiz küçüktü ama muhabbetimiz büyüktü!”

“Sonraları Orhan Veli’yle sık sık görüştüğünü söylüyor. Hasanoğlan’daki köy enstitüsüne kadın öğretmen olarak atandığında yanına gelip gittiğini… Bella’ya hiç açılmamış. Platonik bir aşık olarak kalmış. Bir gece şöyle bir olay olmuş hatta: Cahit Sıtkı, Melih Cevdet, Necati Cumalı sohbeti sırasında Orhan Veli’nin sevgilisi Nahid Hanım bağırmaya başlıyor: ‘Orhan benimdir. Kimseye kaptırmam’. Bella orada küçülüyor, buharlaşmak istiyor adeta. Sevgilisi olan bir erkeğe yan gözle bakmayan kadın, bundan sonra Orhan Veli sayfasını tamamen kapatıyor.“Bella, Orhan Veli’nin kendine âşık olduğunu biraz geç fark ettiğinin söylüyor. ‘İkili oynamak istemiyordu. Çok kibar bir adamdı. İki tane kostümü vardı, sürekli onları giyerdi. Bir kere Sabahattin Ali’yle takside giderken ellerinin güzel olduğunu söyledim. Anlamıştır herhalde. Başka bir şey olmadı. Onunla ilgili bir keşkem yok!’ diyor bunun için.” (Ayhan Hülagü: “Bella, Orhan Veli’nin anlatamadığını anlattı”, Zaman, 9 Ekim 2011)

Yukarıda aktarılan yazıları izleyen günde “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” başlıklı ‘başyazı’sı ile devreye Mehmet Barlas girmiştir: “Hasan Pulur edebiyat tarihçilerini görevlendirmeden önce Google’a girip sorusunu yazsaydı, Orhan Veli’nin ismini söyleyemediği muteber sevgilinin edebiyat öğretmeni Nahit Fıratlı (1909-2002) olduğunu o anda öğrenirdi.” Diye başlayarak (Hasan Pulur’a ‘ayar vererek) Nahit Hanım hakkında bilgilendirir:“Nahit Hanım

Taksim’deki Stadyum Palas’ta 1960’lı yıllarda komşumuz olan Nahit Hanım, tüm şairlerin tutkun olduğu bir hanımefendiydi.

Nahit Fıratlı ilk ve ortaokulu Kandilli ‘de okudu. Erenköy Kız Lisesi’ni bitiren Nahit Hanım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi felsefe bölümünden mezun oldu. Ankara Kız Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak başladığı öğretmenlik hayatına (dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri ile dans etmeyi reddettiği için) sürgün edildiği Edirne Lisesi ve Haydarpaşa Lisesi’nde devam etti. İlk kocası Halil Vedat Fıratlı’dan ayrıldıktan sonra Arif Damar’la evlendi.

Nahit Hanım Radikal‘de yayınlanan son söyleşisinin girişinde şöyle tanıtılmıştı:

Şairlerin aşkı

‘Cemal Süreya’nın Cumhuriyet döneminin küçük burjuva duyarlılığının anasıolarak tanımladığı Nahit Fıratlı’nın 91 yıllık yaşamına pek çok şairle yaşadığı aşkı sığmış. Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Ali, Necip Fazıl Kısakürek, Can Yücel, Edip Cansever ve diğerleri… Fakat o tek bir kişiye olan ölümsüz sevgisinden söz ediyor. Orhan Veli… Fevkalade bir insandı. Onun kadar nazik ve terbiyeli birini görmedim’ diye anlatıyor Veli’yi…” (Mehmet Barlas, “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa”, Sabah, 10 Ekim 2011)

Orhan Veli ile Nahit Hanım bir sonbahar günü bir Boğaziçi vapurunda tanışırlar. Bir süre sonra, ölümünden sonra bastırmasını istediği iki defter verir Nahit Hanıma. Defterlerde elle yazdığı şiirleri vardır.

Nahit Hanıma verdiği “Garip” kitabının ilk basımını şöyle imzalar Orhan Veli:

“İmzanın üstüne gelecek yazıyı, üç beş satıra sığdırmak imkansız. Onları ayrı ciltler halinde takdim ederim.”

Nahit Hanım 1980 yılında Zeynep Oral ile görüşürken, bu defterlere ve de Orhan Veli’nin kendisine gönderdiği mektuplara ve gerektiğinde fotoğraflara başvurarak açıklamalarda bulunur. Örneğin bir fotoğrafta annesinin köpeği Çinçon ile kedisi Maviş de görülmektedir. ‘İşte Hayat Böyle Zaten’ şiirinde geçer adları:

Bu evin bir köpeği vardı;
Kıvır kıvırdı, adı Çinçon’du, öldü.
Bir de kedisi vardı: Maviş,
Kayboldu.
Evin kızı gelin oldu,
Küçük Bey sınıfı geçti.
Daha böyle acı, tatlı
Neler oldu bir yıl içinde!
Oldu ya, olanların hepsi böyle…
Hayat böyle zaten!..

“O’nu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü.. Mahzundu.. Neden? Bence… Tabii başkasına, başkalarına göre başka türlü olabilir. Ama bana soruyorsunuz. Onun için bana göre, benim düşündüğümü söylemek zorundayım. Yapısından geliyordu bu hüzün… Her şeyi ama, her şeyi içine atmasından… Fiziğinden… Öfkesini bile içine atardı. Sıkıntılarını da… Hüzünlüydü. Ve sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde konuşmazdı. ‘Şimdi gelirim’ der, kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi… Örneğin, ‘Mahzun Durmak’ şiiri, O’nun tavrına çok uygun bir şiirdir.”

Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim,
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.

Başka hiç kimsenin bilemeyeceği yanlarını bilir Nahit Hanım, doğal olarak. Neşesini hiç yitirmediğini, çocuksu bir yanının olduğu için kendisine bir avuç bilye verdiğini, yürüyüşü sevdiğini, bol bol yürüyüşe çıktıklarını, vb. söyler:

“Ne severdi yürüyüşe çıkmayı. Ne çok yürürdük birlikte. Ama Melih Cevdet’le Çubuk Barajı’nda geçirdiği trafik kazasından sonra daha az sever oldu yürümeyi. ‘Vazgeç Nahit Hanım, yürümeyelim, gel şu salaş kahvede oturalım’ derdi. Bedensel bir yorgunluk duyuyordu hep… At yarışlarına da gitmek büyük eğlenceydi bizim için. Ve hep kaybederdik. Bir gün Veliefendi’den yürüyerek yorgun argın Aksaray’a dönüyoruz. ‘Ne güzel Nahit Hanım, yine kazandık değil mi’ dedi. ‘A, a ne kazanması. Kazandıysak ne diye yürüyerek bu yolu tepiyoruz. Bütün paramızı verdik’ dedim. Gülerdik birlikte…” (Zeynep Oral: O Güzel İnsanlar)

“Orhan Veli Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşüp başından yaralandıktan iki gün sonra İstanbul’da beyin kanamasından öldüğü zaman (14 Kasım 1950) cebinde bulunan diş fırçasına sarılı kâğıtta Nahit Hanım’a yazdığı şu şiir varmış:

Hiçbirine bağlanmadım ona bağlandığım kadar

Sade kadın değil insan
Ne kibarlık budalası, ne malda mülkte gözü var
Hür olsak der eşit olsak der
İnsanları sevmesini bilir, yaşamayı sevdiği kadar’
…”

(Mehmet Barlas: “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa”, Sabah, 10 Ekim 2011)

Can Yücel, Orhan Veli’nin yarım kalmış şiiri ve Nahit Hanım üzerine söyler aşağıdaki şiiri:

“Dostum Şair Necati Başladı Madem Anlatmaya, Kırıldı Bu Sansür, Ben De Konuşmaya Başlayabilirim Nihayet

Nahit Hanım ki, şimdi bir Eski Ahit
İlk eşi, Haliç Vedat, menfi olamazdı ki zait
Babamsa o Balkan Harbi’nden müdevver nikahlarında şahit
Üçü de mülazım-ı evvel, sonra mülazım-ı sani.

 Asıl paşalığı ama Nahit Hanım’ın İkinci Dünya Harbi’ne ait
Nahit Hanım yıktığı Osmanlı İmparatorluğu’na karşı
Yenişehir’deki 50 metre karelik kira katında
Olanca insanlığıyla kurmuş yeni bir saltanat
Dizinin altındaki o kara ben kadar güzel bir Ben, Sevgiden.
Bakardım geçtikçe Zafer Meydanı’nın ordan
O ikinci kattaki pencereye değil, zafere
Aşkla kurulmuştu sanki dünyanın en meridiyenindeki o daire.

Ben de ondan-bundan değil.
Nahit Hanım’la Orhan Veli’den
Başladım şiire ve sevişmeye.
Sırf Orhan’ın başlattığı o Aşk Resmi Geçit’i
Yarım kalmasın diye…”

(Can Yücel: Gökyokuş, İş Bankası Kültür Yayınları)

Selim İleri, Turgay Anar’ın “Mekândan Taşan Edebiyat” kitabından söz ederken, Nahit Hanım’ın evindeki Cumartesi akşamı toplantılarını anımsar:

“Arkada koskoca bir dizin var ama, bakmamıştım: 197. sayfada Selim İleri adıyla birdenbire karşılaşınca, hayli şaşırdım. Anar, yukarıda andığım Nahit Hanım’ın evini anlatıyor, kaleme getiriyor; tanıklar arasındayım.
Ahmet Oktay, Ankara’dan taşınan Nahit Hanım’ın Nişantaşı’nda oturduğunu yazmış. Ben bu ilk evi bilmiyorum. Birkaç yıl hemen her cumartesi akşamı gittiğim ev Taksim’deki, cadde üzerinde, Stadyum Palas’tı. Taksim’in şaşaalı apartmanlarından biri. Tabiî, şaşaası çoktan geçmiş, sönmüş. Yine de geniş giriş, merdiven, mermer sağanağı etkileyici.Kimi günler, o güzel, bol edebiyatlı, tartışmalı, hatta bazan kavgalı o akşamların keşke romanını yazsaydım diye yerindiğim olur. Fakat hepsi çok uzaklarda kaldı artık. Anar’ın andığı kısacık bir yazıda kaldı.
Nahit Hanım’ın edebiyat salonuna katılanların çoğu hayatta değil. Nahit Hanım salonun ecesi olarak bir anı artık.” (Selim İleri: “Edebiyat ‘Salon’larında”, Zaman,1 Eylül 2012)

1909 Girit doğumlu Nahit Hanım 2002 yılında yaşama veda eder.

Nahit Hanım, Bella ve ötekilere bir de Mualla Ablayı eklemek gerek. Hani:

Ya o Mualla’yı sandala atıp
Ruhumda hicranın’ı söyletme hikayesi?

ikiliğinde geçen Mualla’yı… Onu da Mehmed Kemal anlatsın:

“İstanbul’a gittiğimde Orhan’ı aradım. Ressam Arad (Agop Arad) vefalı dostu idi, ona sordum:
‘Karaköy’de bir meyhane var, adı: Çat Çat. Orda bulunur’.
Tarif üzerine Çat Çat’ı buldum. Asıl adı Çat Çat değil, Orhan koymuş bu adı. Yıkıldı. Karaköy Balık Pazarı’nda, Unkapanı’na yakın bir yerde, küçük bir balıkçı meyhanesi. Mualla Abla diye bir kadın işletiyor. Orhan, kadına ‘Mualla Abla’ dediği için olacak, herkes ‘Mualla Abla’ diyor. Kadının davranışlarından Orhan’a önem verdiği belli. Hatta biraz da aşık. Belki bu ablalık ağabeylik, gizli aşkı müşterilere çaktırmamak için icat edilmiş.
Vakit öğleye yakındı.
Baktım bir köşede şarap içiyor.
Kadın mangalın üstünde tava, balık kızartıyor. Sıcak sıcak Orhan’ın önüne koyuyor. Orhan da, Mualla Abla da yoksul yaşantılarından memnunlar. Beni görünce, oturduğu yerden davrandı:
‘Vay Reis!.. Hoş gelmişsin…’ dedi. Boynuma sarıldı. Ben de O’nun. Hemen kaynaştık. Benim taşralı kılığım Mualla Abla’ya hiç aykırı gelmemiş olacak ki, bir balık Orhan’a bir balık bana atıyordu. Biz de şaraptan yudumlayarak bunları afiyetle yiyorduk. İstanbul sosyetesi, sosyalizme de küçük meyhanelere de henüz meraklı değildi.” (Mehmed Kemal: Acılı Kuşak, Çağdaş, s.41, 1977)

Dahası, Orhan Veli 1947 yılında Tanin gazetesinde yayımlanan “Hoşgör Köftecisi” adlı öyküsünde Mualla Abla’yla işlettiği balıkçı meyhanesini konu edinmiştir:

“Bu manasız dünyanın hiç ummadığınız bir yerinde kapısından dört bir yana nefis kebap kokuları yayılan bir kebapçı dükkânı ile karşılaşmanız imkânsız değildir. İşte ben de o üç masalı balıkçı meyhanesini öyle bir yerde buldum. Daracık kapısından içeriye girerken aksi bir laf mı söylemişim nedir, ters bir müdahaleyle karşılandım. Bir ses: ‘Ne kafa tutuyosun, otursana,’ dedi. Üstelik bu sesin sahibi bir kadındı. (…)
Yanımdaki masada üç kadın oturuyordu. Üçü de dükkânla akraba gibiydiler. Beni tam bir külhanbeyi edasıyla karşılayan kadın sordu:
— Ne içersiniz bayım? Bira mı, şarap mı?
— Bir şey içmek mi lazım? Şarap olsun öyleyse…
Dükkânın havasına enikonu ısındığımı hissettiğim bir anda bu sevimli kadının ismini öğrenmek istedim:
— İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın? dedi. (…)
Orada üç dört saat kaldım. Ben dükkândan oldum ama, dükkân benden olmadı. O güzel havanın tam manasıyla içine girebilmek için aynı yere tekrar tekrar gitmek icap etti. Aileden olmaya başladığımı ancak Muallâ Ablayla ‘Fosforlu’ şarkısını söyledikten, dükkân sahibi Etem Ağabeyle dertleştikten sonra anladım.” (Orhan Veli: Hoşgör Köftecisi, YKY, ikinci basım, 2012)

1947 yılı kışında, yazdan kalmış bir günde Orhan Veli, Sait Faik ve Oktay Akbal vapurla bir Boğaz gezintisi yaparlar; Beykoz’a varıp karınlarını doyurduktan sonra köyü gezip dolaşırlar. Akbal, Orhan Veli’nin hemen her yeri ve her kişiyi tanıdığını, bütün satıcılarla, balıkçılarla, kayıkçılarla ahbap olduğunu anlattıktan sonra, anlattıktan sonra der ki:

“Vapurda dönerken Orhan Veli, o sıralarda ilgilendiği bir kadından bahsetmişti gülerek. (…) Kadın, Orhan Veli ile tanışınca derhal ona aşırı bir ilgi göstermiş… Nedense kadınlarla olan serüvenlerini anlatmayı severdi. Bir gece yarısı da Orhan Veli ile Unkapanı köprüsünden Fatihe kadar yürümüştük. Çakır keyifti, ben de öyle. Bir resim sergisinde ahbap olduğu bir kadınla geçirmekte olduğu serüveni anlattı, durdu. Sevinçli ve alaylı.” (Oktay Akbal: Şair Dostlarım, varlık, 1997, s.55)

Ya Agatha Christie ile Orhan Veli ilişkisine ne buyrulur?!.

“Agatha Christie’nin 11 kayıp gününün Orhan Veli’yle birlikte geçirdiğini iddia eden Deniz Kutlukan’ın Nisan 1997 tarihli Negatif dergisindeki yazısını görünce şok oldum.

‘Agatha Christie kocası Archie’nin aldatması sonucu on bir gün ortalıktan kayboldu ve biz onun bilinmeyen bu on bir gününü nerede, kiminle ve nasıl geçirdiğini ortaya çıkardık… Bu tarihi bilgiyi siz okurlarımızla paylaşmaktan gurur filan duyuyoruz. Agatha Christie, bu on bir günü Orhan Veli’yle birlikte geçirmiş. Ve iki ünlünün ilişkisi başlangıçta tamamen arkadaşlık ilişkisiymiş. Aşk sonradan gelmiş… Ve aşkları sırasında Orhan Veli tam 30 mektup göndermiş Agatha’ya.’

1926 yılında benim bildiğim kadarıyla on gün boyunca ortalıkta gözükmeyen ve kendisinden hiçbir haber alınamayan Agatha Christie’nin arabası bir göl kenarında bulunur. Üstelik ağaca çarpmış olan arabanın içindeki bavullar etrafa dağılmıştır. Yazarın gölde boğulduğu düşünülmüşse de on gün sonra hiçbir şey olmamışçasına ortaya çıkan yazar, 1976 yılında 85 yaşında ölür ama, bu sır olan on gün ne yaptığını hiç bir zaman açıklamaz.
Orhan Veli’nin 1914’te doğduğunu bilmesem, 1926’da 12 yaşında olduğunu hesaplayamasam ben de bu şahane habere hemen inanacağım ama, ne yazık ki hayretler içerisinde yazıyı okumaya devam ettim:

‘Orhan Veli, şairliği ve akşamcılığının yanında sıkı bir polisiye okuruydu aslında. İşte bu gizli kalmış yönünü yıllar sonra ortaya Negatif çıkardı. O yıllarda ülkemizde polisiye roman pek popüler bir yazın türü olmadığından şairimiz hep yabancı kaynaklara yönelmek zorunda kalıyor, yurt dışına giden bir arkadaşına büyük bir hassasiyetle verdiği siparişlerin başında hep dedektif romanları geliyordu. Conan Doyle okuyarak başlamış sanırız bu işlere.
O dönem sık sık yurtdışına giden bir arkadaşı şöyle diyor; ‘Ne zaman garpa yolum düşse, elime bir liste tutuşturur ve bunları almadan gelme sakın derdi rahmetli. Ona yapabileceğiniz en büyük kötülük henüz okumadığı bir polisiye öyküdeki katili söylemek olurdu…’
Orhan Veli’nin bu merakı Agatha Christie’nin kitaplarıyla tanışınca gerçek bir tutku halini aldı. Arkadaşları Orhan Veli’nin bir dönem kendisine bir safari şapkası aldığını ve ortalıkta Hercules Poirot gibi pipo içerek dolaştığını söylüyorlar. Tavırları ve imajıyla gerçek bir dedektif görüntüsü çizerek Beyoğlu meyhanelerinde boy gösterirmiş kendisi. Onun bu merakını bilen arkadaşları kendisine Şair Poirot diye bir lakap takmışlar. Rakı muhabbetlerinin sonlarına doğru herkes iyice kafayı bulduğunda Orhan Veli ayaklanır ve Poirot’nun mühim monologlarını ezberinden okumaya başlarmış.

Orhan Veli Agatha Christie’ye olan hayranlığı sonucu ona mektup yazmaya başlamış. Derin bir hayranlıkla kaleme aldığı bu mektupların çoğu şimdi kayıp.

Fakat yine o dönemki bir arkadaşının anlattığına göre rakı muhabbetlerinin sonlarına doğru bu mektuplar hep mevzu edilir ve arkadaşları Orhan Veli ile bu umutsuz aşkı yüzünden dalga geçerlermiş. Ama Orhan Veli hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmaz, onların değdirmelerine aldırmazmış.

Orhan Veli yaklaşık üç yıl boyunca İngiltere’ye otuz kadar mektup yazmış. Tabii Agatha Christie’nin bu mektupları fark etmesi biraz zaman almış. Günde yüzlerce mektup alan Agatha bu mektuplar içinden Türkiye’den gelen özel bir tanesini fark edene kadar uzunca bir zaman geçmiş. Fakat sonra Orhan Veli’nin duygu dolu, hisli mektuplarından birini keşfedince, ki bir iddiaya göre zarfın içinde kuru ve sarı bir gül varmış, o da cevap yazma gereği duymuş.

Kafka ile Milena gibi mektuplar sayesinde bir arkadaşlık doğmaya başlamış aralarında. Orhan Veli ona şiirlerini İngilizce’ye çevirerek yazmış, Agatha da o sırada yazmakta olduğu yeni kitap hakkında bilgilendiriyormuş şairimizi.

Bu iki önemli edebiyatçı arasındaki arkadaşlık yavaş yavaş aşka dönüşmüş olmalı ki Agatha bir ara Doğu Ekspresine atlayıp İstanbul’a gelmiş. Kendi hayat hikayesi içinde 11 günlük bir muamma olan bu günleri İstanbul’da, Orhan Veli’yle birlikte geçirdiğine dair sağlam kaynaklar var elimizde. Görünen o ki Agatha, Orhan Veli’nin yoğun ve ısrarlı davetlerine en sonunda karşılık vermeye karar vermiş olmalı. Aralarındaki mektup arkadaşlığının nasıl ve ne zaman bir aşka dönüştüğü belirsiz fakat Beyoğlu sokaklarının ve meyhanelerinin bu işte parmağı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Yine arkadaşlarının anlattıklarına göre Orhan Veli, Agatha’yı bir akşam Degüstasyon meyhanesine götürmüş ve rakı içmeyi sevmeyen mektup-sevgilisine rakı içirerek, onu sarhoş etmiş. Tabii sonra Agatha’yı Degüstasyon’dan Pera Palas’a kadar taşımak zorunda kalmış. Gecenin geri kalanının nasıl geçtiği konusunda elimizde yeterli doküman yok, o yüzden kimsenin günahını alamayız.

Orhan Veli’nin dostları, onun on bir gün boyunca hayattan çok zevk alan, mutlu bir insan olduğundan söz ediyorlar. Agatha ile beraber Piyerloti’ye, Emirgan’a gitmişler. Onları Sultanahmet’te nargile içerken gören bir görgü tanığı bile var. O yıllarda Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde mangalcılık yapan bir tanığın ağzından dinliyoruz;

‘Orhan Veli yanında ecnebi bir bayanla gelince çok şaşırdık. Zira genelde yalnız gelirdi. Beraber iki elmalı nargile içtiler. Yanındaki bayanla bizim anlamadığımız bir dilde uzun uzun konuştular. Kırk yıllık ahbap gibiydiler.’ Edebiyat çevrelerinde hatırı sayılır bir şaşkınlığa yol açacağına inandığımız bu önemli bilgileri tarihin tozlu sayfaları arasından çekip çıkarmayı kendimize görev bildik. Bu iki önemli şahsiyet arasındaki aşkın bu güne kadar bilinmemesi, bu aşkın ne kadar özel ve anlamlı olduğunu gösterir diye düşünüyoruz.’

Bir solukta okunan yazı, soğuk havada denize düşmüşçesine etkiliyor insanı. 12 yaşındaki Orhan Veli’yi düşünmeyi bir kenara bırakıyorum, Fransızca değil de İngilizce bilen bir şair Orhan Veli’yi hayal etmeye çalışıyorum. Kendisinden 23 yaş büyük bir kadınla birlikte olamaz diyemedim. Ne de olsa kendisi, aşklarından bahsettiği Aşk Resmigeçidi’nde yazmıştır bunu:

Üçüncüsü Münevver Abla, benden büyük
Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları
Gülmekten katılırdı, okudukça.
Bense bugünmüş gibi utanırım
O mektupları hatırladıkça.

Tüm bunları düşünürken yazının altındaki bit kadar harflerle, baş aşağı yazılan birkaç kelime dikkatimi çekiyor:

‘Yukarıdaki yazı bir nisan parodisidir. Ciddiye almayınız’

İşte o zaman kafamda şiir kaçkını şimşekler çaktı ve neden hiç tarih verilmediğini ya da ‘bir arkadaşın’ isminin söylenmediğini anlayabildim… ‘Parodi’yi hoş bulduğumu belirtmemin yanı sıra; yaş ve yabancı dil bilgisi gibi bir iki ufak (!) detayı daha uygun olabilecek bir yazar yerine Orhan Veli’yi seçerek bana bu yazıyı yazmaya malzeme hazırlayan Deniz Kutlukan’a ve Negatif’in o dönemdeki yazı işlerine teşekkürü bir borç bilirim.” (M. Şeref Özsoy: “Küçücük Hatalar”, KANIK’sadığım Biri: Orhan Veli, orhanveli.net/kaniksadigimbiri/kucucukhatalar)Mücap Ofluoğlu tanımlar Orhan Veli’yi:

“İnce uzun bir adam, devinimleri soylu, alaycı gülücükler içinde, kendinden emin ama çevresine dikkatli ve gözlemci. Üstü başı pek yeni değil fakat temiz. Saçını özenle taramaya, ellerini sık sık yıkamaya meraklı. Konuşması ölçülü; sesi dikliği, sertliği sevmeyen bir tonda, araştırıcı ve ve öğrenmeye yönelik. Her dilden, her sınıftan insanla rahat anlaşabilen bir insan; güzel değil ama güzel görünmesini biliyor, yaşamasını sevdiği gibi, yaşatmasını da seviyor; bence, işte Orhan Veli…

Beni Orhan’a Cahit Saffet Irgat tanıştırmıştı. Pek uzun sayılmaz, 1946-50 arası arkadaşlığımız oldu. Yetmiş beş kuruş ödeyerek aldığım Karşı adlı kitabını imzalarken, dostum Mücab’a demiş; demek beni dost saymış, çünkü en yakın dostu kadar severdim onu.

Ya koltuğumun altında ya da cebinde bir kitap, bir defter, bir kağıt bulundururdu. Meyhanede bile olsa bir köşeye çekilir, yazar, çeviri yapar, kimi saatlerde de okurdu. Okuduğunu yazdığını yanındaki dostuna, arkadaşına açıklayıp tartışmaktan, görüşünü almaktan hoşlanırdı. Paramız az olduğu günlerde Lambo’da buluşurduk.” (Mücap Ofluoğlu: “Bohem Günlerimiz”, Sanat Olayı, sayı:16, Nisan 1982, s.12-14)

Orhan Veli’nin “Ayrılış” şiirinin öyküsünü de anlatır Mücap Ofluoğlu:

“… Paris’e Orhan Veli de çok gitmek istiyordu. Ama ne yazık ki 1948’in bir haziran günü çok sevdiği arkadaşı Mübin Orhan’ı gönderebildi yalnızca. Mübin bize gemiden el sallarken Orhan yaşaran gözlerini saklayıp, bana gülümsemeye çalışıyordu. Gemi Sarayburnu’nu döndüğünde cebinden çıkardığı sigara paketinin arkasına bir şeyler yazdığını gördüm. Hiç konuşmadan yürüdük, yine hiç konuşmadan Karaköy’de küçük bir meyhaneye girdik… İkinci kadehten sonra, ‘Bak, sana bir şiir okuyayım’ dedi ve biraz önce saklamaya çalıştığı o ağlamaklı gözlerle yazdığı şiirdi okuduğu.

AYRILIŞ

Bakakalırım giden geminin ardından

Atamam kendimi denize, dünya güzel;
Serde erkeklik var, ağlayamam.”

(Mücap Ofluoğlu: silinmiş alkışlar içinde, iş bankası, 2008, s.126)

Melih Cevdet Anday, “Orhan Veli’nin şiirinde, arada bir duygularını kaçırdığını, ama samimiyetini katmadığı şiirlerinde etkisinin daha yaygın olduğunu” söyler ve örnekler:

“Sevdalanmış da:

Çok sevdiğim salatayı bile
Aramaz mı olacaktım?

diyor. Oysa salatayı sevmezdi. Eskilerin, sevdalanmayı, yanıp tutuşmakla anlatmalarına benzemiyen bir davranış. Amacı sadece bu.” (Melih Cevdet Anday: Doğu-Batı, Ataç Kitabevi, 1961, s. 12)

Bir başka yazısında, bir başka şiirini irdeler:

“Orhan Veli bir şiirinde diyor ki:

Tak takıştır,
Sür sürüştür;
İnadına gel,
Piyasa vakti,
Muhallebiciye.
Söz olurmuş,
Olsun;
Dostum değil misin?

Neyi anlatıyor bu şiir? Bir duyguyu, bir düşünceyi mi? Hayır, bir duygusunu, bir düşüncesini anlatmak için yazmamış bunu Orhan Veli. Evet, bir kişiyi, bir çevreyi, bir yaşayışı çizmiyor değil. Ama en başta, için için alay ederek sevdiği sözleri, her şeyden önce onları bir araya toplamak istediği ne çok belli. Denilebilir ki, bu şiirde Orhan Veli’nin anlatmak istediği bir düşünce var; o da, bu sözleri sevdiği, bu sözlerle şiir yapılabileceği düşüncesidir… Bir eleştirme, bir deneme.” (Melih Cevdet Anday: a.g.k., s. 64)

Bir başka şiirini, bir başka kalem, —Sunay Akın irdeler?

“İstanbul’un, tarihin akışı içinde değişen dokusunu Orhan Veli’nin şiirlerinde görebiliriz. Galata Köprüsü, altından geçmek için bacasını kıran çatana, mavnalar, bayram yerlerinde kurulan kayık salıncak, Rejı’ye giden işçi kızlar, sucuların çıngırakları gibi pek çok motif karşılar bizi Orhan Veli şiirinde… Ama onun ‘Cımbızlı Şiir’inin tarihçiler açısından apayrı bir önemi vardır:

Ne atom bombası,
Ne Londra Konferansı;
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!

Bu şiir, Orhan Veli’nin 1947’de yayımlanan ‘Yenisi’ adlı dördüncü şiir kitabında yer alır.Dünyanın gidişiyle ilgilenmeyen kadınları taşlayan şiirde adı geçen ‘Londra Konferansı’, şiirin yazıldığı günlerde henüz yapılmamıştır. Şiirin, İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren atom bombasını ve sonrasını içerdiğini göz önüne alacak olursak, Londra Konferansı’nın 1948 yılının Şubat ayında gerçekleşen toplantı olduğunu söyleyebiliriz. SSCB’nin katılmadığı bu toplantıda, İngiltere, ABD ve Fransa, Batı Almanya’daki işgal bölgelerinin statüsünü belirleyerek, federal bir devletin ve Ruhr havzasında uluslararası bir denetimin kurulmasına karar verirler.

Londra Konferansı’nın 1921 yılının Şubat ve Mart aylarında yapılan, Batılı devletlerin zorlamasıyla İstanbul ve Ankara hükümetlerini aynı masaya oturtan toplantı olduğunu düşünemeyiz. Ankara’yı temsil eden Bekir Sami Bey’in ‘Misaki Milli’ andına aykırı davrandığı için görevden alınmasıyla sonuçlanan toplantının atom bombasından çok önce düzenlenmesi bir yana, Orhan Veli o yıl henüz yedi yaşındadır. Bu konferansın tartışmalarının sürdüğü 1921 yılında Orhan Veli, Halife Abdülmecit’in Yıldız Sarayı’nda düzenlediği düğünde sünnet edilen çocuklar arasındadır!..`  (Sunay Akın: “Çukara düştüğü gece, Orhan Veli neredeydi?” Popüler Tarih, Kasım 2000)

Sait Faik’in tanımıyla: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğüse benzeyen bir sırt, — denebilirse — ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli.” (Sait Faik Abasıyanık: “Orhan Veli Kanık”, Yedigün, 2 Şubat 1947)Sait Faik ile iyi arkadaş olurlar. Bir bakıma, ikisi de dünyaya aynı gözle bakmaktadırlar. İkisi de halktan yana, daha ötesi halktan biri olan edebiyatçılar… Olabildiğince alıngan olan Sait Faik, en az kendisi denli alıngan yaratılışlı Orhan Veli ile 1947 yılında Beyoğlu’ndaki bir meyhanede, yeni şiir ve şairler hakkında bir söyleşi yaptığı sırada, Melih Cevdet Ankara’dan gelmiştir. Orhan Veli, buluşma yeri olarak Sait Faik’le görüşmenin gerçekleştiği meyhanenin adresini vermiştir.

Söyleşinin konusu, doğal olarak, Melih Cevdet’i de ilgilendirir. Dinlemeye koyulur. Koyulur ama Sait Faik’in sorularını tuhaf bulur. Enikonu rahatsız olur. Söze karışmamak, giderek Sait Faik’i sert bir dille uyarmamak için zor tutar kendini. Oysa, Orhan Veli son kertede sakin yanıtlamaktadır Sait Faik’in sorularını.

“Kahkahayı basıp yeni bir soruya geçiyor Sait:

‘Bir de soruyorlar, nasırı edebiyata sokmakla ne demek istiyor, diyorlar.’

(“Kitabe-i Seng-i Mezar” şiirinden söz etmektedir Sait Faik. Şöyledir o şiir:

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allahın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.)

Orhan’ın cevabı son derece sakindir:

‘Hayatında büyük manevi acılar olmayan bir insan için nasırın önemli olduğunu sanıyorum.’

‘Peki, gelelim “rakı şişesine balık” olmaya…’

Orhan, Melih gibi tedirgin değil, Sait’i çok yakından tanıdığı için, onun bu dalga geçer haline aldırmadan ciddi ciddi cevabını veriyor.

‘Yoksulluk içinde yaşayan bir adamın hayatını anlatır o şiir. Birçok şey ister, bu arada rakı içmek de ister…’

Sait hemen gırgıra başlıyor:

‘Bana sorarsan üstad, ne göllerde kamış olmayı ne de rakı şişesinde balık olmayı isterim. Bir şişe kırmızı şarap karşısında sıradan bir âdemoğlu olmak nesine yetmez insanın?.” (Sadun Tanju: Eski Dostlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s. 55-56)

Garip akımının 3 şairi sonunda dağılırlar. İlk ayrılan Melih Cevdet olur:

“Ben Tohum şiiriyle Garip’ten ayrıldım. İki arkadaşımda da bir isyan oldu. Oktay Rifat kapıyı kırar gibi açarak ‘yapma Melih, böyle şiir yazma’ dedi, ‘beraber başladık, beraber devam edelim’ dedi… Meğer önce o değiştirmek istermiş şiirini… Orhan Veli de ‘Yapma Melih’ diye tutturdu.

Sonradan Orhan Veli değiştirdi şiirini… Rumelihisarında oturmuşum şiiri var ya… O Garip değildir ki… Nurullah Ataç, ‘Orhan’a bu şiiri yazdırdılar’ dedi ama kimin yazdırdığını söylemedi. Ben söyleyeyim. Orhan’a o şiiri Sabahattin Eyüboğlu yazdırdı. Orhan’a ‘bir de türkü gibi bir şey yapamaz mısın’ dedi, o da yaptı…” (Zeynep Oral: “Edebiyatımızdan On İnsan, Bin Yaşam”, Milliyet Sanat eki, no:8, 18 Kasım 1972)

Nitekim, anılan şiir yazıldıktan sonra, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Veli’yi, “Dünya şairleri arasına en kolay katılabilecek şairlerimizden biri de Orhan Veli’dir. Rumeli Hisarı’nda yeniden türkü söylemeye başlayan bu garip kişi Türkçe’yi insanca söylemesini biliyordu.” diye değerlendirir.

“Orhan Veli’nin yanında kendimi şairden çok ressam buluyordum” diyen Bedri Rahmi Eyuboğlu Varlık dergisinde yayımlanan yazısında şöyle diyordu:

Orhan Veli, “Şiirlerimden çok resimlerimin hatırını sorardı. 1940’ta şiir üzerine uzun uzadıya konuştuğumuz zamanlar bir türlü halk türküleri üzerinde anlaşamıyorduk. Benim türkülere lüzumundan fazla değer verdiğimi söylüyordu, ben de halk türkülerinin her şeyden evvel durup dururken değil muhakkak bir hâdise peşinden söylenmiş olmalarına dikkati çekmeğe uğraşıyordum. Zamanla türküler üzerinde anlaştığımızı sanıyorum. Orhan bir aralık benim bol keseden kullandığım sıfat ve kelime tekrarına da kafayı takmıştı:

‘Bu kadar da olmaz ki birader, bir şiirinde saydım bilmem kaç tane: sıcak sıcak, taze taze, diri diri, dilim dilim, var. İnsaf.” (B. Rahmi: “Orhan Veli”, Varlık, 1 Aralık 1952, s.6)

Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun “İstanbul Destanı” şiirinde Orhan Veli’yi andığı dizeler var:

İstanbul deyince aklıma
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
Şimdi Orhan Veli gelir
Deminden beri dilimin ucundasın Orhan Veli
Deminden beri senin tadın senin tuzun
Senin şiirin senin yüzün
Yaralı bir güvercin misâli
Başımın üstünde dolanır durur
Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine
Neresine mi arayan bulur
Erbabı bilir

Deli eder insanı bu şehir deli
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli

(Bedri Rahmi Eyubuğlu: Dol Karabakır Dol (Haz.: Mehmet Rahmi Eyuboğlu), bilgi, 1985, s.185-186)

Sabahattin Eyuboğlu’nun “bir de türkü gibi bir şey yapamaz mısın” demesi üzerine Orhan Veli’nin yazdığı şiir, “İstanbul Türküsü” adını taşır:

İstanbul’da Boğaziçi’ndeyim,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.

Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;

“İstanbulun mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu halim.”

“İstanbulun orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebalim!”

İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim;
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu;
Tarifsiz kederler içindeyim.

 (“Rumelihisarı’na oturmuşum, oturmuş da bir türkü tutturmuşum” dizelerini vasiyet kabul eden arkadaşları, ölümünün ardından Orhan Veli‘yi Rumeli Hisarı’ndaki Aşiyan Mezarlığı‘nda toprağa verdi. Usta şairin 38 yıl sonra yapılan yonutu da sahildeki küçük parka dikildi. “Başıma da konuyor aman martı kuşları” dizelerinden esinlenilerek, yonuta bir de martı figürü eklendi.)

(Bir parantez daha: Martı figürü 3 kez çalındı.)

Sunay Akın, Orhan Veli’nin yonutu hakkında yazar:

“Ölümünden 38 yıl sonra, Rumelihisarı’ndaki parka heykeli dikilir Orhan Veli’nin. Heykelin yapılış aşamasında, Melih Cevdet Anday aranılır ve arkadaşının oturup kalkışını içeren sorular sorulur. Anday, Orhan Veli’nin otururken bacak bacak üstüne attığını söylese de, heykelin bu oturuş şekliyle hiçbir ilgisi yoktur. Melih Cevdet Anday’ın sözlerini doğrulayan fotoğraflardan biri, Sabahattin Ali’nin anlatıldığı, 1995’te yayımlanan ‘Filiz Hiç Üzülmesin’ adlı kitabın sayfalarındadır. Bu fotoğrafta, Sabahattin Ali’nin yanında oturan Orhan Veli’nin, bacak bacak üstüne attığı görülür. Bir diğer fotoğraf ise, Mina Urgan’ın 1998’den itibaren satış listesinde dev adımlar atan ‘Bir Dinozorun Anıları’ adlı kitabında yer alır. Urgan’ın, Küllük Kahvesi’nde çektirdiği fotoğraftaki Orhan Veli’nin pozu, Melih Cevdet Anday’ı doğrular. Heykelde, şairin oturuşu gibi giydiği, daha doğrusu kendisine giydirilen pantolon da tartışmaya açıktır. Şık giyinmeyi seven Orhan Veli, parasız kalınca elbiselerini eskiciye satardı. Bu konuda unutamadığı bir anısı vardır Melih Cevdet Anday’ın: “Sattığı yer hep aynı eskici olurdu. Hergele Meydanı’ndaki bir eskici. Tatlı bir anım var, onu anlatıvereyim, bu giysilerin pantolon paçaları dardı elbet, Orhan’ın beğenisine uygun olarak. Bir gün, gene bir giysisini götürdüğünde, eskici: ‘Beyim, bir dahaki sefer paçaları bol tut, çünkü satılmıyor dar paçalı olduğu için’ demişti.” Orhan Veli’nin pantolon paçalarının kısa oluşunun nedeni babasıdır! Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda şeflik yapan Mehmet Veli Bey, hiç hoşlanmazmış pantolon paçalarının ayakkabıya kadar sarkmasından. Hatta, şairin Ankara Lisesi’nden arkadaşı Oktay Rifat, bir kompozisyon dersinde kaleme aldığı yazıda, sözünü ettiğimiz paça sorununu ele almış ve Orhan Veli’nin evden çıkarken pantolon paçalarını epey yukarıya çektiğini yazmıştır. Heykele baktığımızda, pantolon paçalarının uzun olduğunu görürüz!.“ (Sunay Akın: a.g.y.)

Orhan Veli‘nin, arkadaş ve dostlarının, o dönemin yazar, şair ve ressamlarının sürekli ve yoğun bir polis takibi altında oldukları, o yıllarda yaşayanlarca yazılmış, çizilmiştir. Elbette yalnızca takip edilseler iyi, polis merkezine götürülüp sorguya çekilmeler, gözaltına alınmalar, giderek hapse atılmalar söz konusu. (Şimdi düşünüyorum da, dolabımda sakıncalı kitaplar bulundurduğumu babama ihbar eden okul yöneticilerinin, bu davranışlarını, edebiyata, — düzyazıya, romana, öyküye, şiire ve edebiyatçılara karşı polisin uygulamalarından haberli olmalarına bağlıyorum.) Mehmed Kemal, o yılları yaşayanları, o dönemde sanatçı olarak türlü acılara katlanmak zorunda kalanları “Acılı Kuşak” diye adlandırır, ‘sıkı polis terörü’nü anlatır:

“Siyasal dalgalanmaları izlemeye güçleri yetmediğinden sakal makal gibi ıvır zıvır şeylerle uğraşıyorlar, şairleri, aydınları tedirgin ediyorlardı. O devirde sendika, sanat özgürlüğü, sosyal adalet diyenin peşinde polisler vardı. Eğer bu sözleri o gün İsmet Paşa deseydi, İsmet Paşanın polisleri, İsmet Paşanın peşine düşerlerdi. Hele sakallı bir şairin Başkent sokaklarında sere serpe dolaşması mümkün değildi. İstanbul’da diyeceksiniz. İstanbul kaldırır, papazı var, hahamı var, insan tanınıncaya dek bir süre geçinir, gider. Orhan da bunu bildiğinden: ‘Ver elini İstanbul…’ demiş, annesinin Rumeli Hisarı’ndaki evine yerleşmişti. Ne de olsa rahat ediyor, pek sıkıştırmıyorlardı. Burada otel köşelerinde idi. Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Bürosu’ndan da uzaklaştırmışlar, iyice boşta geziyordu. Çıkardığı ‘Şiir Sayısı’ hala aranır. O ne temiz şiirler, ne güzel seçim. Adil Hanlı imzası ile çevrilen şiirler de Orhan’a aittir. Bu takma adı, Doğan Aslan, Gelibolu, Koru köyü, Adil Han yöresinde askerlik ettiği için almıştı. Askerliğini oralarda yapanlar Adil Han’ı çok iyi bilirler. (…)

Orhan’ı, şimdi yıkılan İstanbul Pastanesi yakınında ki otelinde sıkıştırıyorlar, yokken odasına giriyorlar, kitaplarını karıştırıyorlar, otelciye göz dağı veriyorlardı. Otelci bir gün dayanamamış: ‘Orhan Bey, otel parasını bile veremeyen fakir bir insansınız. Polisler ne isterler sizden?’ diye sormuştu. Orhancık bu ne desin, verecek cevap bulamamış, boynunu bükmüş: ‘Ne bileyim ben…’ demiş. Gerçekten de polislerin ne istediğini bilmiyordu. Gelip sorsalar, öğrenmek istediklerini polislere Orhan kendisi anlatırdı.” (Mehmed Kemal: Acılı Kuşak, Çağdaş yayınları, 1977)

(Sakallı olmak Ankara’da çok sonraki yıllarda da hoş görülmemiştir. Prof. Dr. Emre Kongar, 1983 yılında sakalının kesilmesi istendiği için Hacettepe Üniversitesinden istifa ettiğini duyurmuştur. 1990 yılında bir Refah Partisi milletvekili gene Emre Kongar’ın Kültür Bakanlığı Müsteşarı olarak nasıl olup da sakal bıraktığını, yönetmeliklere aykırı davranan bu kişinin nasıl olup da müsteşarlık görevini sürdürdüğü konusunda Meclis’e soru önergesi vermiştir.)

Bir polis izleme öyküsü de Salâh Birsel anlatır. İki kafadar, — Orhan Veli ve Halim Güzelson Perşembe Pazarındaki Hoşgör köftecisine giderler. Kafaları çekerken ‘4 hafiye’ izlemededir. Birsel gerekçesini açıklar:

“Çünkü o günlerde Orhan Yaprak dergisinde şöyle tümceler sıralamaktadır:

‘Cami yerine okul yaptırarak, Mızraklı İlm-i Hal yerine hayatbilgisi önılacaktır öğreterek kalkındırılacak bir köylü sınıfı, belki bugün için, bu işlerden hoşnut kalmayabilir. Ama yarın, öbür gün, okumuş, müreffeh, şuurlu bir millet meydana geldiği zaman, halkın gönlü, birtakım dolaplar, oyunlarla değil, iş görmüş, memlekete faydalı olmuş insanların alın aklığı ile kazanılacaktır.’

İkinci Güzel Marmara’dan sonra Orhan’la Halim, Hoşgör’den çıkıp vapur iskelesinin yolunu tutarlar. Hafiyeler Yukarı Boğaz’a kalkacak 11 vapuruna onları yerleştirdikten sonra, raporlarını yazmak üzere iskeleden uzaklaşırlar. Bizimkiler de bir kez daha Boğaz’ın gece şıngırını içlerine çekerek evlerine dönerler.

Çelebiler, böyle olur bize demokrasi dediğin.” (Salâh Birsel, Boğaziçi şıngır mıngır, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, 1981, s. 442-443)

Polis Baskısı, Şinasi Nahit Berker’in Orhan Veli’nin “Sere serpe” şiirinin sonuna bir dize eklemesine yol açar. Evet, aşağıdaki şiirin son dizesini Berker ekler:

Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!
Yürü karakola!..

Orhan Veli, kafası atarsa polisleri kovalar da. Caddebostan plajında kendisine şiirlerini göstermek için uzaktan bakarak elverişli bir zamanını yakalamaya çalışan amatör şairi polis sanır, üstüne üstüne gidince, korkan genç kaçmaya başlar, Orhan Veli de peşinden. Kovalamaca sona erdiğinde durum anlaşılır.

Bir de Ankara’da Kürdün Meyhanesinde yaşanan, Fahir Aksoy’un tanık olduğu ve kitabında anlattığı olay var. Olay, bir yanıyla Melih Cevdet’in Orhan Veli’nin belleği hakkında öne sürdüğü savı da destekler. Güçlü bir belleği olduğunu ortaya koyar.

Aksoy ve Orhan Veli’nin meteliksiz oldukları bir gün meyhanede ne yiyip ne içeceklerini değil, yiyip içtiklerinin parasını nasıl ödeyeceklerini kara kara düşündükleri sırada, masalarına ‘sevimsiz yüzlü’ biri yaklaşır. Polis sanırlar. Adam kendini ‘Doğulu bir şair’ diye tanıtır. Masaya oturmak için izin ister. İzin verilir.

“Leblebi, bayır turpu ve şaraptan başka bir şey bulunmayan masamızın sefaleti dikkatini çekmiş olacak ki hemen bir şişe şarap, arnavutciğeri, şişkebabı ısmarladı.”

Adam şiirlerini hece ve aruz vezniyle yazdığını, ölçüsüz şiirin bir oyun olduğunu söyler, Orhan Veli’nin görüşünü sorar. Orhan Veli’nin yanıtını beğenmez, kaçamaklı bulduğunu belirterek kendisine yakıştıramadığını söyler. Orhan Veli soğukkanlılığını korur ama adam gitgide küstahlaşır ve bir noktada:

“Sen ve arkadaşların o güzelim Türk şiirini mahvettiniz. Nurullah Ataç denilen o deli de sizi bir matahmışsınız gibi öne sürdü. (…) Bu aslında ölçülü şiiri bilmemenizin sonucudur.” diye suçlar. Dahası aruzla yazdığı şiirlerinden birini okusa Orhan Veli’nin ölçüsünü bulamayacağını savlar. Okur da. Orhan Veli:

“Şiirinizin 4, 9, 17, 23 ve 30’uncu dizelerinde ölçü kusuru var beyefendi” deyince adamın sigortası iyice atar, yağar eser. Sonrasını Fahir Aksoy’dan dinleyelim:

“ ‘Orhan Bey, Orhan Bey, mugalatayı bırak, aczini ikrar et. Sen bunun daha ölçüsünü bile söyleyemedin. Ben Erzurumluyum, yemem bunu. Söyle bakalım, biliyor musun, bilmiyor musun? Söyle bakalım, bilmiyorum, de. Doğruyu söylemek ayıp değil. Ayıp olan yalan söylemektir.’
‘Biliyorum beyefendi.’
‘Biliyorum demek yetmez, açıkla.’
‘Peki efendim, söyleyeyim. Kullandığınız ölçü ‘failatün/failatün/failün’dür. Yalnız dediğim gibi, beş kusur var şiirinizde.’
Çevrede gülüşmeler oldu. Şair-i azam (!) mosmor kesilmişti.
‘Bir rastlantı efendim, bir rastlantı!’ diye bangır bangır bağırıyordu.
‘İsterseniz düşük ölçülü dizeleri de açıklayayım.’ (…)
Kâğıtlar, kalemler çıkarıldı. On beş dakika sonra sorun çözülmüştü. Ozan hüngür hüngür ağlıyor ve:
‘Meğer ben bir bok bilmiyormuşum,” deyip duruyordu.
Hesap meselesi mi ne oldu? Doğulu ozanı yatıştırdıktan sonra hesaplar istendi; onun ve bizim hesap pusulalarımızı ayrı ayrı getirdiler. Ama ozan bizim pusulayı Orhan’ın elinden kaptı,
‘Sizi çok yordum, size haksızlık ettim. Hesabı bana bağışlayın, çok rica ederim,’ dedi. (Fahir Aksoy, Kürdün Meyhanesi, Can, 2000, s. 48-52)

Bir Fransız dergisi “tıraş olurken ne düşünürsünüz?” diye bir anket düzenler. Fikret Adil, ankete katılan tanınmış Fransız şair, yazar ve sanatçıların yanıtlarını okurken, “çat kapı Orhan Veli gelir”. Fikret Adil anket sorusunu Orhan Veli’ye yöneltir ve yanıtını not eder. Ölümünden 11 yıl sonra Yeni İstanbul gazetesindeki yazısında Orhan Veli’nin tıraş olurken ne düşündüğünü aktarır:
“Tıraş olurken ne düşünürsünüz?
‘Ekseriya kendim tıraş olmam. Pek nadir olduğum zamanlar çene nahiyesindeki kıllar yumuşamış mı, yumuşamamış mı, onu merak ederim. Yüzümü de, mümkün olduğu kadar az yerinden kesmeğe çalışırım. Berberde tıraş olduğum zaman, yani aşağı yukarı her zaman, gözüm saattedir. İşimin acele olduğundan değil, tıraştan fazla sıkıldığım için. Bir de tıraş olurken, o tıraşın ne işe yarayacağını düşünürüm. Gideceğim yerin ehemmiyetini filân. Yine, berberde tıraş olurken düşündüğüm bir başka şey daha vardır. Öksürmemeğe çalışırım. Ressam Hâmit Görele’ye bir berber ayni şeyi söylemiş. O da ‘ustura ile beceremiyorum, ne yapayım’ diye sormuş. Berber cesaret tavsiye etmiş ve ‘hiç eliniz titremeden metanetle usturayı çekersiniz, bir şey olmaz’ demiş. Hâmit Görele de tecrübeye girişmiş, amma usturayı sürmesiyle yüzünün derisini kaldırması bir olmuş. Metanetini kaybetmemiş amma, bu işe tövbe etmiş. Ne zaman ustura ile tıraş olmaya niyet etsem aklıma bu hikâye geliyor, soluğu berberde alıyorum. Kendim tıraş olduğum zamanlar ise daha çok başkalarının evinde olurum. Çünkü kendi tıraş takımım yoktur. Amma ustura ile olamam, jiletle olurum.’” (Yeni İstanbul, 29 Mart 1961)

Fikret Adil, salt ankete verdiği yanıtı aktarmakla kalmaz, Orhan Veli’yi şu tümcelerle değerlendirir:

“Orhan Veli, herhangi bir topluluk içinde mevcudiyetini, maddî, bedenî varlığını bir ağırlık halinde hissettirmeyen nadir insanlardandır. İlk defa gittiği bir yabancı evde dahi, sanki yıllardır orada yaşamış gibi rahat görünürdü. Sokakta yürürken yanınıza çıka gelirse, bunu saatlerdir beraber imişsiniz gibi tabiî telâkki ederdiniz. Çünkü, hele İstanbul’da, nereye baksanız onun bir mısraı aklınıza gelir. Hoş, başka yerde de, meselâ Ankara’da. O, İstanbul’u kendisiyle beraber her tarafa götürürdü.”

Orhan Veli’nin “Sere serpe” şiirinin sonuna bir dize ekleyen gazeteci Şinasi Nahit Berker

Matbuat Hazretleri” adını verdiği anı kitabında anlattığı aşağıdaki öykü de, hem şair hem de gazeteci hakkında izlenimler edinmeyi sağlıyor:

“Allah gani gani rahmet eylesin, Orhan Veli, ‘Karşı’yı çıkarmış… Meyhanede rastlaştık… Ben:

— Uğurlu kademli olsun, kitabın çıkmış… Alacaktım ama meteliğim yok… Kitaptan varsa bir tane veriver… Bir kadeh şarap da ısmarla…
Orhan o sevimli gülümseyişi ile güldü:
— Otur bakalım dedi, garson Mustafa’ya da seslendi:
— Mustafa, Şinasi’ye bir bardak şarap!..
Sonra gazetelerin arasından, ‘Karşı’yı çıkardı… İlk boş sayfasına bir şeyler yazdı:
— Al kitabını, dedi…
Aldım, yazdığı yazıyı okudum… Bakın ne yazmış:
‘Şinasi Nahit Berker’e,
Satış anında kolay yırtılabilmesi için ithafımı bu sayfaya yazdım. 12.XI.1949 Orhan Veli’

Karşı” adlı kitabını imzalamasına ilişkin bir öykü daha var. Öyküyü kitabı imzalatmak isteyen tiyatro oyuncusu, seslendirme sanatçısı, şair, yazar Mücap Ofluoğlu anlatır:

“Orham Veli’nin Karşı adlı şiir kitabı yayımlanalı çok olmuştu. Kitabı yayımlandığı ay içinde almış ve okumuştum, evde kitaplığımda duruyordu. Bir gün Orhana’a imzalatmak için yanıma aldım, Lambo’ya geldim. Ederi yetmiş beş kuruş olan kitaba Orhan şunları yazdı:

‘Dostum Mücap Ofluoğlu’na. 75 kuruş kitap, 25 kuruş da imzamım değeri, etti bir papel.

30.VI.1950 – Orhan Veli”

Bu sununun altına da şunları ekledi:

‘Kitabı kendisi almış, 75 kuruşu da vermiş. Binaenaleyh bu kitap benim hediyem değildir. Bununla beraber ben Mücap Ofluoğlu’ndan alacaklıyım. Çünkü kitabın değeri üzerinde 75 kuruş yazmasına rağmen 25 kuruşu geçmez. Benim imzama gelince, ben Mücap’tan,

1000000
-50
———–
1000950

Alacaklıyım. Hesabı kıt olanlar büyük riyaziyecilere gitsin. Orhan Veli.’ (Mücap Ofluoğlu: a.g.k., s.181-182)

Sözü Ofluoğlu’na vermişken, sürdürmesine izin verelim:

“Kasımın on üçüydü. Cahit Irgat, Kemal Edige ve birkaç arkadaş daha Lambo’da eğlenceli bir gün geçirmiş, ayrılırken de bir gün sonra buluşup Hristaki’ye gitmek üzere sözleşmiştik. Çünkü 14 Kasım benim doğum günümdü. Yalız, bir-iki gündür Orhan Veli yoktu ortalıkta. 14 Kasım günü de görünmeyince, belki aniden Ankara’ya gitmiştir diye düşünmekte karar kıldık.

15 Kasım 1950, günlerden de Salı. Halk Film Stüdyosu’nda dublajdayız. Vakit öğlewden sonra. İşimizi bitirdikten sonra Lambo’ya gideceğiz. Saat on yediye doğru yaşantısı ve davranışları ile ünlü aktör Feridun Çölgeçen dublaj yaptığımız salona girdi. O sırada bir parça alınıyordu. Parça seslendirildikten sonra Feridun, ‘Çocuklar biliyor musunuz, Orhan Veli ölmüş’ der demez, Feridun’un yakasına yapışmıştım. Öyle şaşırmıştım ki, ‘nereden duydun, uydurma’ diye bağırarak da Feridun’u tartaklamaya başlamıştım. Zavallı Ferdiun Çölgeçen, ‘Monşer, ne uydurması, Sanat Dostları’na uğramıştım, orada duydum. Dün akşam, Aksaray’da mı ne, bir kaza geçirmiş, beyin kanaması dediler’ dedi.

Hepimizin eli ayağı kesilmişti, ne söyleyeceğimizi, ne yapacağımızı bilemiyor haldeydik. Stüdyoya bir sessizlik çökmüştü, ağlamaklı, şaşkın, donup kalakalmıştık. Hiçbirimizde mikrofon başına geçip konuşacak hal kalmamıştı. Oysa seslendirilecek daha bir sürü parça vardı. Sürekli Feridun’a sorup duruyorduk. Biz, ‘Nasıl olmuş, Orhan neden kaza geçirmiş, nerede olmuş’ dedikçe, o da aynı şeyleri yineliyor ve, ‘Sarhoşmuş, yürürken bir çukura düşmüş, başını vurmuş yere, beyin kanaması diyorlar. Vallahi benim duyduklarım dabu kadar,’ diye üzüntüyle yakınıyordu.

Orhan’ı eller üzerinde Aşiyan’a götürüp toprağa verdiğimizde, son sözü Orhan Murat Arıburnu söylüyordu: ‘Olmaz ki Orhan, böyle de yatılmaz ki…’” (Mücap Ofluoğlu: a.g.k., s.172-173)

Yukarıdaki satırlarda anılan ‘Lambo’nun meyhanesiyle ve de Orhan Veli ile ilgili olarak Melih Cevdet Anday 1979 yılında şöyle yazar:

“Orhan veli bir zamanlar Beyoğlu’nun bir arka sokağında, Lambo’nun meyhanesinde içerdi. Orhan öldü; birkaç yıl sonra Lambo kendini astı, yeri bir süre kapalı kaldı. Bir gün oradan geçerken baktım, eski meyhanenin yerinde bir bakkal dükkânı, içeri girdim, adama, ‘Burası eskiden Lambo’nun meyhanesiydi, biliyor musunuz?’ diye sordum. Adam ‘Hayır’ dedi; ben tavanı göstererek ‘Astı kendini’ diye sürdürdüm sözümü. Bakkal korku ile tavana baktı, ‘Burada mı?’ dedi. ‘Ya…’ dedim. ‘Orhan Veli de burada içerdi’. Bakkal ‘O da mı meyhaneci idi, o da mı astı kendini?’ diye sorunca hiç ses vermeden dışarı çıktım. Deli sanmıştır beni belki de. Olmadığımı kim savunabilir ki! İnsanın mayasında delilik vardır.” (Melih Cevdet Anday: “Dolaşma”, Paris Yazıları, s. 72)

Orhan Arıburnu’nun ‘son söz’üne, başka ‘son sözler de eklemek olanaklı. İşte, Bella Eskenazi, Nazım Hikmet ve Oktay Akbal’ın sözleri:

“36 yaşında belediye çukuruna düşen Veli’nin ölümü… {Bella} Siyah-beyaz bir filmden bahseder gibi konuşuyor: ‘Küçük ablam yeni doğum yapmıştı. Yoksul dönemimizde Taksim’deki evimize geldi. İçki muhabbeti yapmadı hiç. Arada işim var deyip dışarı çıkar, dönerdi. Sonradan Rum meyhanesine gittiğini öğrendim. Son geldiğinde başı müthiş ağrıyordu. Konuşamıyordu. İçki içmeye de gitmedi. Benim işim vardı, dışarı çıktım. Muzaffer adında bir gazeteciyle Mualla onu hastaneye götürmüşler. Komaya girmiş. Sonra belediye çukuruna düştüğünü duydum. Ölmüş… Bir-iki gün sedyede bırakmışlar. Alkol koması diyen de oldu, şeker koması diyen de… İki gün sonra ablamdan öğrendim. İlk gün yanında kalmış. Kimse gidip görelim demedi, ben de gitmedim. Her gün evimizde olduğu için çok alışmıştık. Cenazesine ben de gittim. Bütün meyhaneci arkadaşları oradaydı. Çok içerdi, alkolik olmuştu. İçince sızardı, terbiyesizlik yaptığını hiç görmedim. Bence kıymeti bilinmedi. Bir tek Nurullah Ataç bildi’” (Ayhan Hülagü: “Bella, Orhan Veli’nin anlatamadığını anlattı”, Zaman, 9 Ekim 2011)

Ölümüne yol açan kazadan önce de başından tatsız olaylar geçmiştir Orhan Veli’nin. Kardeşi Adnan Veli sıralamıştır:

“Orhan Veli beş yaşındayken ateşte yanma tehlikesi geçirmişti. Mutfaktaki tavada köfte kızartılırken, usulca tavanın yanına sokulmuş, elinde çatalı köftelerden birine saplamak istemişti. Çatal kayıverince kızgın yağın içine yuvarlandı. Ağır şekilde yandı. Uzun tedaviden sonra kurtarıldı.

Orhan Veli yedi yaşında, Halife Abdülmecit efendi tarafından Yıldız Sarayı’nda sünnet ettirildi.

Dokuz yaşında kızamık hastalığı geçirdi; on iki yaşında, Beykoz çayırında oyun oynarken diz kapağını dikenli tele takmak suretiyle ağır şekilde yaralandı.

On üç yaşında iken, yirmi yaşındaki hizmetçileri Fatma’yı Flober tabancasıyla korkutmak istedi. Tabanca birdenbire ateş aldı ve genç kız karnından ağır şekilde yaralandı.

Orhan on yedi yaşında kızıl hastalığına yakalandı.

Yirmi üç yaşında iken, 1939 ağustosunda bir otomobil kazası geçirdi. Beş arkadaşın bindiği otomobili Melih Cevdet kullanıyordu. Gece, Ankara’da Baraj tepesinden inişte, Melih’in otomobile hâkim olamaması yüzünden virajı alamayan ve uçuruma yuvarlanan otomobil parçalandı. Orhan da başından, göğsünden, bacaklarından ağır surette yaralandı. Yirmi gün koma halinde Ankara Numune Hastanesi’nde yattı.

1943’de askerlik hizmetini yaparken Gelibolu’da attan düştü. Birkaç günlük tedaviden sonra iyileşti ve nihayet 1950 yılında bir kaza daha geçirdi. Ankara’da, karanlık bir sokakta, belediye tarafından kazılan, fakat gece işaret konmayan bir hendeğe düştü.” (Adnan Veli: Orhan Veli için, Yeditepe, 1953, s.16-17)

“Bu olağanüstü şairi iki Hasan’dan dinledim. İlki[4], Hasan Pulur: ‘Biz Dönüm’ü[5] çıkartırken Orhan Veli hayatını kaybetti. Bunun üzerine Varlık Dergisi, Orhan Veli’nin mezarını yaptırmak için bir kampanya başlattı. Ben de sınıfta 16 lira para topladım ve Varlık Dergisi’ne gönderdim. Daha sonra Varlık, kampanyaya katılanları liste halinde yayımladı. Orada ‘Kabataş Lisesi 4-B öğrencileri’ yazıyordu. Bunun üzerine Kadircan Kaflı diye bir hocamız vardı, o bizi ihbar etmiş. Disiplin Kurulu’na çağrıldım. Kurulun Başkanı Galip Baba denilen Galip Vardar: “Gel bakalım bre melun… Sen Orhan Veli’nin mezarı için para toplamışsın, öyle mi?” dedi. “Evet” dedim. “Niye bana haber vermedin?” diye kükredi ve devam etti: “Söyleseydin 5 lira da ben verirdim.” O böyle deyince diğer hocalar ne yapacaklarını şaşırdılar ve gülmeye başladılar. Disiplin Kurulu’nda soruşturmaya gerek olmadığı kararı çıktı, biz de rahatladık. Galip Baba müthiş bir insandı. 10 Kasım 1938’de öldü. Atatürk için ağlarken kalp krizi geçirdi.” (Onur Behramoğlu: “Köprüleri Atan Şair: Orhan Veli”, RK Kitap Gazetesi, Mayıs 2012)

 Nazım Hikmet 1955 yılında Budapeşte Radyosu Türkçe Yayınlar Servisinde Edebiyat izlencesinin konuğu olur. Spikerin “Bavulunuzda ne var?” sorusunu şöyle yanıtlar:

“Şimdi size söyleyeyim, mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu. Ama ölümsüz…” (Sunay Akın: İstanbul’un Nazım Planı, Çınar Yayınları, 2005, s.134-136)

Orhan Veli’nin ölümü üzerine, ‘Garip’ arkadaşı Oktay Rifat bir “Ağıt” yazar:

Önce üstün başın eskidi
Etlerin gözün kaşın eskidi
Ne varsa taze bildiğin
Eskidi oğlu eskidi
Elden ayaktan oldun kardeşim
Kalem parmaktan tırnaktan
Bir canın vardı cıvıl cıvıl
Candan oldun kardeşim
Satırlara kaldın kitaplar içinde
Hani saç kirpik der
 
Of ne kötü dünyaymış
Bir Orhan veli varmış
Gel gel kardeşim Orhan
Benim ellerimi al
Benim gözlerimi kullan

Halim Şefik’in “Otopsi” şiiri de Orhan Veli için yazılmıştır:

Morgta açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince ten kafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost gördüler
Ama bu işte doktor beyler
Doğrusu geç kaldılar
Çok geç kaldılar

“… o bana öteden beri aramızdan biri gibi görünmedi. Başka bir dünyanın insanıymış gibiydi. Bir düşte görüp tanış çıktığımız insanlardan. Alain-Fournier’nin[6] kendisi için ‘belki de ben gerçekten var olan bir kişi değilim’ demesi gibi, Orhan Veli de dünyamıza, hele bugünkü dünyamıza yakışmıyan insanlardandı. Bir masal oldu şimdi. Belki de günün birinde Nasrettin Hoca, Karacaoğlan, Yunus Emre gibi efsaneleşecek. Hakkında türlü söylentiler uydurulacak, şarkılar, fıkralar düzülecek. Belki de gökyüzünü maviye boyayanın o olduğuna inanacaklar. Kirli gökyüzüne bakınca: ‘Bu sabah da Orhan tembellik etmiş’ diyecekler. Gerçekten de o gökyüzünü maviye boyayan Dalgacı Mahmuttu: Bir şairdi. İnsanoğlunun içindeki gökyüzünün bulutlarını dağıtıp, ona umut, kuvvet, yaşama gücü veren, bir hayat kaynağı yaratan ölmez kişilerden… Ardında bıraktığı o ufacık ufacık şiirleriyle bu görevine yıllar yılı devam edecek.

İşim gücüm budur benim
Gökyüzünü boyarım her sabah
Hepiniz uykudayken
Uyanır bakarsınız ki mavi…

(Oktay Akbal: a.g.k., s.55-56)

***

14 Kasım 2013 günlü bir haber:

Orhan Veli’nin cebi gerçekten delikmiş

“Cep delik cepken delik” diyen şair Orhan Veli’nin cebi gerçekten delikmiş.

Hepimiz onu, “Garip Şiir”in en bilinen ismi olarak tanıdık. Onun adını bilmeyenler bile, şiirlerinden mısralar okunduğunda hatırlarız. En çok da “Cep delik cepken delik” şiiri bilinir.

Ortaya çıkan yeni bir belge, Orhan Veli’nin gerçekten “garip” olduğu ve “cebinin de delik” olduğunu ortaya çıkardı. Yeni belge ile, Orhan Veli’nin o şiiri boşuna yazmadığı anlaşıldı.

Orhan Veli’nin İş Bankası’na 229 TL 43 kuruş borcu bulunduğu, bununla ilgili haciz işlemi yapılmak istendiği ve haciz için işyerine gidildiği ortaya çıkıyor.

Ne var ki “Dairesindeki” görevinden ayrıldığı anlaşılan Orhan Veli’ye haciz işlemi yapılamaz ve bu bir tutanakla ortaya konur. Bu tarihi belgeyi, şair Sunay Akın paylaştı.

Ankara 5. İcra Memurluğu görevlileri tarafından kayda alınan tutanakta şu bilgiler yer alır:

“Ankara İş Bankası’na 229 lira 43 kuruş borçlu olan Orhan Veli Kanık’ın 31.X.1946 tarihinde Dairesindeki görevinden ayrıldığına ve su sebeple kendisinden bir kesinti yapılmasına imkan olmadığına bilgi edinilmesini rica eder, saygılarımı sunarım.

DELİKLİ ŞİİR

Cep delik, cepken delik,
Kol delik, mintan delik,
Yen delik, kaftan delik;
Kevgir misin be kardeşlik!

 

ÖNDER ŞENYAPILI

 

 

DİPNOTLAR :

[1] “Asım Bezirci’nin hazırladığı yaşamı, kişiliği, sanatı, eserleri ile Orhan Veli’… incelemesindeki bir başka ‘baskılar arası ilginçlik’ ise kitabın sonundaki ‘Basında Yankılar’dadır. Mehmed Kemal 7 Kasım 1972’de Barış Gazetesi’nde bu kitapla ilgili yazdığı yazıda Asım Bezirci’nin bir yanlışını düzeltir:

‘Sayın Bezirci izin verirse, bir noktayı açıklığa kavuşturmak istiyorum: Orhan’ın “Böyle havalarda istifa ettim… Evkaftaki memuriyetimden…” diye iki dizesi vardır. Bezirci, ‘Buradaki Evkaf sözü için bütün hayatını daire ile ev arasında geçiren, bundan başka hayat bilmeyen küçük memuru anlatmaya en elverişli kelime idi’ diyor. Çünkü Orhan, PTT’de çalışıyor, ordan istifa ediyor, evkaf sözcüğünü kullanıyordu. Bunu açıklayacağım işte.
Orhan’ın çalıştığı PTT, Evkaf apartmanında idi. Orhan, Evkaf’taki PTT’de çalıştığı için oradan ayrıldı. Bu sözü bunun için de söylemiş olabilir. Bunu Şahap Sıtkı’dan ve Melih Cevdet’ten de sorabilir. Başka tanıklar da vardır sanıyorum. Avukat Mennan Cemil, Reşat Cemal Emek, Kemal Zeki Gençosman….’

Ne var ki Asım Bezirci, Mehmed Kemal’in bu düzeltmesini Cem Yayınları’nın baskısına koysa da sonraki baskılardan bu paragraflar nedense çıkarılır. Böylece bu not da diğer yayınevleri sayesinde küçücük hatalar listesine dahil edilir.” (M. Şeref Özsoy: “Küçücük Hatalar”, KANIK’sadığım Biri: Orhan Veli, orhanveli.net/kaniksadigimbiri/kucucukhatalar)

[2] Aynı yazıda verilen bilgiye göre: “Şinasi Baray, zamanla meyhane duvarlarının yazılarla dolduğunu görünce, insanların yazabilmeleri için bir anı defteri oluşturmaya karar vermiş ve kapağında üç at nalı çakılı olan defteri hazırlamış. Şinasi Baray’ın 1989 yılında ölümünden sonra bu defteri eşi Melek Baray’ın muhafaza ettiği biliniyor. Meyhane müdavimlerinin notlar düştüğü bu defter, tam anlamıyla bir belge niteliğinde. Birçok şairin şiirleri ve yazarların notlarının yanı sıra, Semih Balcıoğlu, Altan Erbulak gibi şu anda hayatta olmayan ünlü karikatüristlerimizin çizimlerine de bu defterde rastlamak mümkün. Üç Nal’a muhtemelen ailesi ile gelmiş olan küçük bir çocuk ise deftere ‘burasını çok sevdim’ diye not düşmüş. Notun altına adını yazmayı da ihmal etmemiş; ‘İdil Biret’”.

[3] Malum olan, o gece Orhan Veli’nin bir çukura düştüğü ve 5 gün sonra yaşamımnı yitirmesidir. (ÖŞ)

[4] İkincisini şöyle anlşatıyor Behramoğlu: “Aynı yıllarda, Bursa Erkek Lisesi edebiyat öğretmenlerinden Muzaffer Gürses, derste Orhan Veli’den şiir okuması sebebiyle öğretmenlikten alınarak kütüphane memurluğuna atanır. Bu onurlu görev değişikliğine tanıklık eden, odamın pencerelerini açtığı bir sabah mırıldandığı dizeleriyle Orhan Veli’yi arkadaşımmışçasına sevmemi sağlamış, köy enstitülü, emekli edebiyat öğretmeni dedem Hasan Ceyhan’dır.”

[5] Hasan Pulur’un yayımına da katıldığı 1953-1954 yıllarında yayımlanan dergi

[6] Alain-Fournier, asıl adı Henri-Alban Fournier (1886-1914) olan Fransız yazar, şair ve asker. İki kez filme alınan Le Grand Meaulnes (Adsız Ülke) romanıyla ünlenmiştir.

Kategoriler:   Biyografi, Şiir