Menü

ÖZDEMİR ÂSAF / ÖNDER ŞENYAPILI

 

 (1923-1981)

‘Renk’ deyince ya da ‘beyaz’ ya da ‘kirlenmek’… ve elbette ‘jüri’ sözü geçince hemen onun ikiliğini anımsarım:

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler

Kimi yazılarımda da şairinin adını anarak kullandım. İkiliğin başlığı “Jüri”dir.

Jüri” şairinin böylesi ikilikleri boldur. Ya da kısacık şiirleri. Hepsi birer ‘özdeyiş’tir. Örneğin:

Sana güzel deyorlar;
Sakın olma.

Ya da:

Sen bana bakma

Ben senin baktığın yönde olurum.

 Kimi uzun(ca) şiirlerinin, örneğin “Yalnızlık Paylaşılmaz” şiirinin son ikiliği:

Yalnızlık paylaşılmaz,
Paylaşılırsa yalnızlık olmaz

 Bu filozof şairin asıl adı Halit Özdemir Arun, yaygın bilinen adı Özdemir Âsaf. Halit’i ve Arun’u bırakıp babası Mehmet Âsaf’tan Âsaf’ı alır.

Baba Mehmet Âsaf, Şebinkarahisar kaymakamı iken, varlıklı ailesi İstanbul’un Acıbadem semtindeki köşkte; karşı köşkte de bir genç hanım, — Hamdiye Hanım yaşamaktadır. Hamdiye Hanımı, ağabeyi, Mehmet Âsaf için beğenir. Ağabeyinin beğenisini benimseyen Mehmet Âsaf da, romantik bir evlilik önerisinde bulunur. Şebinkarahisar’dan Hamdiye Hanıma işlemeli bir ipek mendil gönderir. Hamdiye Hanımın yanıtı da romantiktir: Saçının tellerine geçirdiği boncukları yollar Mehmet Âsaf Beye. Evlenirler.

1922 yılında Mehmet Âsaf Beye Atatürk’ten bir ileti ulaşır: “Âsaf’a söyleyin, Ankara’ya gelsin” demiştir Atatürk. Çünkü Şurayı Devlet (Danıştay) kurulacaktır, Mehmet Âsaf Beye de görev düşmektedir. Çift Ankara’ya taşınır.

Bir yıl sonra, Ankara’da çiftin ikizleri doğar. 11 Haziran 1923 günü Özdemir, 12 Haziran 1923 günü Özgönül dünyaya gelir. İkizleri, dönemin ünlü operatör Dr. Mim Kemal Öke doğurtur.

1930 yılında, Mehmet Âsaf Bey kısa süren bir hastalık dönemi sonrası ölür. Atatürk, İsmet İnönü’ye Mehmet Âsaf’ın çocuklarının okutulması talimatını verir. Aile İstanbul’a Acıbadem’deki köşke taşınmış olduğu için çocuklar İstanbul’da bir ilkokula yerleştirilir.

1934 yılında “Soyadı Yasası” yürürlüğe girince, Mehmet Âsaf Beyin eşi “Arun” soyadını alır. Dolayısıyla, çocuklar okula babalarının Âsaf soyadıyla kaydolmuşlardır. Yâni Özdemir Âsaf adı ilkokul döneminden kalmadır.

1942 yılında Kabataş Erkek Lisesini bitiren Özdemir Âsaf Üniversiteye girerse de bitirmez.

1941-1942 yıllarında şiirlerini Özdemir Özden imzasıyla yayımlar. Bir takma adı da Özdemir Yasaman

“Dostluğumuz bir film gibi başladı” diye anlatmaya koyulur Oktay Akbal; sürdürür:

“1942 sonlarıydı. Servetifünun’un kurucusu Ahmet İhsan ölmüştü. Birçok gazeteci, yazar, mürettip cenazeye gitmek istiyorduk. Cavit Yamaç’la beraber Denizyolları idaresinden Değirmendere’ye bizi götürebilecek bir motor istemeye karar vermiş, işin peşine düşmüştük. Rıhtım boyunca bir o binaya, bir bu binaya girip çıkıyorduk boşu boşuna. Basımevinde bütün ahbaplar bizi beklemekteydiler. Bu arada sarışın bir genç de bize katıldı. O da cenazeye gitmek istiyordu. Bizimle beraber dolaştı durdu. Sonunda çaresiz elimizi kolumuzu sallıyarak basımevine dönmek zorunda kaldık. Artık cenazeye de yetişemezdik. Yolda o sarışın gençle şiirden, edebiyattan konuşmuştuk. Şiirler yazıyordu, ama yayımlamaktan korktuğunu söylüyordu, tek tük şiirleri bazı magazinlerde çıkmıştı. O günden sonra sarışın delikanlı basımevine gidip gelmeye başladı. Kendisine imza olarak ‘Özdemir Âsaf’ adını hepimiz birden kararlaştırmıştık. Daha önceki ‘Özdemir Özden’, ‘Özdemir Yasaman’ imzalarını bir yana attı. Derken Cavit Yamaç Adana’ya gitti. Basımevinde yalnızdık. Özdemir Âsaf’ın her gün yeni bir şiirini okuyor, ondaki taze şiir kaynağını keşfetmeğe çalışıyordum. Dergimizde ilk şiirleri birbiri ardına basılıyordu.” (Oktay Akbal: Şair Dostlarım, Varlık, 1977, s. 80-81)

Özdemir Âsaf, kendini aşağıdaki satırlarla anlatır:

“Doğumum: 11 Haziran 1923, Ankara. Danıştay üyesi Mehmet Âsaf’ın (ölümü 1930) oğluyum. İkiz kız kardeşim Özgönül, benden 31 saat sonra, 12 Haziran 1923, saat 15.30’da doğdu. Babamın öldüğü yıl İstanbul’a geldik. Galatasaray Lisesi ilk kısmına girdim. 1941 yılında l1’inci sınıfa geçince, Kabataş Erkek Lisesi’ne bir ek ara sınavı ile girip 1942 yılında mezun oldum. Hukuk Fakültesi’ne, İktisat Fakültesi’ne (3. sınıfa kadar) ve bir yıl Gazetecilik Enstitüsüne gittim. Bu aralarda Tanin ve Zaman gazetesinde çalıştım. Çeviriler yaptım. İlk yazım 1939 yılında ‘Servetifünun – Uyanış’ dergisinde çıktı. Sanat-edebiyat dergilerinde 1962 yılına kadar çoğunlukla şiir olmak üzere yazı ve çevirilerimi yayımladım. Artık yalnız kitap çıkararak yayımlıyorum. (Tertip ve baskı yanlışlarından nefret ederim.)

“1951 yılında Sanat Basımevi adıyla bir basımevi kurdum.

Kitaplarımı ‘Yuvarlak Masa Yayınları’ adı ile yayımlıyorum. “1954 yılında bir Atlantik ve Amerika’nın Doğu Kıyı şehirleri turu yaptım. 1959’da Laponya’dan başlayarak hemen tüm Avrupa’yı gezdim.

1966’da Yugoslavya’ya gittim. Makedonya Yazarlar Birliği’ nin çağrılısıydım.”

1946 yılında zaman zaman “Sabah” diye seslendiği eşi Sabahat Tezkan ile evlenir.

Çift, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğrenciyken tanışırlar. Yakışıklı, iyi giyinen Özdemir Âsaf’tan etkilenir Sabahat Hanım da. Ne var ki, Özdemir Âsaf henüz askerliğini yapmamış. Öğrenci. Yâni işi gücü de yok. Dolayısıyla, Sabahat Hanımın babası başarılı bir tacir olan Mustafa Tezkan kızının etkilenişini büyük olasılıkla olumlu karşılamayacaktır. Sabahat’ın annesi olan ilk eşi de, ikinci eşi de hastalanıp ölmüşler. Dolayısıyla, üçüncü kez evlenmiş olan baba Tezkan işine bağlı, evine, — eşine, kızına düşkün biridir. Sabahat Hanım da babası niteliklerinde biriyle evlenmeyi düşler. Gelgelelim, karşısına babasından çok farklı biri çıkmıştır.

Sabahat Hanım babasının üzüleceğini düşündüğü için ‘etkileşimi’ sonlandırmak amacıyla 1. sınıfın sonunda okulu bırakır. Bunun üzerine Özdemir Âsaf mektuplar göndermeye başlar. Aradan bir süre geçtikten sonra, Sabahat Hanım Hukuk Fakültesine değil de, İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne yazılır. Ayrı okullarda olunca Özdemir Âsaf’ın ilgisinin sona ereceğini düşünmüştür ama düşündüğü gibi olmaz. Özdemir Âsaf kendi okulunu asıp sık sık Sabahat Hanım’ın okuluna gelmeye başlar. Gönderdiği mektuplardan birinde şöyle der: “Eğer başkasını sevmiyorsan veya söz vermemişsen seni pek çok, herkesten fazla mesut etmeye çalışacak kadar çok seviyorum. Ve kendimde bazı vasıfların bulunmadığını bilsem hiç böyle bir teklife yanaşmazdım. Pek yakında kendime parlak ufuklar açacağım. Yeter ki beraber olalım.”

Sabahat Hanımın babası Özdemir Âsaf’ın bu dirençli tutumunu öğrenince, bu aşkın evlilikle sonlanmasına razı olur. 14 Eylül 1946 günü Liman Lokantasında Sabahat Selma Tezakın ile Özdemir Âsaf gösterişli bir düğünle evlenirler.

Özdemir Âsaf askere gider. O askerdeyken Sabahat Hanımın babası ölür.

1947 yılında kızları Seda Arun doğar. Seda Arun “Şakacı yönü az bilinen babamın, benim doğumumla ilgili hoş bir anısı var” diyerek anlatmıştır:

“İstanbul, Acıbadem’deki köşkün büyük bir bahçesi, bahçede de meyve ağaçları vardır. 26 Haziran 1947 günü bahçeden toplanan armutlar büyük bir iştahla yenir. Annem hamile olduğu için biraz daha fazla yer. Akşam herkes odasına çekilince annem, ‘Özdemir, çok sancım var’ der.

Babam da ‘Haklısın Sabahat, benim de çok sancım var. O kadar armut yememeliydik’ diye cevap verir. Babam uyur, ama annem uyuyamaz. Tekrar seslenir: ‘Özdemir, dayanamıyorum, çok sancım var.’ Babam ‘Uyuduğuma bakma, benim de çok sancım var, ben de dayanamıyorum’ der.

Sabah olduğunda annem hâlâ sancılıdır. Babaannem, babateyzem, halam, annemi Zeynep Kâmil Hastanesi’ne götürürler. Sancının armuttan değil, doğumdan olduğu anlaşılır.” (Seda Arun, “Özdemir Âsaf’ın ‘Kağaköy’ hikâyesi”, Cumhuriyet, 30 Ocak 2012)

“Hastanenin doğum hemşiresi, kucağındaki kundağın içinde bulunan ben’i kapıda bekleyenlere uzatarak ‘Müjde, bir kızınız oldu’ der. Kimsenin ağzını bıçak açmaz. Çünkü ailenin kadınları erkek çocuk beklemektedir. Hatta ismi bile vardır çocuğun: Rızkullah. Bu ismi de kelimenin kökünün rızk sözcüğünden geldiği için seçmişler. Babateyzem, ailenin en atik kadını olarak kundağı alır. Eve dönerler. Annem için hazırlanan loğusa odasındaki süslü yatağa yatırıldığım zaman bile herkes, hemşirenin bir hata yaptığını ümit eder. Aileye yeni katılan kız çocuğuna alışmaları biraz zaman alır. ‘Kız mı ağlıyor?’, ‘Seninki nerede?’, ‘Çocuğun karnı mı aç?’, ‘O uyuyor mu?’, ‘İçerdeki ne âlemde?’ benzeri cümlelerle iki ay kadar isimsiz yaşamışım. Aynı kökten olduğu için, gelecek rızk da aynı olsun diye adımın, Rızkullah’ı çağrıştıran Rızkiye olmasını düşünmüşler. Ama fıskiyeyi çağrıştırdığı için bu ismi vermekten caymışlar.

“Güneşin İstanbul’u sessizce terk etmeye hazırlandığı ılık bir akşamüstü, köşkün üst katındaki balkona çıktım. Grubun rengi bahçedeki çiçeklerin, yaprakların, ağaçların üzerindeydi. O şahane kızıllıktan, havuzdaki kırmızı süs balıkları neredeyse görünmez olmuşlardı. Gözlerim dolu doluydu. Ağlayabilsem, gözyaşlarımdan birçok güneş akacaktı. Güneş gitti. Ben, kucağımda beyaz kediyle yıldızların çıkmasını bekledim. Sen hâlâ ağlıyordun. ‘İsminin olmadığını biliyor biçare, huysuzluğu ondan’ diye düşünüyordum. Ellerimi çaresizce açarak ‘Rabbim, eserimin eserine isim bulmak için bana bir seda ver’ dedim. Seda’nın sesi hoşuma gitti. Odana geldim, seni kucağıma aldım, bağrıma bastım. ‘Senin adın Seda’ dedim. Sustun.”

Babaannemden bu kısa öyküyü dinlemeyi o kadar çok severdim ki, kaç kere anlattırdığımı bilmiyorum. En çok da bana “Eserimin eseri” demesi hoşuma giderdi.” (Leyla Başaran: “Her Sanatçının Kendi Notası Var”, Kitabın Ortası dergisi, Eylül 2018, sayı 18)

Özdemir Âsaf askerden döndükten sonra sevgilisine yazdığı mektuptaki “pek yakında kendime parlak ufuklar açacağım” vaadini gerçekleştiremez. Eşi, babasının mirasından payına düşen parayı kendi matbaasını kurması için kocasına verir. Nasıl ki, Sait Faik babasının açtığı ticarethanede para kazanamayıp kısa zamanda iflas ettiyse, Özdemir Âsaf da matbaayı eş dost bulaşmalarının mekânı olarak kullanır ve parasının çoğunu da kâğıt tacirlerine kaptırır.

Bu arada, büyük bir titizlikle ve özenle kendi kitaplarını basar matbaasında. Memet FuatAydınlar Sözlüğü”nde belirtir:

“… Binlerce gencin toplandığı salonlarda cana yakın kişiliği, şirin selamlarıyla herkesi kendine bağlardı, ama yapıtları bugünkü gibi satmazdı o günlerde. Kendi küçük basımevinde, pedallı makinelerde özenle bastırdığı kitaplarının satışı, öbür şairlerin kitaplarından fazla değildi.” (Memet Fuat: Aydınlar Sözlüğü, Adam yayıncılık, 2001)

Doğan HızlanÖzdemir Âsaf Üzerine” başlıklı yazısında aynı konuda der ki:

“Özdemir Âsaf’ın şiirleri, kendi bastığı biçimleriyle yeniden yayınlandı. Kendi bastığı biçimi sözü, onun için önemlidir, çünkü o bir matbaa sahibi olduğundan, şiirinin içeriği kadar dışına, basımına da özen gösterirdi.

Zamanında yayınlandığında, bütün şiir kitaplarından farklıydı.”

Memet Fuat’ın nitelemesiyle, “Cana yakın kişiliği”nin özünü ise, Haldun Taner açıklığa kavuşturur:

Kızı Seda Arun, matbaanın açılışı için babasının yaptığı başvuru sırasında yaşananları anlatır bir yazısında:

“Babam, şiirlerinde babasının Âsaf ismini kullanır, oysa asıl ismi Halit Özdemir Arun’dur. 1950 yılında Cağaloğlu’nda bir matbaa açar. Açılış işlemleri için gittiği vergi dairesindeki memur adını sorar. R’leri ‘ğ’ olarak söyleyen babam ‘Halit Özdemiğ Ağun’ der. Özdemir, bilinen bir isim olduğu için memur belgelere ‘Halit Özdemir Ağun’ yazar.

Babam, bankonun üzerinden eğilerek bakar. Yanlış yazıldığını görünce ‘Soyadımı yanlış yazdınız. Doğğusu Ağun’ der. Memur yüzüne bakar. ‘Evet, Ağun’ der. ‘Hayığ, hayığ Ağğun.’ ‘Beyefendi anladım. Ağun.’ Babam sinirlenir. Cebinden kalemini kâğıdını çıkarır, kocaman harflerle ARUN yazar, R’lere basa basa yüksek sesle okur. ‘AĞĞĞĞĞUN.’”

Seda Arun, ‘R’leri söyleyememekle ilgili olarak Özdemir Âsaf’tan bir hikâyecik daha sunar, bir de Can Yücel’in Özdemir Âsaf hakkında yazdığı şiiri anımsatır:

“Bir gün de matbaadan çıkıp Karaköy’e gitmek için bindiği taksinin şoförü sorar:

‘Neğeye biğadeğ?’ Babam utancından ‘Kağaköy’ diyemez, ‘Eminönü’ der. İner. Oradan Karaköy’e kadar yürür.

Can Yücel, 28 Ocak 1981 günü Bebek Camisi’nden Aşiyan’a kadar geldikten sonra “Cenaze Dönüşü” adlı bir şiir yazar:

Anlaşıldı bu
R’lerin intikamı
Onlar yuttu Özdemir Âsaf’ı.”
(Seda Arun, a.g.y.)

 Özdemir Âsaf’ın ‘r’leri söyleyememesinin Fransız şairlerin yapıtlarını çok güzel okumasına yol açtığını söyler Melda Kaptana:

“Sevgili Özdemir Âsaf da bir gün Eluard’ın sevdiğim ‘Pour vivre ici’ adlı şiirini yanımızda Türkçeye çevirmişti uğraşıp. Çevirdiği gün el yazısıyla yazdığı sayfayı saklamıştım. Son dört dizeyi beğenmediğim için çizmiş.[1] Özdemir Âsaf’ın Eluard’dan çevirdiği ‘On ne peut me connaitre’ Kimseler beni bilmez) adlı şiiri bir gece bir kulüpte yanıma gelip okuyuşunu da hiç unutmam. Kalabalıktan sıkılıp bir kenara çekildiğimi fark edince bana bu şiiri okumuştu.

Onunla sevdiğimiz Fransız şairler hakkında konuşurduk. Ezbere bildiği şiirleri R’leri Fransızlar gibi telaffuz ettiği için güzel okurdu. Kendi şiirlerinin hepsini ezbere bilmezdi. Benim Radyo Evi karşısında oturduğum sıralarda bir gün bana gelmiş ve yayında okuyacağı şiirler için kitaplarından bazılarını ödünç almıştı.

Onun anlattığı bulutlar öyküsü geldi aklıma, yığın yığın bembeyaz bulutları gördüğümde gökyüzünde. İzmir’e uçakla gittikleri bir gün uçak bembeyaz küme küme bulutlar arasında gitmeye başlamış bir süre. Özdemir yerinden kalkmış ve pilota ‘Burada duramaz mısınız?’ diye sormuş. Ne zaman bu kocaman beyaz bulutlara baksam O’nu hatırlarım. (…)

Uzun süren bir arkadaşlığımız var Özdemir’le Kızı Seda ile Ahmet’i[2] de İlhan’la ikisi ben Amerika’dayken beraberce gezdirmişler, bana fotoğraflarını göndermişlerdi. Ne önemli bir dosttu Özdemir.

Evliliğim sırasında Acıbadem’de otururken onunla komşu da olmuştuk. Bize geldiğinde annemle de edebiyat, şiir konuşurlardı. Dünya Kaçtı Gözüme isimli şiir kitabını anneme verirken ilk sayfasına gene hoş bir şey yazmış. Özdemir’in bana verdiği bütün şiir kitaplarının ilk sayfalarına yazdıkları birbirinden ilginçtir.

Beni ne kadar iyi tanıdığını hissettiren Yuvarlağın Köşeleri kitabının ilk sayfalarından birine yazdığı: ‘Meldâ’ya Meldâ için “Bütün”lerinle istediklerin’ sözleri. En önemsediklerimden biri.

Amerika’ya gönderdiği Sen Sen Sen adlı kitabının ilk sayfalarına desenler yapmış yazılarıyla. Amerika’ya neler demiş neler!” (Meldâ Kaptana: Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY, 2003, s.221-223)

Meldâ Kaptana anılar kitabına “Sen Sen Sen”in ilk sayfalarının görüntüsünü de koymuş. Özdemir Âsaf el yazısıyla yazmış ki:

“Melda,
Küçük küçük harfler yanyana geliyor..
Oluyor büyük büyük şeyler,
SEN SEN SEN
Bu dünyada bu böyle”

Yukarıdaki alıntıda görülen SEN SEN SEN kitabın matbaada basılmış başlığı.İki sayfayı kapsayan ‘ithaf’ın tümü Amerika’yla ilgili:

“Avrupa’ya karşı aşağılık duygusundan Amerikalının gözü yukarılarda, oraya çıkınca biraz avunuyor. Ama Avrupayı ve kendini oradan çırılçıplak görünce giriyor yerin altına. Sokaktaki Amerikalı şaşkın… Çünkü bir kelime için en azdan üç şey düşünmesi gerek . Büyük büyük şeyler üst üste getiriliyor.. oluyor büyük büyük şeyler. Amerikayı affedeceğim ve o beni anlamayacak.

Çok kalabalık… Onun için orada her şansın nisbeti kendi içinde ve kendisi için yüksek, ama kendi dışında ve bütüne göre hüzünlü.

Amerika tarihim olsun diye bekliyor. Bu arada çalışıyor.

Zaman içindeki Avrupaya karşı Amerika mesafe içindeki iddiasını sürdürüyor.

Avrupada tekler birbirinden horizontalement uzak. Amerikada verticalement. Onun için orada düşe kalka buluşuyorlar”

Yazılara gökdelen çizimleri ve ‘çok kalabalığı’ simgeleyen karalamalar eşlik ediyor.

Kızı Seda Arun, babasının şair olduğunu Özdemir Âsaf’ın ilk kitabı yayımlanınca anlar. O noktaya değin babasını ‘matbaacı’ olarak bilmektedir. Kendisiyle yapılan bir röportajda anlatmıştır, babasının şiirlerini bildiğini ama ‘şair’ olduğunu/’şair’ diye anıldığını bilmediğini:

“Bir ilkokul. Okulun ilk günü. Birinci sınıf. Öğretmenleriyle ilk kez karşılaşan çocukların kulaklarında; ‘Şiir bilenler parmak kaldırsın’ sözü çınlar. Parmak kaldıran öğrencilerin sayısı, iki elin parmaklarını geçmez. Öğretmenleri sırayla hepsini çağırır. Tahtaya kalkan çocuk, başı ile sınıfı selamladıktan sonra şiirini okur, hazır ol vaziyetinde. Biri Atatürk ile ilgili şiir okur, biri 23 Nisan, öteki 19 Mayıs, bir diğeri 29 Ekim, kimileri de annem, okulum, öğretmenim. Her şiir okuyan büyük alkış alır. Sıra kendisine gelen Seda da tahtaya koşar, büyük bir sevinçle. Beyaz kurdeleler ile örülmüş saçları dalgalanır bu sırada. Rugan ayakkabılarını bitiştirdiğinde çıkan sesle içi gıcırdar, ama heyecanı daha ağır basmaktadır. Bir şair olan babasının, arkadaşlarının evlerini ziyaretleri sırasında, çok sık okuduğu bir şiiri ezberlemiştir Seda. Babasından büyük ve önemli şair yoktur elbette ki onun için. Rugan ayakkabıların iç gıcıklayan sesi sınıf içerisinde yankılanmasa da okulda yankılanır:

Ölebilirim genç yaşımda,
en güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim.
şimdi kavakyelleri esiyorken başımda,
sevgilim,
seni bir akşamüstü düşündürebilirim.

 Sınıftaki sessizlik artarken, Seda’nın heyecanı da artar. ‘Hani nerede alkışlar, hani nerede tebrikler?’ soruları kafasının içinde yankılanır, birkaç saniye önce arkadaşlarının kulaklarında yankılanan mesaj şiiri gibi. Şiirin bitmesiyle başlayan sessizlik, Seda’nın kafasının içinde artan bir çığlığa dönüşür. ‘Neden?’ Sessizliği ilk bozan kişi elbette öğretmenidir.
‘Sen bu şiiri nereden biliyorsun? Kim ezberletti bu şiiri? Kimin şiiri bu?’
Sessizlik artmaya devam etseydi diye düşünmekten kendini alamaz Seda, ama yanıtlamaktan da geri kalmaz.

‘Babamın.’
‘Baban ne iş yapıyor?’
‘Matbaacı.’
‘Babana söyle, yarın okula gelsin.’

Akşam eve gider gitmez olanları anlatır babasına Seda ve beklediği gibi bir yanıt alır. Evet, sessizce dinleyen baba güler, yalnızca güler.

Seda Arun, şu cümleler ile devam ediyor: ‘Uzun saçları, gür bıyıkları, siyah beresi, bakışlarındaki ışıltısı, r’leri söyleyemeyişi, onu arkadaşlarımın babalarından ayırıyordu. Babamın Özdemir Âsaf olduğunu öğrenmem için ilk kitabının basılmasını beklemem gerektiğini o günlerde bilmiyordum.’” (Banu Şen: “Özdemir Âsaf’ın yazamadıklarını kızı kitap yapacak”, Hürriyet, 9 Ağustos 2013)

Matbaacılık serüveninde durum günden güne kötüye giderken, günün birinde “Türk fotoğrafının akademik eğitim almış ve profesyonel anlamdaki ilk kadın fotoğrafçısı”
olarak kayıtlara geçmiş olan Yıldız Moran ziyaretine gelir.

Moran Robert Koleji bitirmiştir. Ressam olmak istemiştir ama dayısı Mazhar Fuat İpşiroğlu’nun yönlendirmesiyle İngiltere’ye fotoğraf eğitimi almaya gider. Bir yandan eğitim görür, bir yandan da biri Londra’da, dördü Cambridge’te olmak üzere toplam 5 sergi açar, salt Cambridge’teki tek sergide 25 yapıtı satılır. Ne var ki, Türkiye’ye döndüğünde açtığı sergiler yoğun ilgi görürse de bir tek fotoğrafını bile satamaz. Para kazanabilmek için ‘Yılbaşı kartları’ bastırıp satmak projesini geliştirir. Bu nedenle Özdemir Âsaf’ın matbaasına gitmiştir. Bir arkadaşı salık vermiştir Özdemir Âsaf’ı: “Hem şairdir, hem de titizdir, güzel basar.”Moran, Âsaf’la karşılaştığı anı sonradan şöyle anlatır: “Yanıma geldi ‘buyurun’ dedi. Bu birinci saniyeydi. İkinci saniye benim için artık çok geçti…”

Özdemir Âsaf’ı tanımı ise şöyledir:

“İş konuşmak için Özdemir Âsaf’ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim tanışmamızın; 4 Kasım 1954, saat 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı Özdemir Âsaf. Pırıl pırıl bir zeka, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası…”

İkinci saniyeden sonra Moran ile Âsaf arasında evliliğe değin gidecek bir ilişki başlar.

2015 yılında düzenlenen “Bir Usta, Bir Dünya: Özdemir Âsaf” sergisine ev sahipliği yapan Caddebostan Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen panelde, Seda Arun babasının Yıldız Moran ile ilişkisinin nasıl başladığını anlatır:

“Uzun yıllar yurt dışında fotoğraf eğitimi aldıktan sonra Türkiye’ye dönen Yıldız Hanım, fotoğraflarını bastırmak için bir matbaa aramış. ‘Özdemir Âsaf’ın matbaasına götürebilirsin, üstelik şairdir, işini özenle yapar” demişler. Yıldız Hanım matbaaya gidince 2 kişi görmüş. Biri takım elbisesiyle masada oturuyormuş, diğeri boyalı ellerle matbaa makinesinin başındaymış. Takım elbiseli olana ‘Merhaba Özdemir Bey’ demiş. Meğer babam o anda takım elbiseyle oturan değil, matbaa makinesi başında çalışanmış. Yıldız Hanım bana şunu söyledi, ‘İnan, Özdemir’i gördükten sonra 2. saniye bile çok geçti.’ Aşkları böyle başlamış.” (Hakan Güngör: “Ünlü şairin çocukları Seda ve Olgun Arun: Özdemir Âsaf dünyanın ‘tozunu aldı’, evrensel, 23 Ekim 2015)

Sabahat Hanım, çabuk öğrenir kocasının Yıldız Moran’la samimi arkadaşlığını. Durumu kaldıramaz. Kocasının babasından çok farklı biri olduğu gerçeği bir kez daha kanıtlanmıştır. 1958 yılında bir aylığına İsveç’e gider. Dönmeye niyetli değilse de, Özdemir Âsaf’ın mektupları peş peşe yağmaya başlar. (Özdemir Âsaf’ın Sabahat Hanıma yazdığı mektupları, kızı Seda Arun kitaplaştırmıştır.) Mektuplarının birinde yazdıkları:

“… Fazla heyecanlı ve duygulu olduğundan yanlış anlaşılırsam diye korkmuştum… Bana olan hücumların beni üzmüştü. Kompleks’inden dolayı beni suçlu bulduğunu… Çünkü… Çünküler korkunç. Hepsini biliyorsun… Sana kırgın olduğumu da biliyorsun… Seneler süren Mevhibe (Beyat) ve Yıldız (Moran) hikâyelerini… Belki de hâlâ Yıldız hikâyesi devam ediyor… Sen söylemiyorsun, ben sormuyorum. Artık olsa söyler diyemiyorum, senelerce bana söylemeden hatta aksini iddia ederek…’ diye devam ediyorsun o mektubunda. Bu konuda her zaman söyleyecek çok sözlerim var. İnşallah söylerim, şifahi ve uzun çok uzun söylerim. Şimdi kesin ve kısa bir cevap vereyim: Beni suçlu bulmak sana kuvvet veriyor, bunu psikolojik tahlil yoluyla mektuplarından çıkarttım. Hiç istemezdim böyle olsun, acı fakat gerçek. Bunlar benim bir iyilik duygumun yanlış aksetmesinden doğup genişleyen hikâyeler. Sana yüzde yüzünü belirttiğim için kendime kızmıyorum. Mevhibe hikâyesine istinad etmeden de senin kompleks’lerini çözümleyeceğine eminim. O hikâye benim enayiliğimin de hikâyesidir. Şimdi o da yok, o eski enayiliğimde yok. Ve şimdi galiba o herkesten çok beni üzüyor. Benim kadar kimse yüzüme vuramaz. Yıldız hikâyesi dediğin benim tarafımdan sana hikâye yapılmış bir olay. Onu da sana anlattığım için kendimi herkesten ayırıyorum. Ama şimdi sana yazmış olduklarımdan başka bir şeyim, bir hikâyem yok… Hâlâ sakladığımı umma… Ben seni hayatımın hiçbir anında unutmadım…” (Halit Özdemir Âsaf Arun: Sana Mektuplar, Doğan Kitap, 2010)

Sözcükleri ne denli iyi kullandığı artık şiirlerinden dolayı herkesçe bilinen Özdemir Âsaf, Sabahat Hanım’ı bir kez daha ikna eder. Sabahat Hanım’ın oluruyla kalkıp İsveç’e gider. Birlikte ve trenle bir Avrupa gezisi yaparlar yapmasına da, İstanbul’a döndüklerinde Sabahat Hanım boşanma kararı verdiğini bildirir. 14 yıl süren evlilik sona erer.

Seda Arun babasının annesine yazdığı mektupları “Sana Mektuplar” kitabında yayımladıktan sonra, Büşra Sönmezışık’a anlatır:

“Annem babamla boşandığında 13 yaşındaydım. Anlaşamayınca ayrıldılar. Tatsız bir ayrılık değildi, ayrıldıktan sonra da görüşmeye devam ettiler. Sadece babam evde değildi biz annemle oturuyorduk. Ama gidiliyor, geliniyordu. Babaannem geliyordu. Bazen babam da geliyordu. O hiçbir zaman kaybolmadı. Çünkü evliyken de babam eve geç geliyordu. Çok sevgiyle büyüdüğüm için, açıkçası olup biten gerginliği çok hissetmedim. Tartışma bir kavga veya gürültü yoktu, ama beraber olamıyorlardı. Sadece konuşulurdu. Hatta ben anlamıyorum diye çoğu kez Fransızca konuşurlardı. O konuştuklarını duyduğum kadarıyla elime ya da kağıda yazardım. Ben sanıyordum ki o şarkının içinde geçebilecek bir şey. Halbuki annem babama; ‘kirayı yatırdın mı’ dermiş.” (Büşra Sönmezışık: “Aşk’ın saf halini Babamın mektuplarından öğrendim”, Yeni Şafak, 9 Ekim 2010)

Özdemir Âsaf 1962 yılında Yıldız Moran ile evlenir. Bu evlilikten üç çocuk doğar: Gün, Olgun ve Etkin. Yıldız Hanım, oğullarını büyütmek için fotoğrafçılığı bırakır.

Özdemir Âsaf’ın İsveç’te bulunan Sabahat Hanıma gönderdiği, önceki satırlarda alıntılanan mektubundaki “O hikâye benim enayiliğimin de hikâyesidir” diye andığı “Mevhibe hikâyesi”ne gelince:

Kimdir Mevhibe?

Kısa yanıtı: Özdemir Âsaf’a “Lavinia” şiirini yazdıran kadın. Önce şiiri anımsıyalım:

Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al
Günün en güzel saatleri bunlar
Yanımda kal

Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
İncinirsin

Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme Lavinia

Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al
Günün en güzel saatleri bunlar
Yanımda kal

Sana gitme demeyeceğim
Gene de sen bilirsin
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim
İncinirsin

Sana gitme demeyeceğim
Ama gitme Lavinia
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme Lavinia

Özdemir Âsaf’ın LaviniaMevhibe, başka takma adlarla da anılır. Hayattaki en yakın arkadaşı Melda KaptanaBen Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm” adlı anı kitabında şöyle tanımlar Mevhibe Meziyet Beyat’ı:

“O apartmanda (Tan Apartmanı. ÖŞ) tanıdım o güzel insan, dostum Mevhibe’yi Güzel, güzelliğinden öte sıcacık bir dosttur Mevhibe Beyat. Özdemir Âsaf gibi bir şairin ‘Öldürmekten daha beter anlıyorsun’ diye ölümsüzleştirdiği Mevhibe. Lavinya.

Bir 14 Şubat Sevgililer Gününde önemli bir köşe yazarının Lavinya başlıklı yazısında kahkahası bile ölümsüzleşti. Ünlü bir yazarımızın hikâyelerinde adı Hisya diye geçerdi. Lâleli’de Harikzadegân Apartmanlarının kapısında buluşup konuşan delikanlıların Violetta’sıydı. O sırada ünlü bir tangonun adıydı bu ve delikanlılar ıslıkla bu melodiyi çalarlardı Mevhibe onlara gülümseyerek geçerken. Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken mimar arkadaşları da ona Gilda diye seslenirlerdi. O yıllarda gösterimde olan ve çok beğeni toplayan Rita Hayworth’un Gilda isimli filminden mülhem. Kızılkahve rengi iri dalgalı ve parlak çok güzel saçları vardı. Adalet Cimcoz da Marilyn Monroe’ya benzettiği için ‘Marlin’ diye çağırırdı Mevhibe’yi.

Mevhibe Hanım 1925 doğumlu. Babası Niğdeli ve eski valilerden Tahsin Bey. Kızına koyduğu Mevhibe adının anlamı: Bağış, vergi, ihsan.

Güzelliğini hiç önemsemezdi, zaten insan sıcaklığı, insanları anlayarak yaklaşışı ve sezgisi güzelliğinin üstündeydi. Edebiyat çevresine o yaklaştırdı beni. Oktay Akbal akrabasıydı. Onun vasıtasıyla, o sırada yayınlanan Servetifünın dergisinde Özdemir Âsaf, İlhan Berk, Cavit Yamaç, Naim Tirali gibi birçok genç edebiyatçı tanımıştı.” (Meldâ Kaptana: Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm, YKY, 2003, s.71-72)

 

 Mevhibe Beyat’ı Hisya diye anan yazar OktayAkbal’dır. AkbalŞair Dostlarım” adlı anı kitabında Özdemir Âsaf’a ilişkin anılarını aktarırken, bir yerinde şöyle der:

“Bir aralık aynı sevgiliye tutulmuş gibiydik. Rüzgâr der demez saçlarının dağılmasını istediğimiz bir sevgili. Bu insanı biz bütün şiirlerimizde, yazılarımızda, ilk gençlik düşlerimizde aradık, bulmaya çalıştık. Kâh bulduğumuzu sandık, kâh elimizden kaçırdık… Bazan Özdemir’le karşılıklı oturur, ya da sokakta uzun uzun yürürdük.. Tek kelime konuşmadan.. Ya da konuşurduk. Maçtan, sinemadan, en ufak şeylerden.. Üzerine söz edilince sanki, büyüsü kaçacakmış gibi bazı konuşlardan istiyerek uzaklaşırdık.. Bunları konuşmadan yaşardık. (…)

Özdemir de, ben de o eski deliliklerin içinde değiliz artık… Rüzgârlar esip o delilikleri alıp götürdü. Biz, şiirin, aşkın, avareliğin delileri, zamanın çok ötelerinde kaldık. O anlar içinde gene varız gibime geliyor… kaybolmasına imkân olmadığını sandığım bir anlam var o zaman parçası içinde. Ama geçenden bir umut aramak da boşuna ya!.. Çünkü yalnız bugün var… Hep bugün, ve bugünün içinde var olan kişiliğimiz!..” (Oktay Akbal: a.g.k., s.84-85)

Birçok edebiyatçının ve hele Özdemir Âsaf’ın sırılsıklam aşık olduğu Mevhibe Meziyet Beyat ise Özdemir’e aşık ol(a)maz. İlk aşkı Akademideki hocası, ressam Edip Hakkı Köseoğlu’dur. Sonrasında (Meldâ Kaptana’dan alıntılanan satırlarda anılan bir 14 Şubat Sevgililer Gününde önemli bir köşe yazarının, Lavinia başlıklı yazı”nın yazarı) İlhan Selçuk’a aşık olur. İlhan Selçuk ile evlenir, 1952’de. Uzun sürmez bu evlilik. Ayrılırlar.

Ayrılıktan çok yıllar sonra, bir sevgililer gününde İlhan Selçuk Cumhuriyet’teki köşesinde Lavinia’yı anar:

“Lavinia’ya âşıktı Özdemir…

Kral Latinus’un kızıydı Lavinia; Vergilus’a göre Roma yakınındaki on üç sunaklı tapınağıyla ünlü Latvinium kenti Lavinia’nın onuruna kurulmuştu. Özdemir sevdiği kız için uzun yıllar dillerde dolaşan ‘Lavinia’ şiirini yazdı.

Yalnız Özdemir mi, koca ressam Edip Hakkı da Lavinia’ya âşıktı. 1950′li yılların İstanbul’u, avareliği ve sevdaları tohumlayan yosun kokulu bir şehirdi. Özdemir o kentin Boğaz’dan esen rüzgârını da yazdı:

Bilmiyorum ne vardı saçlarında..
Rüzgâr mı delice eserdi,
Gözlerim mi öyle görürdü yoksa
Saçlarının her hâli hoşuma giderdi.

Oysa o yıllarda Lavinia yere bakan birine tutulmuştu; fırtınalı bir ilişkinin tensel terinde köpüklenen dalgasını yaşarken, gönüllerde dolaşmanın çekiminden de vazgeçmiyordu; ilerde bunun hesabını acıyla vereceğinden habersizdi.

***

Kimi gece Özdemir gelse de gidip içsek, anılarımızı paylaşsak diyorum; ancak 1981′de yazdığı şiir bana zamanın geçtiğini anımsatıyor:

Gemiler geçiyor sanki şakacıktan
Gidiyorlar mı, geliyorlar mı belli değil
Kuşlar uçuyorlar mı düşüyorlar mı belli değil
Düşe kalka mırıldanmalarla
Ölüyorlar mı yaşıyorlar mı
Belli değil…

(İlhan Selçuk, Pencere, Cumhuriyet, 14 Şubat 1999)Mevhibe Meziyet Beyat daha sonra Öztürk Serengil ve İlhan Selçuk’un avukatı Gülçin Çaylıgil’in kardeşi olan kameraman Muhlis Hasa ile de evlenir.

‘Lavinia, Özdemir Âsaf gibi Oktay Akbal’ın da aşkıydı’ bölümünü yeni bitirmişim…
Hatta ona Hisya dermiş.

Aslında o aşkların yaşandığı dönemlerin kalıntılarına yetişebildim ben. Edebiyat ve sanat dünyasının bu müthiş isimlerini babam Adnan Benk‘in sohbet masalarında tanıdım.
Lavinia 
ise doğrudan yengemdi.

Dayım Muhlis‘in karısı yani.

Oktay Akbal’ın akrabası olduğunu da bilirdik ama pek sözü edilmezdi nedense. Adnan Benk de dalgasını geçerdi zaten, “Kız Mevhibe sen ne canlar yakmıştın, şimdi kala kala bizim Muhlis’e kaldın’ diyerek.

O da kıkırdardı, Lavinia’nın yorgun gülüşüyle….” (Arda Uskan: “Lavinia’nın Oktay Akbal’ı”, Takvim, 11 Mart 2012)

Lavinia, ölmeden birkaç yıl önce Ahmet Koman’a yazdığı mektupta “iki büyük aşkım” diye “Edip Hakkı ve İlhan Selçuk”un adlarını anar…Lavinia şiiri o denli sevilir ki, şiir matinelerinde kürsüye çıkan Özdemir Âsaf, “Lavinia’yı okumadan kürsüden inemez. İzleyiciler “Lavinia”yı söyletmeden bırakmazlar, kürsüden inmesine izin vermezler. “Lavinia”yı da okuduktan sonra iki eliyle birlikte ‘asker selamı’ vererek izleyenlerince bol alkışlarla uğurlanır Özdemir Âsaf. Memet Fuat anlatır:

“Özdemir Âsaf’ın unutulmaz bir yanı da 1960’ların ünlü edebiyat matinelerindeki tavırlarıydı. Son derece tatlı bir havayla gelir, kendine özgü peltek konuşmasıyla şiirlerini söyler, alkışa boğulur, iki elini birden kafasının iki yanına götürerek çift yanlı asker selamı verir, koca bıyıklarıyla gülümser, gösterisini genel istek üzerine ‘Lavinia’ şiiriyle noktalardı.” (Memet Fuat, “Konuşan Toplum”, Cumhuriyet, 16 Şubat 1994)

Lavinia platonik aşkı, yukarıda aktarılan mektubundan da anlaşılacağı üzere eşi Sabahat Hanımı rahatsız eder. Bir yanda Yıldız Hanımla ilişkisi, bir yanda Lavinia şiiri (ve şiirin gerçek bir kadına yazılmış olduğunu bilmesi) boşanma kararı gerekçesinin ana öğeleridir.

Boşanma, giderek sonrasında başka bir kadınla evlilik, o kadından üç evlât sahibi olmak Sabahat Hanımla uygar bir ilişki sürdürmesini engellemez. Kızı Seda Arun, kendisine yöneltilen soruları yanıtlarken anlatır ki:

“Aile içerisinde öyle büyük kırgınlıklar yaşanmadı. O dönemlerdeki ilişkilere bakın; bütün ilişkilerde estetik bir kaygı var, yaşam da estetik üzerine… Babaannem yedi yıl evli kalmış, ölen eşinden her zaman büyük bir saygı ile söz ederdi. Bu öyle bir büyük yumak ki içinde bütün duygularımız hırslarımız, küskünlüklerimiz, incinmelerimiz var. Fakat bunlar teker teker değil, bir bütün olarak ilişkide bütün zarafetiyle karşımıza çıkar. Annem ile ayrıldıktan sonra bile evlilik yıldönümlerinde hediyesini alır, gelirdi.

Bu ilişkiler içerisinde başka kadınların varlığı mektuplarda yokmuş gibi görünebilir ama Lavinia vardı, Yıldız vardı, annem vardı… Babam hastanede iken, ölürken de hep beraberlerdi. Bunların hepsi kalıcı aşklardı. Annemle ayrıldıktan sonra da görüşmeleri devam etti. Öyle özel olarak bir araya gelmezlermiş ama bir davette annemle Yıldız karşılaşır, konuşurlarmış.” (Belma Akçura: “Kadınları sevmek bir kadına haksızlık etmek demektir/Bir kadını sevmek kadınlara haksızlık etmek demektir”, Vatan Kitap, 6 Mart 2010)

“1956 yılında ‘Sen Sen Sen’ adlı kitabını yayımlar. Üç bölümden oluşan bu kitabın her bölümündeki ana başlığın ‘Sen’i farklı büyüklüktedir. Bu üç ‘Sen’ de şairin yaşamına o güne kadar giren üç ayrı kadını simgelemektedir. İlk eşi Sabahat Selma Tezakın, Lavinia, henüz yeni tanıştığı genç fotoğraf sanatçısı Yıldız Moran. Bu kitabın ana ekseni ‘aşk’ olur haliyle. Aşkın hem evrensel hem bireysel boyutlarının yanı sıra nesneye, yere ve zamana göre aldığı biçimler yine karşıtlıklar içinde ancak birbirini tamamlar biçimde ortaya konur. Bu şiirleri de çelişmeli, oyunlu bir düzen içindedir. Tüm şiirler başlıklarından içeriklerine şaşırtmacalı bir kurgu içindedir,” (Pınar Ekinci: “Özdemir Âsaf Şiirine Bir Bakış”, Cumhuriyet Kitap, 12 Şubat 2004)

Yapı Kredi Yayınları, 2012 yılında Özdemir Âsaf’ın “Sen Bana Bakma, Ben Senin Baktığın Yönde Olurum/Kendi Sesinden Şiirler”ini yayımladı. Kızı Seda Arun’un yazdığı önsözle. Kanat Atkaya, kitabı tanıttı:

“İstanbul’da bahar, yıl 1966.
İki genç âşık, Ortaköy’den başlıyorlar Boğaz kenarındaki yürüyüşlerine.
Bebek Koyu’na vardıklarında delikanlı kızın elini tutmak istiyor.
Kız önce elini çekiyor, sonra kızararak elini uzatıyor.
El ele Emirgan’a varıyorlar, bir banka oturuyorlar.
Bir süre konuşmadan Boğaz’ı seyrettikten sonra delikanlı elini kızın omzuna atarak soruyor:
Benimle evlenir misin?”
Yüzü yeniden kızaran kız “Anneme sormalıyım” demekle yetinir.

* * *

Akşam annesine olanı biteni anlattığında “Babana danışmalıyım” cevabını alır.
Anne ve babası 5 yıl önce ayrılmıştır, babası yeniden evlenmiştir.
Baba, Caddebostan’daki eve gelir, sofraya oturulur, yemekten sonra anne konuyu açar.
Kız yeniden kızarmışken baba “Benim şiir kitaplarım nerede?” cevabıyla yetinir.
Kızına cevabını şiirlerini okuyarak verecektir.
Rakı kadehi biraz ötelenir, sofrada yer açılır.
Bu sırada genç kız -niye yaptığını tam olarak bilmeden- evdeki makaralı teybi sehpaya koyar ve kayıt tuşuna basar.
Özdemir Âsaf şiirlerini okumaya başlar, kızı için…

* * *

Seda Arun’un, yani Özdemir Âsaf’ın, Sabahat Selma Tezakın’la gerçekleştirdiği ilk evlilikten doğan kızının 46 yıl önce kaydettiği bu bant bir ‘CD’li kitap’ olarak geçtiğimiz günlerde ortaya çıktı.

Seda Arun bu bandın hikâyesini kitaba yazdığı önsözde harika bir şekilde aktarıyor.
Çok sevdiğim Özdemir Âsaf hikâyelerine iki tane daha eklemiş oldum kitap sayesinde.” (Kanat Atkaya: “Özdemir Âsaf, bir akşam…”, Hürriyet, 2 Eylül 2012)

“Özdemir Âsaf ise şairden başka hiçbir şeye benzetilemezdi” der Haldun Taner. Kökende, şiirleri de başka şiirlere benzetilemez. Doğan Hızlan, yukarda alıntıladığımız yazısında Özdemir Âsaf şiirini değerlendirir:

“İyi, has bir şairdir, ölümünden sonraki şiirlerini baskıya hazırladığım için, onun şiir karkasının ne kadar sağlam olduğunu bilenlerdenim. Kolay okunan, zor anlaşılan bir şiir yazdı.

Gerçekte Türk şiirinde şiir mantığını, dile yansıttı.

Şiirinin oluşum formülü böyle özetlenebilir. Şiirin, aza indirgeme sanatı olduğunu bilen ender şairlerden biriydi.

Şiirin nerede başlayıp nerede biteceğini adeta okurla eşgüdüm bir poetika içinde belirlemiştir.

Kimi şairleri okurken, şiir sizde biter, şairde bitmez.

İşte şiirin biçimsel uzunluğunu, etkileyici süresini hesaplayamamıştır şair, sonuçta kötü bir şiir çıkmıştır ortaya.

Divan şiirinin, doğu edebiyatının hikmetle akrabalığının esintileri gözükür şiirinde.

Özdemir Âsaf insanını, dünyasını, toplumculuk -bireycilik kolaylığında çözme girişimleri, şiirine çok uzaktır.

Onda, insanın her şeyle, sevgiden, iktidara kadar bir hesaplaşması vardır.

Tam doğru değil bu yargı, şiirce hesaplaşma; bir doktrinin, bir şiir anlayışının, tasarlanmış, şiire uydurulmaya çalışılan bir kalıp değildir.

Dünyayı şiirle algılamanın ustasıdır, yargısı, onu kuşakdaşlarından ve benzetmelerden korur.

Özel imla kullanır, hiç bir şeyin olmadığı gibi, sözlüklerin de esiri değildir.

İstiyorum değil de isteyorum diye yazar.

İkisi de uygun yorumdur. (…)

Birlikte şiiri var eden objeleri. Şiirinin pervane gibi dolaştığı eksen. Her türlü dünya ahvalini içerebilen iki kişilik bir zenginlik.

Şiiri felsefeye elverişlidir ama onu anlamak için bir felsefe sözlüğü tavsiye etmem:

Ne kadar hatırlatsan kendini boş.
Sensiz de seni sevebiliyorum.

Çok kullanılmış, havı dökülmüş, eprimiş şiirin elden düşme kavramları, onda birden canlanır, çünkü ince bir ironi, bilineni şiir zekasının bileyinden geçirdikten sonra dizeleştirir. (…)

Çok beğenilen, antoloji malı olmuş şiirleri bile, şiir borsasında değer kaybetmemiştir.

Hayatın karşıtlıkları, çelişkileri nerede bulur birbirini. Edebiyatta Özdemir Âsaf’ın şiirinde.

Şiirin bir işlevi de sizi kendinizle baş başa bırakmaktır.”

Bir başka yazısında değerlendirmelerini sürdürür Doğan Hızlan:

“Özdemir Âsaf, şiirin çoğaltma değil azaltma, aza indirgeme sanatı olduğunu en iyi bilen şairlerden biridir.

Uzun şiirlerinde de küçük bir özü mayalandırmamış, uzun şiirin gereklerini yerine getirmiş, bütün dizelere yazacağını yaymıştır.

Şiir üzerine yazdıkları, kendi şiiri kadar iyi şairler için de geçerli görüşlerdir.
Şairler üzerine yazdıkları, belli bir anlayışın, belli bir kuşağın şiirine dair olmaktan çok, şiir üzerine genel değerlendirmelerdir. Ama hiç kuşkusuz içinde Türk şiirini mihenk taşına vuracağımız önemli saptamalar vardır.

Özdemir Âsaf’ın şiirini bir akıma, bir kuşağın şiir anlayışına bağlamak mümkün değildir ama şiirlerinden, Türk ve Batı şiirinin en iyi örneklerini, en önde gelen şairlerini okuduğunu sezersiniz. Sindirilmişliğin böylesine az rastlanır. (Doğan Hızlan:Özdemir Âsaf 30. ölüm yıldönümünde anıldı”, Hürriyet, 31 Ocak 2011)

Şairlerin, yazarların, belki de genelleştirerek söylemeli, sanatçıların tamamına yakını içer. Çok az sayıda alkolle arası iyi olmayan sanatçı var. (Örneğin, Attila İlhan’ın alkolle arası yoktu. En azından benim kendisini tanıdığım döneminde içmiyordu.) Özdemir Âsaf da iyi içicilerdendir. Bununla birlikte:

“İçki konusunda da kendine göre teorileri vardı. Eski Kulis’in barına çoğu zaman kapı dibinde sırtı kapıya dönük oturur, yavaş yavaş mezelerini yer, içkisini son derecede ağır bir tempo ile yudumlardı. İşle ev arası oraya kaçamak uğramış kılıbık içki severler ve saatin birinde gözleri ufalıp esnemeye başlayan, sözümona bohemler evlerini yolunu tutarken o ikiden sonra bar değiştiren ehli ahengin gelişini gözleyerek bir ara yalnız kalır; ama bir maraton yarışçısınınki gibi uzun mesafeye göre ayarlanmış temkinli temposuna hiç halel getirmeden onları beklerdi. Onlar gelir, içer, sızarlar, ondan sonra birkaç posta daha değişir; ama beyazpeynirin meslonini ile, alkolün zehrini yine kendi kanısına göre dengeleştirdiğine inanan Özdemir Âsaf sabaha doğru da hâlâ dimdik, hâlâ pırıl pırıl esprileri ile, hâlâ uyanık ve güleç içkisini yavaş yavaş yudumlardı. Sonra Jorj’a veda edip çıkar, araba vapuru ile Çamlıca’daki evine gider. Işığını yakar, okuyacaklarını okumaya yahut yazacaklarını yazmaya başlardı. Gücüne, aklına, kendi, yaşam reçetelerine güvenip genel sağlık kurallarına âdeta meydan okur bir hali vardı.” (Haldun Taner: Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, bilgi, beşinci basım 2012, s. 278-281)

Elif Naci, “Anılardan Damlalar” başlığı altında yazdığı anılarında, Özdemir Âsaf’ın ölümü üzerine kaleme aldığı satırlarda şairin (ve kendisinin) içki severliğini belirtir, Âsaf’ın yayınevini kapattıktan sonra içkievi (meyhane) açtığı, orada ağırlandığı bilgisini verir:

“Bizi tanıştıran olmadıydı. Ama yine de tanırdık birbirimizi. Bir gün Cağaloğlu’ndaki ‘Yuvarlak Masa Yayınları’nın vitrinini seyrederken dükkanın kapısında belirivermiş ve seslenmişti bana:

-Sen Elif Naci değil misin?

-Evet. Sen de Özdemir Âsaf.

Gülüştük. ‘Gerçi tanıştıran olmadı ama biz kendi göbeğimizi kendimiz kesmeye alışığız,’ dedi, çağırdı beni içeriye. Büyük bir bardakla çay içiyordu. ‘İster misin?’ dedi. Ben isteksizdim, o yineledi : ‘Ama içinde ne var bir bilsen.’ Konyakla çay içmesini severmiş.

– Laf olsun diye bak anlatayım sana, dedi. Adamın birine bir yerde çayla konyak ikram etmişler, pek beğenmiş. Karısına tarif etmiş, ‘hanım, buna punç derler ne zaman istersem bana yaparsın,’ demiş. Günün birinde istemiş. Bakmış, karısının getirdiği nesnenin rengi bir tuhaf. Bir yudum almış, içilecek gibi değil… ‘Hanım,’ demiş, ‘bu ne biçim punç?’ karısı, ‘Bey,’ demiş, ‘evde çay yoktu, kahve yaptım; konyak yoktu, rakı koydum.’

O gün bir şey içmedim ama, o koltuğumun altına bir düzine kitap sıkıştırdı. Bunlardan birinin üstüne de şunları yazmış. Aynen alıyorum: ‘Elif Naci Beyfendi, çağımızda doğruların güzelliği eksik, Güzellerin doğruluğu yanlış iken (yumuşaklıklar değil). 9.9.1967 Özdemir Âsaf.’
Sonraları, ikimiz de içkiyi sevdiğimiz için, sık sık meyhanelerde buluştuk. Ben ona ‘rakı sofrasında içkinin en iyi mezesi şiirdir,’ derdim, Nazlanmadan okurdu şiirlerini bana. Böylece geç kalmış bir dostluğu bir yudumda içivermiştik.

Bir ara kayboldu ortalıktan. Yayınevi kapanmış. Sonradan içkievi açtığını duydum. Nedense uzun bir süre birbirimizi göremedik. Yıllar sonra, 1978’de, bir romancı hanımın kokteylinde karşılaştık, kucaklaştık hasretle. (…) Çoğu kadındı davetlilerin. Ve hanımlar hepsi birbirinden güzel, birbirinden şık, zarifti; parlak tuvaletler içindeydiler. Hepsinin de az önce kuafürden çıktıkları belliydi. Galeriye nefis bir esans ve kadın kokusu yayılmıştı. Özdemir, elinde kadeh, durmadan içiyordu. Kendisine bu hızla sarhoş olacağını söylediğimde yüzüme anlamlı bir bakışla baktı.

— Hazret! Dedi Beni içki sarhoş etmez. Ama bu güzel kadınlar çarkıma okudu, bilesin.

Haklıydı. Doğrusu ben de bu kadar güzel kadını bir arada hiç görmemiştim, bu kadar zengin ve pahalı bir kokteyl de anımsamıyordum. İkimiz de çevremize iltifatlar yağdırmakta adeta yarışıyorduk. Bir ara kulağıma eğilerek, ‘Herkesin bir “sen”i var yalan söylediği,’ dedi. ‘Evet,’ dedim ‘ama yalnız şairlere verilmiş bir imtiyaz değil, yalan.’ (…)

Onunla en son buluşmamız şöyle oldu. Union Française’de kurulacak bir gedik meyhanesinin bilirkişisi olarak onunla beni çağırmışlardı. O akşam orada demlendikten sonra Özdemir, Othan’la Şahap Balcıoğlu’nu ve beni alıp Bebek’teki kendi içkievine götürdü, bize en iyi şaraplarını ikram etti. Dumanı üstünde sıcak sıcak nefis bir kurufasulye ziyafeti verdi. Geç vakte kadar, felekten çalınmış enfes bir gece yaşattı bize.

Sonra… Sonra işte… Nasıl üzülmem, o doğduğundan ben yirmi beş yaşındaymışım. Yazık ki bu kısacık piyesin son perdesi kapanıverdi artık.” (Elif Naci: “Anılardan Damlalar/Özdemir Âsaf”, Sanat Olayı, sayı 3, Mart 1981, s.35)

Özdemir Âsaf’ın açtığı ve bir dönem yazar-çizerlerin buluşma mekânı olan içkievini Jak Deleon şöyle tanımlar:

“Özdemir Âsaf’ın Bebek’teki yerine ‘içmeye, müzik dinlemeye, şiir konuşmaya’ giderdik. Şimdi yerinde yeller esen bu ‘odacık’ ağaç duvarlı sıcak bir yüreği andırırdı. Doğru ya, Özdemir’in o eşsiz barı hep taze budanmış çam ve yaşlı şarap tüterdi (…) Yalnız gittiğim bir akşam (O yaşlarda yalnız akşamlar çok olur, akşam erken düşer ve bir türlü bitmek bilmez, ne kadar sağlam olursan ol/ en ‘şişkin’ kas yüreğindir, patladı patlayacak) Özdemir kulağıma eğilip tam orta yerdeki kül rengi saati gösterdi ‘Sayılardan korkuyorum! ‘ Gerçekten de akreple yelkovan dışında zamanı gösteren tek bir iz yoktu saatin üstünde, çok şaşırmıştım; oysa Özdemir Âsaf tam bir ‘zamantanımaz’dı, nereden bileceksin ki o yıllarda?” (Aktaran: Pınar Ekinci: a.g.y.)

Ölüm döşeğinde de Özdemir Âsaf ne nezaketini, ne de esprisi yitirir:

Son günlerinde hastahanedeki odasında üç kadın kendisine eşlik etmektedir: ilk eşi Sabahat Hanım, ikinci eşi Yıldız Hanım ve “Lavinia” şiirini yazdığı Mevhibe Hanım. Kızı Seda Arun anlatır:

“Babam Mevhibe Hanım’dan yastık istemiş. Mevhibe Hanım hastaneye gelip yastığı vermiş. Babam yastığı başının altına koymuş ama Mevhibe Hanım’a hiç bakmıyormuş. Mevhibe Hanım dayanamayıp ‘Özdemir, neden bana bakmıyorsun’ diye sorunca, babam ‘Ben sana kaçamak bakıyorum’ diye yanıt vermiş.” (Hakan Güngör: “Ünlü şairin çocukları Seda ve Olgun Arun: Özdemir Âsaf dünyanın ‘tozunu aldı’, a.g.y.)

“Onu hastanede Dr. Şendoğan’ın bölümünde son ziyaretimde zor konuşuyordu. Konuştuğunu ancak kızı Seda anlayıp açıklıyordu. Ayrılırken, ‘Bana bir emrin var mı?’ diye sorduğumda, kızının aracılığına gerek bırakmayan, tane tane bir vurgulama ile, ‘Estağfurullah’ deyişi hâlâ kulaklarımda. (…)

Esprisini ölümle baş başa kaldığı o son döneminde bile yitirmemişti. Yanımda, bana son anda katılıp gelen Yaşar Kemal’i görünce bizim anlayamadığımız bir şeyler mırıldandı. Kızı Seda, gülümsüyordu. ‘Sendika ilgilenmeye başladı ise durum fena’ diyormuş. Yaşar’ı hâlâ Yazarlar Sendikası Başkanı sanıyor olacaktı. Bu kara mizah esprisi, onun mizah damarını o anda bile yitirmediğini gösteriyordu.” (Haldun Taner: a.g.k.)

Son şiirini de hastanede yazar:

Hastanede
Veya
Hapishanede
Hayatını yazma.
Sonunu bir merak eden
Çıkabilir.
Hastanede her gece insan
Birkaç yaşam yitirebilir
Ya da yaşayabilir.
Hapishanede ise her sabah.

Hakkındaki bu bölümü, gene bu filozof şairin sözleriyle sonlandırmalı.

Yuvarlağın Köşeleri” adlı deyişler kitabında, şiiri şöyle tanımlar:

“Kaptanlar limanlara, askerler siperlere sığınırlar gerekince. Aydınlar şiire.”

***

2003 yılının Mayıs ayında gazetelerde üzücü bir haber yer aldı:

Şair Özdemir Âsaf’ın yönetmen oğlu Olgun Arun, borç para vermediği gerekçesiyle kardeşi tarafından vuruldu

Kardeş Arun’un borç alabilmek için ağabeyini sık sık ziyaret ettiği ve bir süre önce de iki kardeşin şiddetli şekilde kavga ettikleri öğrenildi. Vücuduna üç kurşun isabet eden Arun yoğun bakıma alınırken, kardeşi aranıyor.

Şair Özdemir Âsaf’ın yönetmen oğlu Olgun Arun, borç para vermediği gerekçesiyle kardeşi tarafından vuruldu. Kardeş Arun’un borç alabilmek için ağabeyini sık sık ziyaret ettiği ve bir süre önce de iki kardeşin şiddetli şekilde kavga ettikleri öğrenildi. Vücuduna üç kurşun isabet eden Arun yoğun bakıma alınırken, kardeşi aranıyor. İddiaya göre olay şöyle gelişti: T.T Film Company firması sahibi Arun, önceki akşam 21.00’de Maslak’ta bulunan Ata Center’daki işyerinden çıktı. Otoparka inen Arun, kardeşi Etkin Arun’la karşılaştı. Etkin Arun, ağabeyinden hasta oğlunu tedavi ettirmek için borç para istedi. Arun ise işlerinin kötü gittiğini belirterek, yardımcı olamayacağını söyledi. Bunun üzerine sinirlenen kardeş Arun, ‘Nasıl olur, şirketin var, paran pulun da vardır’ deyince iki kardeş arasında tartışma çıktı. Tartışmanın uzaması üzerine Etkin Arun, silahını çekerek ağabeyine kurşun yağdırdı. Arun, sağ ve sol elinin yanı sıra, göğsüne de isabet eden kurşunlarla ağır yaralandı. Amerikan Hastanesi’nde yoğun bakıma alınan Arun’un sağlık durumu ciddi.

Özdemir Âsaf’ın oğlu yoğun bakımda

Şairin oğlu yakalandı

Özdemir Âsaf’ın miras yüzünden kavga ettiği kardeşini yaralayan büyük oğlu Etkin Arun Kadıköy’de yakalandı

Şair Özdemir Âsaf’ın yönetmen oğlu Olgun Arun’u, kendisine para vermediği gerekçesiyle silahla yaralayan ağabeyi Etkin Arun, önceki gün Kadıköy’de bir parkta otururken polis tarafından yakalandı. Emniyette suçunu itiraf eden Etkin Arun “Teyzem İnci Moran 1998 yılında İsviçre’de öldüğünde trilyonluk miras bıraktı. Kardeşim bana mirastan pay vermedi. Kendisine şirket kurdu. O zamandan bu yana aramızda sürekli tartışmalar oluyordu. Olay günü işyerine giderek onu bekledim. Görünce de hiçbir şey söylemedin ateş ettim. Silahı da daha sonra denize attım” dedi. (Mustafa Şekeroğlu,Vatan, 11 Mayıs 2003)

Aradan 12 yıl geçtikten sonra İstanbul Caddebostan Kültür Merkezinde Özdemir Âsaf‘ı anlatan “Bir Usta Bir Dünya: Özdemir Âsaf-Tüm dünyayı kucaklamak istedim; kollarım yetişmedi” sergisi açıldı.

Serginin açılışı Özdemir Âsaf’ın dört evladından üçünü bir araya getirdi. Seda, Olgun ve Gün Arun açılışta hazır bulundular. Seda Arun Bodrum’da, serginin açılmasında büyük emeği olan Olgun Arun İstanbul’da, Gün ve Etkin Arun ise yurt dışında yaşıyor. Seda Arun “Söylemek istediğim bazı şeyler var. Bunları yazacaksanız konuşalım.” Dedikten sonra, olumlu yanıt üzerine açıklar:

“Bunları hiç konuşmadım, ilk kez söylüyorum. İnternette Özdemir Âsaf’a ait olmayan birçok şiirin altına imzası atılıyor ve paylaşılıyor. Gazeteci-yazarlar da bunu yapıyor. Bakın isim de veriyorum. Hıncal Uluç, Nazlı Ilıcak ve Ali Eyüboğlu. Bazı sitelere zaman zaman uyarı gönderiyorum, ama yanlışta ısrar ediyorlar. Üstelik kitap hediye ettiğim arkadaşlarım bile ısrarla paylaşıyor.

Hıncal Uluç ya da Nazlı Ilıcak hangi şiiri yanlış yazdılar?

“Benim beş yaşım, on yaşım, on beş yaşım” diye bir şiir var. Çok uzun bir şiir. Doksan yaşına kadar devam ediyor. Bu şiir babama ait değil elbette. Ama internette şiirin altında babamın dört dizeden oluşan “Do” şiiri eklenmiş. Üstteki dört dizenin üzerinde bir isim olmadığı için diğer şiiri Do ile birleştiriyorlar. Nazlı Ilıcak da aynen alıp ‘Özdemir Âsaf şiiri’ diye yayınladı. Kendisine mail gönderdim, bir sonuç olmadı.

İnternetin maalesef böyle bir zararı var ve gittikçe bu sorun yayılıyor…

Hıncal Uluç da aynı hatayı yapıyor. Bir okurundan gelen “Sen bana bakma ben senin baktığın yerde olurum.” dizesini yazmış. Biliyorsunuz aslı, “Sen bana bakma ben senin baktığın yönde olurum.” şeklinde. Zaten şiirin ismi Yön. Hıncal Uluç’a da yazdım, cevap olarak “Özdemir Âsaf’ın bütün şiirlerini biliyor musunuz?” dediler. Hadi gençler, yanlışlar yapıyorlar. Ya bu büyükler!

Şiirlere neden bu kadar vakıf olduğunuzu anlamamışlar sanırım…

Evet ama bu benim sorunum değil… Özdemir Âsaf’ın şiirlerinde kullanmadığı kelimeler var bir kere; ızdırap, gözyaşı, terk edilmeye dair şeyler… Izdırap verici sözcükleri kullanmıyor. Hırçın kelimeler olduğu için. Z ve Ç harflerini az kullanıyor.  “Tüm dünyayı kucaklamak istedim, kollarım yetişmedi” diyen bir şair Özdemir Âsaf. Şiirlerinin kendi içinde yumuşaklığı, ara kafiyeleri bulunuyor. Bakın bir olay daha anlatayım.

Ne çok dolmuşsunuz, bu olaylar sizi bayağı üzmüş…

Cihangir’de bir yemek için toplanmıştık. O toplantıda bir arkadaşımız Orhan Veli’den şiir okumak istedi. Okudu, ama o şiir Orhan Veli’nin değildi. Elimde delil olmadığı için o an itiraz edemedim. Bir hafta araştırdım, kim çıktı biliyor musunuz? Melih Cevdet Anday’ın Garip döneminde yazdığı bir şiir… Her şairin şiirinin bir müziği vardır, Orhan Veli’nin, Behçet Necatigil’in, Yahya Kemal’in, Özdemir Âsaf’ın. Onu yakalamak gerekiyor.

Bu olay ne zaman oldu?

On-on sekiz yıl kadar önce. Nahit Hanım’ın sofrasında yaşandı. Biliyorsunuz Nahit Hanım, Orhan Veli’nin son sevgilisiydi. Cihangir’deki evinde toplanmıştık. Cuma günleri onun sofrası arkadaşlarına açık olurdu. Herkes tanıdığı arkadaşını getirir, tanıştırırdı Nahit Hanım’la. Genellikle şiir, resim, müzik severler yani sanatla ilgisi olan kişiler gelirdi.” (Sevinç Özarslan: “Özdemir Âsaf’a ‘kültür terörizmi’ uygulanıyor”, sevincozarslan.blogspot, 2 Ekim 2015)

“Bu sorun sadece babam ile ilgili değil. Her sanatçının kendi müziği var. Nota yerine kelime kullanıyorlar. Eğer o sanatçıyı iyi tanıyor, iyi biliyorsanız okuduğunuz sahte şiirlerde o müziği bulamazsınız. Onların kullanmadıkları kelimeler, hatta harfler var. Çoğu kişi, işin derinine inmeden, şairi tanımadan sıradan bir okuma ile hemen paylaşıyor.

Geçen senelerde televizyon kanallarının birinde yapılan bir yarışma programına katılan yarışmacıya, “Herkes fazlasıyla sevmiş, ben eksikleriyle de sevdim oysa” şiiri kimin diye sormuşlar. Cemal Süreya, Turgut Uyar, Behçet Necatigil, Özdemir Âsaf şıklarından “Özdemir Âsaf” demiş, yarışmacı. Doğru diyerek 60 bin lira para kazanmış. Televizyon kanalını arayıp şiirin babama ait olmadığını, düzeltmeleri gerektiğini söyledim. “Ellerinden bir şey gelmezmiş” cevabını aldım…” (Leyla Başaran: “Her Sanatçının Kendi Notası Var”, Kitabın Ortası dergisi, Eylül 2018, sayı 18)

 ÖNDER ŞENYAPILI

 

 

dipnot:

[1] Görsel, Melda Kaptana’nın anılar kitabında yer alıyor. ÖŞ

[2] Ahmet, Melda Kaptana’nın oğlu. İlhan, Melda Kaptana’nın ayrıldığı eşi yonut sanatçısı İlhan Koman. ÖŞ

Kategoriler:   Biyografi, Şiir