Menü

SABAHATTİN ALİ / ÖNDER ŞENYAPILI

                                     (1907-1948)

Sabahattin Ali’nin 100. yaşına bastığı 2007 yılında, yazar hakkında “Nâzım Orkestrası’nın birinci kemanı” başlıklı bir yazı kaleme alan Mahmut Temizyürek, 1930 yılında Resimli Ay mürettiphanesinde Nâzım ile tanıştığı günün Sabahattin Ali için asıl başlangıç olduğunu öne sürer. Der ki:

Nâzım’ın 1938’den sonra da hapishaneden işlettiği edebi okulun öğrencileri, öykü ve romanda öne çıktılar. Nâzım 1943 yılında Sabahattin Ali’ye yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir: ‘Hikâye ve romanda bugün sen varsın, senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var, Suat Derviş var. Kemal Tahir ile Orhan Kemal; biri daha ilerde, biri henüz civciv, fakat dehşetli, vaatlerle dolu bir civciv; biri yazdıklarını neşretmek imkânsızlığı içinde, ötekisinde bu imkân henüz belirmemiş, Suat Derviş’e gelince galiba artık yazmıyor, velhasıl büyük Türk hikâye ve romanının tek bayrağı bilfiil sensin!’ (…)                                  Mahmut Temizyürek

(Sabahattin Ali’nin) “Başlangıç öyküleri, tutkuyla yaşayan gözü pek kahramanların romantik serüvenleriydi. (‘Değirmen’, ‘Bir Cinayetin Sebebi’, ‘Viyolonsel’ vb.) Sonrasında büyük bir edebi açılımın öncü yazarı oldu.

Sabahattin Ali anlatısında ilk göze çarpan, yapısal bir sağlamlıktır. Öncesinde Ömer Seyfettin’de olgunlaşan anlatı bütünlüğü, Sabahattin Ali’de estetik bir yetkinlik kazanmıştı. Toplumsal temalara hem bu estetik üstünlükle hem de o güne kadar yazılmayan zihinsel bir yetkinlikle açılmaktaydı. Neydi düşüncesi, yenilik neresindeydi?

Sabahattin Ali… bir aydınlanmacıydı. O yüzden toplumsal sorunların içindeki bireyin yaşantısı, öncelikle modern bir bilinç içinden, akılcı bir zihin eleğinden geçiriliyordu. Öykülerindeki kimi sorunlar çözümlense, öyküsüne gerek kalmayacak gibi görünüyordu. Ama Sabahattin Ali, bundan daha dipte bir sorunu üstlenmişti. Bireyle toplumun, yurttaşla devletin, kır ile kentin, işçi ile patronun, kadınla erkeğin, kişinin kendiliğiyle kendilik bilincinin çelişkilerine bakışı, akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilinci gerektirmekteydi. Romanın öykünün doğuş nedeni olan ‘gerçeklik’ kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Dilinin yapısına içkinleşmiş bir lirizmin yanı sıra bulantısız bir görüş arzuladı. Bunun için gündelik hayattan sahneler, somut yaşamdan kahramanlar seçti. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü yansıttı, toplumsalın içinde bireyin iradesini gösterdi.” (Mahmut Temizyürek: “Nâzım Orkestrasının birinci kemanı”, Milliyet Sanat, Mart 2007-3, s. 90-91)

Orta öğrenim yıllarımda, — 1950’lerde, Sabahattin Ali imzası ile tanışmadım. O yılların kitaplarında Sabahattin Ali ele alınıyor, yapıtlarından örneklere yer veriliyor muydu, doğrusu anımsamıyorum. Kitaplarda Sabahattin Ali imzası vardıysa bile, üzerinde durulmamış olabilir. Çünkü, edebiyat öğretmenleri kitapta yer verilmiş kimi edebiyatçıların, — şairlerin, yazarların ve yapıtlarından örneklerin üzerinde durmazlardı.

Sabahattin Ali’yi, — daha doğrusu, Kuyucaklı Yusuf’u, Kürk Mantolu Madonna’yı, İçimizdeki Şeytan’ı çok geç tanıdım. Ne zaman, hangi yılda, kaç yaşımdaydım, çıkartamıyorum! Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırları içinde kalan Gümülücüne’ye bağlı Eğridere’de doğar. Babası Selahattin Ali Bey piyade yüzbaşısı. Görev yeri sık sık değişir. Sabahattin Ali de İstanbul, Çanakkale ve Edremit’teki çeşitli okullara gider. 1921 yılında Edremit’e göçerler. Bölge Yunan işgali altındadır. Dolayısıyla, baba emekli maaşını alamaz. Zor günler geçirirler.(Babası) Selahattin Ali Bey, (annesi) Hüsniye Şenyuva

Haziran 1934’te Soyadı Kanunu yürürlüğe girince, Ayşe Sıtkı’ya gönderdiği (öndeki satırlarda ayrıntılı olarak anlatılacak) mektuplarının birinde seçtiği soyadı hakkında bilgi verir: “Yeni isim aldın mı? Benim almak istediğim isim Kubaşır’dır. Kubaşmak kelimesinden geliyor. Orta Anadolu’da çok kullanılır. Tarama dergisine bak… Manasını nasıl bulacaksın?” Kubaşmak, ‘ortaklaşa iş yapmak’ anlamına gelmektedir. Sabahattin Ali’nin annesi ve kardeşleri ise “Şenyuva” soyadını seçerler. Ayvalık Nüfus Müdürlüğüne bu soyadıyla kaydolurlar. Sabahattin Ali “Şenyuva”yı sildirir ve babasının adı olan ‘Ali’yi soyadı olarak almak ister. Nüfus müdürü özel adlar soyadı olarak alınamaz deyince de, ‘Alı yazın’ der. Ne var, bu soyadı resmi yazışmalar da dahil olmak üzere hiçbir yerde kullanılmaz. ‘Alı’ yerine, ‘Ali’ kullanılır.                                     Sevengül Sönmez

Sabahattin Ali soyadının Ali yerine Âli olarak söylenmesini de istemez. 10 Ekim 1945′te Vedat Baykurt’a gönderdiği mektupta, “Esat benim adımı bilir ama, dalgındır, sakın Ali yerine Âli yazdırmasın, bu Âli adı kadar sinirlendiğim kelime azdır” yazar. (Kaynak: Sevengül Sönmez: A’dan Z’ye Sabahattin Ali, YKY, 2009, s.434-435) İlkokul sonrası Balıkesir Öğretmen Okulu’na parasız yatılı öğrenci olur. Beş yıl geçtikten sonra naklettiği İstanbul Öğretmen Okulunu 1926 yılında bitirir. Yozgat’ta ilkokul öğretmeni olarak görevlendirilir. Bir yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığının açtığı sınavı kazanır. Almanya’ya gönderilir. 1928-1930 arası Almanya’da, yaklaşık 1,5 yıl süreyle eğitim görür.           Filiz Ali      ve   Başak Özay

Kızı Prof Dr. Filiz Ali, Deutsche Welle Türkçe Yayınları Servisinden Başak Özay’ın sorularını yanıtlarken, babasının Almanya yıllarını anlatır:   “Sabahattin Ali Almanya’ya 1928 yılında geliyor ve zannediyorum 1930’da dönüyor. 1,5 yıl içerisinde inanılmaz bir hızla Almanca öğreniyor. Sadece Alman edebiyatını da değil… Çocukluğumda evde 3 binin üzerinde kitap vardı. Ve bu kitaplar arasında Goethe külliyatı, Schiller külliyatı, Kleist külliyatı, Heine külliyatı.. Marx, Engels, Rosa Luxemburg…Bunların dışında Almanca üzerinden Rus edebiyatı, Fransız edebiyatı. Müthiş bir hızla dünya edebiyatını o 1,5 yıllık Almanya tecrübesi içerisinde öğrendikleriyle birleştirmiş ve onu sonradan devam ettirmiş, genişletmiş bir insandı. Çok iyi, ana dili gibi Almanca konuşurdu.” (Başak Özay: “Sabahattin Ali, Türk edebiyatının Mozart’ıdır”, (Filiz Ali’yle söyleşi), DW web sitesi) Yurda dönünce, Orhaneli’ne ilkokul öğretmeni olarak atanır. Daha sonra, Aydın ve Konya’da ortaokul Almaca öğretmeni olarak görevlendirilir. 1938 yılında Musiki Muallim Mektebinde Türkçe öğretmenliği, 1941-1945 arası Ankara Devlet Konservatuarı Almanca öğretmeni olarak görev yapar. Konya’da öğretmenken, — 1932 yılında, bir dostlar toplantısında okuduğu şiir dolayısıyla başı derde girer. Okuduğu şiirde Atatürk’ü yerdiği savıyla hüküm giyer. Bir yıla yakın süreyle Konya ve Sinop Cezaevlerinde hapsedilir. 1933 yılında Cumhuriyetin 10. Yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasından yararlanarak özgürlüğüne kavuşur.

Önce 12 ay, temyiz ettikten sonra yargıçlara hakaret ettiği gerekçesiyle 14 ay hapse mahkûm edilmesine yol açan şiir:

Memleketten Haber 

Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der Enelhak dese,
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince
………………..
İskendere bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış mıdır?

Şiirin tamamını bulamadım. Noktalarla geçiştirilen dizede ne deniliyordu?.. Hemen bütün kaynaklarda şiirde Mustafa Kemal’in adının geçmediği vurgulanıyor.

Bir söylentiye göre, Sabahattin Ali, şiiri Konya’daki bir Bektaşi tarikatından öğrendiğini ve güncellediğini söylemiş. Şiir Vahdettin döneminden söz ediyor ve o günden bugüne halkın çektikleri acılar açısından değişen pek fazla bir şey değişmediğini anlatma amaçlı.

Oysa, Sabahattin Ali, mahkemede;  “Reisicumhur Hazretleri’ne hakaret içeren ‘Memleketten Haber’ adlı bir şiiri, Yahya ve Namık Bey’lerin hanelerinde okuduğum hakkındaki iddianameye itirazımdır” diye başlayan, dokuz maddelik savunmasını okur. Şiiri ilk kez gördüğünü, şikâyetlerin iftiradan ibaret olduğunu anlatır ve “madde madde gösterdiğim itirazlarımın ilgi ile ele alınarak soruşturmanın derinleştirilmesi ve soruşturmanın sonucuna göre muhakemeyi durdurmanızı isterim efendim” diye bitirir savunmasını.

Soruşturmanın derinleştirilmesi, Sabahattin Ali’nin aleyhine sonuç verir. Daha önce Aydın’da komünistlik savıyla tutuklandığı ortaya çıkar. Oysa, beraat etmiştir. Resimli Ay’daki yazıları incelenir ve bu yazılarından sol eğilimli olduğu saptanır. Geçmişi, aleyhine karar çıkmasına katkı sağlar/yol açar.

Yıllar sonra bir TV izlencesinde “Mustafa Kemal’e hakaretten başına geldi değil mi tüm bunlar?” sorusu yöneltilir kızına. Filiz Ali yanıtlar:

Mustafa Kemal’e de hakaret ettiğini tam olarak bilmiyoruz. O iddia. Yazılı belge yok sadece 2 şahidin tanıklığıyla Mustafa Kemal’e yönelik hakaret içeren bir şiirden söz ediliyor. Mustafa Kemal’in adını anmıyor tabii ki şiirde. O şiir bu maksatla söylenmiştir denildi… İçki içilen bir toplantıda bu şiiri okuduğu söyleniyor. Bu tanıklardan birisi de Cemal Kutay biliyorsunuz. Altı ay sonra babamı, gıcık oldukları bir nedenden dolayı ihbar ediyorlar.” (“Filiz Ali: ‘Babamın dosyası yeniden açılmalı”, Milliyet Sanat, 10 Ekim 2012)

2013 yılının Mayıs ayı sonunda Yapı Kredi Merkezi’nin düzenlediği “Beyoğlu Edebiyat Matineleri”nin kapanış oturumunda Filiz AliYazarın Gayrıresmi Portresi” başlıklı söyleşide, “Konya’da öğretmenlik yaparken arkadaşı olduğu gazeteci Cemal Kutay ve Emin Soysal’ın Yeni Anadolu dergisinde Kuyucaklı Yusuf romanını tefrika ettiğini, ancak telif ücretini vermedikleri için tefrikayı kestiğini” belirtir ve açıklamasını sürdürür:

Tefrikayı kestiği için okurları dergiyi almamaya başlamış. Bunun üzerine Cemal Kutay ve Emin Soysal, babamı şikâyet etmişler. ‘Bir dost meclisinde Sabahattin Ali Atatürk’e şiirle hakaret etti’ diye. Ama ortada delil yok, şiir yok, sadece şahitler var. Babamın da şahitleri var tabii, böyle bir şey yoktur diye. Mahkemede avukat istememiş, kendini savunmuş. 2 saat süren bir savunması olmuş mesela, şiirlerini okumuş mahkemeye. Her halde şiirlerini ilk kez bu kadar kalabalığa bu kadar uzun okuma şansı bulmuştu. Öğrencileri izleyici olarak gelmiş mahkemeye ve alkışlamışlar şiirlerini. Hâkim de kızmış alkışlayanları atarım salondan diye. Sonuçta 1 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Babam da temyize gitmiş. ‘Hakkım olan adaleti sizden talep ediyorum’ diye bir dilekçe yazarak…         Cemal Kutay  ve   İnci Ponat

Cemal Kutay, “Sabahattin’i ihbar etmedim. İhbar etmeye lüzum yoktu. Çünkü ben kendisini tanıdığım zaman sicilli bir insandı. Niye ihbar edeyim, nesini ihbar edeyim.” Demiş.

 30 Eylül 1931’de, Konya Ortaokulu Almanca öğretmenliğine atanır Sabahattin Ali. Kağnı-Ses, kitabında yer alan ‘Bir Skandal’ adlı öyküsü, Konya’yı bir çırpıda tanımlayıveren şu tümceyle başlar:

‘Muallim olarak geldiğim şehir, Orta Anadolu’nun bozkırlarında, bir cilt yarası gibi intizamsız, karışık ve kirli uzanıyor, yayılıyordu.’

Bu kentin aydınlarıyla, (doktor, avukat, öğretmen vb.) kurmak zorunda olduğu zoraki yakınlık, onun ikinci kez tutuklanmasına neden olur. O tarihlerde Konya’da yaşayan Cemal Kutay ve Emin Soysal, onun bir arkadaş toplantısında okuduğu şiirin, Atatürk’e hakaret içerdiğini savlayarak, adli makamlara ihbarda bulunurlar. Sabahattin Ali, 14 aya mahkûm olur. 8 Ocak 1933 tarihinde Konya’dan arkadaşı Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupta:

“Benim mesele, senin zannettiğin gibi, fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir. Aramın açık olduğu bir-iki namussuz, başıma bu işi getirdi,” der.

Sabahattin Ali, Mayıs 1932’de, Konya’dan, Sinop Cezaevi’ne nakledilir. Milyonlarca insanın dilinden düşmeyen ‘Aldırma gönül, aldırma,’ nakaratlı şiirin de içinde bulunduğu 5 Hapishane şarkısını Sinop Cezaevi’nde yazar.

Ekim 1933’te, Cumhuriyetin onuncu yılı dolayısıyla çıkarılan aftan yararlanarak özgürlüğüne kavuşur; Ankara’da, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Dairesi’nde iş bulup çalışmaya başlar.” (İnci Ponat: “Sabahattin Ali’nin Yaşamı ve Öykücülüğü”, Türk Dili Dergisi, sayı 155, Mart-Nisan 2013)

“… Konya’da okuduğu… Sabahattin’i hapiste yatmasına neden olan şiir, bir güldürü niteliğindedir. Sabahattin’in Atatürk’e büyük hayranlığı vardır, bunu belirten bir şiir yazar ve Atatürk’e duyurmak ister. Dönemin bakanları ne kadar Sabahattin Ali’ye sempati gösterirlerse göstersinler, kendisini ısrarla dışlarlar. Yine de konu bir şekilde Atatürk’e yansıtılır. Kendisine Sabahattin Ali’nin af yasasından yararlanarak görev istediği anlatılır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Hikmet Bayur, Atatürk’e,                            Yusuf Hikmet Bayur

‘Paşam,’ der, ‘hakkınızda ağır bir şiir yazmış olan bir öğretmen vardı ya, aftan yararlanarak tekrar öğretmenliğe atanmak istiyor.’

‘Atanmasında bir sakınca var mı?’

‘Hayır Paşam.’

‘Öyleyse neden bana soruyorsun?’

‘İşlediği suç size karşıdır da.’

‘Aşk olsun sana! Beni, kişisel gücenikliğim dolayısıyla yasal gerekliliklerin yerine getirilmesini önleyecek ölçüde egoist mi sandın? O genci ilk açılacak yere hemen atayınız.’

 İşte o dönemde Sabahattin Türkiye’nin sosyal gerçekçi ilk büyük öykü ve romanlarını yazar: Değirmen, Ses, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Yeni Dünya, Kürk Mantolu Madonna ve Ignazio Silone’den bir çeviri yapar: Fontamara.

Bunların yanı sıra Devlet Konservatuarı’na atanır, Carl Ebert’in çevirmeni olur, dramaturgluk yapar ve ders verir. (…) Sabahattin Ali askerde tavla oynarken

Ama işler hep böyle güzel gitmez. Aşırı milliyetçi ve Türkçü çevreler kendisiyle uğraşmaktadır. Sabahattin onların lideri durumunda olan Nihal Atsız’ı mahkemeye verir, dava, gösterilere yol açar ama Atsız dört ay hapse mahkûm olur. Derken Sabahattin’i iki kez askerlik görevini yapmış olduğu halde, üçüncü kez askere alırlar. Ankara’da artık rüzgârlar ters esmeye başlamıştır. 1945 Aralığı’nda Tan gazetesinin tahrip edilmesi olayı olur, Sabahattin Ali Bakanlık emrine alınır, (…) Milli Eğitim’de bir tasfiye ve hesaplaşma döneminin başlangıcıdır.” (Hıfzı Topuz: Eski Dostlar, Remzi, 2000, s.21-22)

Sinop Cezaevinde yazdığı şiirlerine de geleceğim ama öncelikle ‘Ayşe Sıtkı’dan söz edelim:

1912 yılında Kavala’da doğan Ayşe Sıtkı, Bolu Kadısı Allâme Mehmet Sıtkı‘nın kızı. Bir Cumhuriyet Kızı… 1930-35 yılları arasında Pertev Naili Boratav‘ın yanı sıra Sabahattin Ali‘nin en yakınında bulunan birkaç kişiden biri.

1928’de Erenköy Kız Lisesi’nde Reşat Nuri’nin (Güntekin) öğrencisi, 1932’de tarih öğretmeni, 1950’lerde Adnan Ötüken‘in yakın çalışma arkadaşı.

Ayşe Sıtkı’nın Sabahattin Ali‘ye gönderdiği mektuplar Filiz Ali ile Atilla Özkırımlı‘nın 1979’da yayımladıkları ‘Sabahattin Ali’ kitabında yer alır. Başka mektupların hepsinden daha yoğun ilgi çeker. Oktay Akbal, Ayşe’nin gönderdiği mektupların özellikle dikkat çekici olduğunu belirtip der ki:

Ayşe’nin Sabahattin Ali’ye yazdığı mektupların birkaçını biliyoruz. Ya Sabahattin Ali’nin Ayşe’ye yazdıkları!.. Onlar duruyor mu? Ayşe’nin mektupları sakladığını sanıyorum. O zaman hem yazımıza hem yazarın anısına sevgi ve saygı belirtisi olarak o mektupları ortaya çıkarıp kamuoyuna sunması gerekmez mi?.. Okur, Ayşe’yi, kişiliğini, yaşamın dalgaları arasında ne olduğunu merak ediyor.”   Ayşe Sıtkı ve Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya gönderdiği mektuplar kitabı

 Cumhuriyet’te yayımlanan bu yazıyı okuyan Ayşe Sıtkı İlhan, iki yıl sonra o sıralarda yaşadığı Avusturya’dan Oktay Akbal’a ‘ben Ayşe’yim’ diye kendini tanıttığı bir mektup gönderir. Sabahattin Ali, 1930-1935 yıları arasında 70 mektup göndermiştir Ayşe Sıtkı’ya. Ayrıca, şiirler, öyküler, vb… Ayşe Sıtkı, eski yazıyla kaleme alınmış mektupları çevirterek yayımlama kararını verirse de bir 10 yıl daha geçer.

Sabahattin Ali ve Ayşe Sıtkı İlhan 1936 yılına kadar mektuplaşmayı sürdürürler. Mektuplar, Ayşe Sıtkı İlhan’ın 1937 yılında bir hukukçuyla evlenmesinin ardından kesilir. Mektuplar, İlhan’ın 15 yıl süren evliliği süresince gizli kalır. Ayşe Sıtkı İlhan, mektupları bu süre boyunca yakın arkadaşı Talia Hanım’ın babası Rauf Yekta Bey’in Beylerbeyi’ndeki konağında saklatır. İlhan, mektupların zorunlu yolculuğu için ‘Sabahattin Ali’nin son mahpusluğu’ der. 70’e yakın mektup yazmıştır Sabahattin Ali. İki çeviri, 11 şiir içeren mektupların hepsi de eski Türkçeyle kaleme alınır. Bir mektubunda ayrılığın nasıl da zor geldiğini anlatır Sabahattin Ali: ‘Senden ayrılalı bir saat bile olmadı Ayşe, bu kadar kötü olduğum, yaşamaktan bu kadar bıktığım bir gecem daha yoktur. Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte bu kadar ısrar etmeli?’

İki gözüm Ayşe

Yazar ve şair Sabahattin Ali’nin Ayşe İlhan’a yazdığı aşk mektuplarının toplandığı İki Gözüm Ayşe kitabının önsözünü yazan Uğur Mumcu,

Ömrümde yıllar kadar yâr sevdim
Her biri bir başkasının eşidir

 dizelerinden söz eder ve ekler: “Ayşe, bu sevgililerden biridir.” (Eray Görgülü: “Yıllar geçse de bu kalp seni unutur mu?”, Hürriyet, 14 Şubat 2010)

Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya yolladığı mektuplar, “Ayşe Sıtkı İlhan-Doğan Akın” imzasıyla “Sabahattin Ali’nin mektupları/İki Gözüm Ayşe” adıyla 1979 yılında yayımlanır.

Sabahattin Ali, Ayşe’ye sık sık yazarsa da çok seyrek yanıtlanmasından yakınmacıdır. Yakınmasını da sık sık dillendirir mektuplarında:

 Sen birkaç mektubunda beni sevdiğinden bahsetmiştin, hem çok sevdiğinden… Ve beni kendine yakın bulduğunu yazmıştın… Ben hâlâ buna inandığım halde, buna inanmak istediğim halde bir noktayı halledemiyorum: Beni anlayan ve beni seven bir insan nasıl olur da bana iki ay hiçbir şey yazmayabilir ?

Akıllı Ayşe, bundan sonra sana her mektubumda nikâh teklif edeyim, çünkü böyle yapınca bir haftada cevap alıyorum. Yani tetik ol, biraz geciktin mi şıp diye nikâhına talibim.”

Ayşe’nin bir başkasıyla evlenmesi olasılığı yazarı tedirgin eder. Nitekim şöyle der bir mektubunda:

Sakın darılma iki gözüm Ayşe’ciğim, ben hatun kişilerin, hatta senin kadar akıllı olanların bile aklından şüphe ederim. Yarın öbür gün kalkar bir serseme varırsınız, insanın yüreği yanar.”

Gene Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda “15-16 yaşından beri şöyle bir haftacık olsun, âşık olmadan durduğumu hatırlamıyorum. Durmadan ve aralıksız şiddetle aşıkım.”                                   Ramazan Aktaş

Ramazan Aktaş, yazarın ‘şiddetle âşık’ olduğu adları döker:

Sabahattin Ali Yozgat’ta iken Nahit Hanım’a, Almanya’da Frolayn Puder’e, Aydın’da bir Miralayın kızına (Adı Fethiye) olduğu gibi Konya’da da Melahat Muhtar adlı talebesine ve Muhsine adlı şarkıcı bir kıza yine ‘şiddetle âşık’tır.” Aşıktır ama, aşık olduklarından genellikle karşılık görmez. Nitekim öndeki satırlarda alıntılayacağım) “Koşma” adlı şiirinde durumunu özetler.                                           Hıfzı Topuz

Az önce dökülen adlar arasında ilk aşkı yoktur. İlk aşkının adı da yoktur zaten. Hıfzı Topuz’un anlatımıyla:

Sabahattin Ali kolay âşık olan bir yazarmış; evlenmeden önce birçok kadına âşık olmuş. İlk aşkını şöyle anlatıyor: ‘Ben Balıkesir’de okurken Kız Öğretmen Okulu hocalarından birine âşık oldum. 16 yaşındaydım. Sevdiğim kadın benden on yaş büyüktü. Onun yolunu bekler laf atardım. O da dehşetli kızmış görünürdü. Gel zaman git zaman benim sınavıma denetçi olarak geldi ve bana olağanüstü yardım etti. O sınavda ahbap olduk. O kadar ki daha sonraları ben İstanbul’da okurken o da Validebağ Okuluna atandı. Her Cuma günü onu görmeye giderdim, birlikte Validebağ korularında dolaşırdık.” (Hıfzı Topuz: Başın Öne Eğilmesin, Sabahattin Ali’nin Romanı, Remzi, 9. Basım, 2010, s.39)             Nahit Hanım (Nahit Fıratlı)

Nahit Hanım İstanbul’daki aşkıdır.[1] Öğretmenlik kursunda tanışırlar. Öylesine hoşlanır ki Nahit Hanımdan, neredeyse hiç ayrılmaz yanından. Bir türlü açılamaz. Herkes gibi, Nahit Hanım da Sabahattin Ali’nin ona âşık olduğunun ayırtına varmıştır ama, ilişkilerinin arkadaşlık sınırları içinde kalmasından yanadır. Yozgat’a gidince gönderdiği mektupta dolaylı olarak aşkını dile getirir:

“… Ah Nahit, yalnızlık asıl böyle kalabalık yerlerde belli oluyor. Halbuki insan ıstıraplarını, tahassüslerini söylemek için mutlaka birisine muhtaç… Ne yalan söyleyeyim, beni senin kadar anlayacak kimse aklıma gelmiyor… Oradan gelirken aramız biraz şeker renkti… Fakat buraya gelince hissettim, anladım ki – hiçbir başka düşünce ve arzu olmamak şartıyla – seni kardeşim kadar seviyormuşum… Ah ayın on dördü sultan, ne olurdu benimde senin gibi bir kardeşim olaydı…”

Bu dolaylı aşk itirafına da yanıt gelmez. 2 Şubat 1928’de Servet-i Fünûn’da çıkan “Bir Macera” şiiri aşkına karşılık bulamadığının ilânıdır:

Neticesiz bir aşka verdim gençliğimi
Ne ufak bir temayül, ne bir iltifat gördüm
Önünde yalvararak söylerken sevdiğimi
Gözlerinde yüzüme inen bir tokat gördüm…

Bu bir taraflı aşkta hiç durmadan Allahım,
Ümitsizlik sararken beynimi bir ağ gibi;
Ben yine seviyorum onu… Aman Allahım!..
Bir macera görmedim ben bu macera gibi…

Şiir yayımlandıktan 12 gün sonra, — 20 Şubat 1928’de Nahit Hanıma yazdığı mektupta, Nahit Hanıma âşık gibi değil, bir dost gibi davranacağını bildirir:                                         Nahit Hanım

“… Cevap vermediğini, vermeyeceğini bildiğim halde yine sana yazıyorum. Seni tasavvur edemeyeceğin kadar çok sevdim Nahit.

Seni çok kızdırdım, çok sukut’u hayale uğrattım, beni de herkes gibi gördün… Bütün kabahatlerin bende olduğunu itiraf ederim. Sana bir kafa arkadaşı gözünden başka gözle baktım, münasebetimizi arkadaşlık hududunun haricine çıkarmak istedim… O zaman… O zaman seni kaybettim… Senin yokluğunun ne müthiş olduğunu seni kaybedince anladım…

Sana yalvarıyorum Nahit… Ve açıkça, terbiyesizce söylüyorum; ben senden vücutlarımızın değil, kafalarımızın birleşmesini istiyorum…”                                 Pertev Naili Boratav

 1931 yılının sonuna doğru yazıp 13 Şubat 1932’de Pertev Naili Boratav’a yolladığı “Eskisi Gibi” şiirinde Sabahattin Ali, arkadaşlık sınırı içinde kalmaya söz verdiği Nahit Hanımı için için hala sevdiğini içi burkularak itiraf etmektedir:

Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.

Başkalarına gülsem de,
Senden uzakta kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.

Dağları aşınca başım,
Geri kaldı her yoldaşım,
Gel sevgilim, gel kardaşım,
Ben gene sana vurgunum.

Gönlüm seninkine yardı,
Aynı şeyleri duyardı;
Ayaklarımız uyardı…
Ben gene sana vurgunum

Konya’da öğretmenlik yaparken öğrencisi olan Melahat Muhtar’a âşık olur. Melahat Muhtar henüz 15 yaşındadır. Dalgalı saçlı, uzun boylu, kumral tenlidir. Umutsuzluğuna son veren bir aşktır bu; çünkü karşılık görmektedir. Bu kez mutlu ve umutludur. 1923 Haziranında Pertev Naili Boratav’a gönderdiği mektupta coşkuludur:

-“Ben burada yine şiddetli âşıkım. Sevgilim geçen Perşembe İstanbul’a gitti. Adresini gönderince ben de sana yazarım. Bir de şiir gönderiyorum. Sevgilim daha on beş yaşında bir çocuk olduğu için şiirdeki çocukları filan hoş gör. Herhalde Enver size bu kızın hüsn-ü cemalinden bahsetmiştir. Bu aşkın hususiyeti mütekabil oluşudur; hayatımda böyle bir şey ilk defa vaki oluyor.

Gelgelelim, günün birinde Melahat Muhtar da bir doktorla evlenir. Evlilik gerçekleştikten sonra Sabahattin Ali (önceki satırlarda andığım) “Koşma” şiirini yazar:

Sevip sevip yarı ele kaptırmak
Kara bahtın bana eski işidir.
Ömrümdeki yıllar kadar yar sevdim
Her biri bir başkasının eşidir.

Canlar verdim her birinin yoluna,
Hepsi girdi bir yiğidin koluna,
Bülbül bile kondu bir gül dalına,
Boşta gezen bizim gönül kuşudur.
Baktığım yok üzüntüye, sevince.
Feryat etmem yar başından savınca,
Benim gibi sevmelidir sevince:
Ne göz görür, ne kulağım işitir.

Kara saçım dik başımda kar oldu,
Ak saçımla yar sevmesi ar oldu,
Bana vuran eller değil, yar oldu,
Bu dert benim dertlerimin başıdır.

Kimi aşık dileğine ulaşır,
Sevdiğiyle cümbüş eder, gülüşür,
Kimi benim gibi garip dolaşır,
Asıl aşık kam almıyan kişidir.

Ayşe’nin (ve önceki satırlarda anılanların) yanı sıra bir de Fatma olduğunu mektuplardan öğreniyoruz:

Fatma’ya birçok selam.Eğer bu iş olmazsa ve kendisi de edebi ve namusuyla oturmayı vaat ederse Fatma’ya talibim kendisine söyle, eğer sen caymadıysan sana olan nikâh teklifimde de ısrarlıyım. Olmazsa kura çekeceğim. Gözlerinden öperim kardeşim.”

Fatma’ya cevap yazamıyorum. Geldiği zaman görüşürüz. Beni görünce aklı başından gidiyormuş ama, ehemmiyeti yok, yanına güzelce bir muallim hanım daha alsın, o zaman da benim aklım gider. Ziyarete gelirken münasip şekilde süslenmeyi ihmal etmesin, aylardır güzel kız gördüğümüz yok…”

Fatma kimdir? Fatma Nudiye Yalçı mı? Yoksa, Kemal Tahir’in ilk eşi Fatma İrfan Serhan mı?..

1904 İstanbul doğumlu Fatma Nudiye Yalçı, Deniz Makine Önyüzbaşı Hüseyin Hüsnü’nün kızı. İstanbul Üniversitesinde Felsefe eğitimi gördükten sonra, Sabiha ve Zekeriya Sertel’in çıkardığı Resimli Ay Dergisi çevresinde, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin, Nizamettin Nazif (Tepedelenlioğlu), Sabahattin Ali, Suat Derviş gibi dönemin önde gelen aydınları ile tanışır. 1932 Martında Nizamettin Nazif’le evlenir.                                   Fatma Nudiye Yalçı

1933 yılında Yedigün dergisinde kızlık soyadını kullanarak, Nudiye Hüseyin imzasıyla makaleler yazmaya başlar. Yine evli olduğu yıllarda yazdığı ve tiyatro tarihçilerince oyun vermiş ilk kadın yazarımız olarak nitelendirilmesine yol açan tiyatro oyunu “Beyoğlu 1931”i ise Nudiye Nizamettin diye imzalar. Nizamettin Nazif ile evliliği 1933 yılı sonlarında biter. Soyadı Yasası yürürlüğe girince Yalçı soyadını alır.

Bir süre sonra Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile tanışır ve birlikte yaşamaya başlarlar. Bu ilişki, yaşamlarının sonuna değin sürer.

Fatma İrfan Serhan 1915 doğumlu. İzmir’e edebiyat öğretmeni olarak atanır. 1937 yılında 1929 yılında tanıştığı Kemal Tahir ile evlenir. Kemal Tahir hapse girdikten sonra, Niğde’de öğretmenken, “Komünistin karısı” diye uğradığı tacizlere dayanamaz ve 1940 yılında Tahir’den boşanır. Daha sonra iki evlilik daha yapar.

Her iki ‘Fatma’ da Sabahattin Ali ve arkadaşlarının çevresindedir. Mektuplarda adı geçen Fatma bu ikisinden biri midir, yoksa bambaşka biri mi?.. Aydınlatıcı bir kaynak bulamadım.                                             Asım Bezirci

Sabahattin Ali, Almanya’ya Melahat Togar ile birlikte gider. Asım Bezirci, “Sabahattin Ali cumartesileri Melâhat Hanım’ı görmeye geliyordu. Koltuğunun altında kitapları vardı. Uzun uzun konuşup dertleşiyorlardı. Nahit Hanım’a duyduğu sevgiyi, çektiği acıları anlatıyordu.” der. (Asım Bezirci, Sabahattin Ali, Çınar, 1992, s.27)

Sabahattin Ali’nin Almanya’daki yaşamı hakkındaki bilgilerin çoğuna arkadaşı Melahat Togar sâyesinde erişilir.

Kürk Mantolu Madonna”nın, romandaki adıyla Maria Puder’in gerçek yaşamda kim olduğu tahminleri arasında Sabahattin Ali’nin Almanya’dayken âşık olduğu Frolayn Puder de yer alır.

Muvaffak Şeref’in Asım Bezirci’ye aktardığı ve Sabahattin Ali’nin Almanya’da birlikte okuduğu arkadaşı Melahat Togar’ın da desteklediği bilgiye göre, Maria Puder,Eskiden Taksim’de Camlı Köşk‘te bir Macar orkestrası vardı. Orkestra kadınlardan kurulu idi. Sabahattin bu kadınlardan biriyle arkadaş oldu. Kadın gri renkte bir kürk giyerdi. Sarışındı. Adı Lili. İyi keman çalardı. Liko Amar onu konservatuara almak istemişti. Sanıyorum ki Kürk Mantolu Madonna odur.” Muvaffak Şeref’in sözünü ettiği hanım, ünlü piyanist Ferdi Statzer’in eşi Lili Statzer’dir.                                        Melahat Togar

Melahat Togar da benzer konuşur: “İstanbul’a bir Macar orkestrası gelmişti. Toplulukta bir Yahudi kadın kemancı vardı. Sabahattin Ali onunla ilişki kurmuştu. Kürk Mantolu Madonna’nın kahramanının o kadın olduğunu bana sonradan açıkladı. Almanya’da iken Havel Irmağı kıyısında birlikte yaptığımız gezintilerden, bazıları da romanda anlatılmıştır.”

Sabahattin Ali’nin askerlik arkadaşı Niyazi Ağırnaslı, çok farklı savdadır: Maria PuderAnkara’da Hacıbayram yolu üze­rinde Ticaret hanının ilerisindeki köşede bir gazino”da çalışan iki Macar hanımdan biridir.

Kürk Mantolu Madonna ilk kez Hakikat gazetesinde 18 Aralık 1940-8 Şubat 1941 (çıkmadığı günler: 8-10,14,15 Ocak 1941) tarihinde ‘Büyük Hikâye’ başlığı altında 48 bölüm olarak tefrika edilmiştir. Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna’yı ikinci kez askerlik yaptığı Büyükdere’de çadırda yazmış ve günü gününe gazeteye yetiştirmeye çalışmış, romanı yazdığı günlerde attan düşüp sağ kol bileği çatlayınca, kolunu tenekede ısıtılan suya koyup yazmaya devam etmiştir.

Roman gazetede tefrika edilmiş ama Sabahattin Ali telifini alamamış, gazete sahibi Cemal Hakkı ile aralarında giderek sertleşen yazışmalar olmuş, Cemal Hakkı romanın beğenilmediğini söyleyince Sabahattin Ali de 10 Şubat 1941’de şu yanıtı vermiştir:

‘Benim yaptığım, bana defaatle vaat edildiği halde, hiç sebep zikredilmeden incaz[2] edilmeyen bir hakkı istemektir. Bir de sizin yaptığınıza bakalım: Roman gazetenizde, benim gibi bu meselelerde hassas olan bir adamı deli etmek için olacak, mütemadiyen şekil değiştirilerek, kararsızlık içinde, neşredildi. Evvela üç sütunda başlayıp sonra dört sütuna, sonra da yedi sütuna çıkarıldı.

Yazı hayatımda ilk defa olarak, yazımın tutmadığı suratıma çarpıldı. Neden? Bunu araştırmaya lüzum bile hissedilmedi. Acaba roman hakikaten tutmadı mı? Tutmadı ise kabahat romanda mı, Hakikat gazetesi karilerinin seviyesinde mi benim şimdiye kadar intişar etmiş bulunan eserlerim meydanda olduğuna göre, benden gazeteniz için yazı isterken, İskender Fahrettin, Esat Mahmut beylerden veya Peride Celal, Kerime Nadir, Mükerrem Kâmil hanımlardan beklenen neviden bir roman istemiş olamayacağınız aşikârdır. Akşam gazeteleri karileri ancak bu nevi yazıları tutuyorlarsa kabahat bende mi? Sanatı üzerinde benim kadar titreyen ve bunu ‘talebe muvafık emtia’ haline girmekten benim kadar kaçan bir insana eliniz titremeden ‘roman maalesef tutmamıştır’ diye yazarken ne yaptığınızın farkında mı idiniz?’

Kitabın adına gelince, Cevdet Kudret, Sabahattin Ali’nin bu roman için ‘Lüzumsuz Adam’ adını düşündüğünü ancak içindeki ‘z’ ve ‘s’ seslerinin kakofonisinden hoşlanmayarak bu addan vazgeçtiğini söylemektedir. Pertev Naili Boratav ise Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’yı ilk önce bir öykü olarak tasarladığını ve başlığını da ‘Yirmi Sekiz’ koyduğunu, öykünün ilk sayfasını da kendisine gösterdiğini, ‘Yirmi Sekiz’ başlığını da Sabahattin Ali’nin öykünün kahramanı olan hanımı tanıdığında yirmi sekiz yaşında olması nedeniyle seçtiğini belirtmektedir. 

Kim bu Kürk Mantolu?

Kürk Mantolu Madonna’nın kim olduğu konusunda pek çok şey söylenmiştir. Sabahattin Ali’nin yakın arkadaşlarından Muvaffak Şeref, Taksim Camlı Köşk Gazinosu’ndaki  kadın orkestrasında çalan kadınlardan biri olduğunu söylerken Sevgi Sanlı, Kürk Mantolu Madonna’nın Sabahattin Ali’nin henüz çok gençken âşık olduğu bir genç kız olduğunu dile getirmektedir.

Aliye Ali ise Asım Bezirci’yle yaptığı konuşmada romandaki bazı konuşmaların kocasıyla kendisi arasında geçtiğini ve Raif Bey’in ailesinin Sabahattin Ali’nin dayısının karısı Müfide Hanım’ın ailesinden izler taşıdığını anlatmıştır.

Sabahattin Ali ise Ayşe Sıtkı İlhan’a 6 Temmuz 1933’te Sinop’tan gönderdiği mektubunda romanın kahramanını açık açık anlatmaktadır: Almanya’da Frolayn Puder isminde bir hatuna ziyadesiyle âşıktım. (Bu kadın arkadaşlar arasında 28 namıyla meşhurdur.) O zamanlarda ise Berlin’de şu meşhur Deli Şarkıcı filmi oynamıştı ve oradaki Sonny Boy şarkısı herkesin ağzında idi. Şimdi bunu mırıldanınca sisli ve yağmurlu teşrinievvel günlerinde 28 ile müzelere veya sinemaya gidişim aklıma gelir. Yolda mütemadiyen kızcağızın yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Âşık olduğum kimseler arasında bana bu kadın kadar iyi muamele edeni olmamıştır. Parmağının ucunu bile koklatmadığı halde beni kırmaz, aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafe muhafaza etmesini gayet iyi bilirdi…’” (Sevengül Sönmez: “Kürk Mantolu’yu neden çok sevdik?”, Radikal Kitap, 12 Mart 2013)

Sabahattin Ali’nin Ayşe Sıtkı’ya yazdığı yukarıdaki mektupta âşık olduğunu söylediği kadın arkadaşlarınca bilinmektedir. Pertev Naili Boratav 11 Eylül 1931 tarihli Sabahattin Ali’ye gönderdiği mektubunda: “Adresini yazmamışsın. Fakat sen (artık meşhur adam oldun. Mesela Almanya’dan yirmi sekizin aklına eser de şu Sabahattin’e bir mektup yazayım, aşkı tazelensin dese ve adresini bilmediği için, Herrn Sabahattin Ali / Türkei yazsa mektubun seni bulacağına hiç şüphe etme” yazar.

Sabahattin Ali, 1932 yazında amcası Salih Beyin evinde karşılaştığı Aliye Hanımla evlenmeye karar verir. Amcası, Aliye Hanımın ailesine bir mektup yazar, olumlu yanıtlanır. Sabahattin Ali evliliğin gerekçesini, “ Çalışabilmek için… Ben kendi kendime her hususta idare edemiyorum. Halbuki muhakkak muntazam ve ölçülü bir hayata muhtacım ve ancak bu şekilde faydalı işler çıkarabilirim” diye açıklar.                          Sabahattin ve Aliye Ali

16 Mayıs 1935 günü Kadıköy’de nikahlanırlar. Mutludur. Arkadaşı Melahat Togar’a, “Yine âşıkım! Bu kez karıma” der.

Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektuplardan birinde “Bu Sinop ne berbat yermiş!.. Ahalisi zaten hoşuma gitmemişti ya, havası da berbatmış” diye söz eder Sinop’tan. Sinop Cezaevi’ndeyken yazdığı 5 Hapishane şiirinden beşincisi en yaygın olarak bilinen şiirdir.

HAPİSHANE ŞARKISI -5-

Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma

Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma

Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir küfür yolla Allaha
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma

 9 Haziran 1933’te Ayşe Sıtkı’ya yazdığı mektupta, Ayşe Sıtkı’nın şarkı hakkındaki değerlendirmesini fırsat bilerek der ki:

“… Hapishane Şarkısı 5 hoşuna gitmiş, memnun oldum. Ben yazılarımı çok severim ve yegâne zayıf tarafım budur, söz aramızda belli etmesem bile yazılarımı beğenmeyenlere fena halde kızarım. (Galiba, güzel mektup yazamıyorsun dediğin için sana da çatmıştım.) Sebebi de şu: Ben yazılarımda zannedildiğinden daha çok samimiyimdir ve bunlar benim dimağı hayatımın birer vesikası ve hepsi birden tarihidir.”

Israrla işlediği, ama üzerinde pek durulmayan bir konusunu vurgulamak gerekiyor. Sabahattin Ali’nin kadınlardan yana bir edebiyatı özellikle gözetmiş olması, yazdığı yılların gerçeği içinde toplumsal ezilmede en alt kesim olarak kadınları görmesi, birçok öyküsünün odağına yerleşmektedir. Erkeğin egemenliğine eleştirel bakışı ve geleneksel cinsel ahlâkı sorun etmesi, o yıllardaki edebiyatta rastlanmayacak türdendir. ‘Yeni Dünya’daki, ‘Sırça Köşk’teki öykülerin çoğu bu anlayışa örnektir.” (Mahmut Temizyürek: a.g.y.

Yazarın salt hapishane şiirleri değil, başka şiirleri de şarkılaştırılır. Şarkılaştıran şiirleri:

Hapishane Şarkısı 1 (Beste: Deniz Akyürek, Yorum: Edip Akbayram)
Hapishane Şarkısı 2 (Beste ve Yorum: Grup Çağrı)
Hapishane Şarkısı 3 (Beste ve Yorum: Ahmet Kaya)
Hapishane Şarkısı 5 (Beste: Kerem Güney, Yorum: Edip Akbayram)
Eşkıya Dünya (Beste ve Yorum: Zülfü Livaneli)
Leylim Ley (Beste ve Yorum: Zülfü Livaneli)
Çocuklar Gibi (Beste ve Yorum: Sezen Aksu)
Dağlar (Beste ve Yorum: Sezen Aksu)
Kızkaçıran (Beste ve Yorum: Ahmet Kaya)
Karayazı (Beste ve Yorum: Ahmet Kaya)
Melankoli (Beste: Ali Kocatepe, Yorum: Nükhet Duru)
Eskisi Gibi (Beste: Ali Kocatepe, Yorum: Nükhet Duru)
Son Mektup (Emre İpor)
Göklerde Kartal Gibiydim (Beste: Grup Çağrı, Yorum: Grup Çağrı, Volkan Konak)
Geçmiyor Günler (Beste ve Yorum: Selva Erdener & Turkuvaz Beşlisi)

Hıfzı Topuz, 200 yılında yayımlanan “Eski Dostlar”ını andığı kitabında, Sabahattin Ali’nin iyi giyinmesinden, pahalı restoranlarda yemesinden, bol para harcamasından ve kadınlardan hoşlanmasından ötürü eleştirildiğini, giderek kınandığını anlatır:

Sabahattin’i eleştirenler onun hiç para tutmamasını ve günü gününe yaşamasını kınıyorlardı. Çünkü Sabahattin iyi giyinmeye, lüks sayılan restoranlar, barlara, kabarelere, pavyonlara gitmeye meraklıydı, iyi içki içiyordu. Bazı dostları onun, sosyete çevreleriyle olan ilişkilerini ve yaşam tarzını eleştirdikleri zaman Sabahattin, “Bizim o insanlardan nemiz aşağı, biz de onlar gibi yapmasını biliriz,’ demekle yetiniyordu.

Sabahattin’in kadınlardan hoşlanması da eleştiri konusu oluyordu. Bazı yakınları, ‘Sabahattin’in zampara olması, kadına düşkün olması belki bir kusurdur, ama ne dereceye kadar kusurdur, bilinmez’ diyorlar, bazıları da onun bu yanını şiddetle eleştiriyordu. Sabahattin bir parti lideri değildi ki, özel yaşamından hesap vermekle yükümlü olsun. O bir sanatçıydı, yazardı, dilediği gibi yaşamakta elbette ki özgürdü. Hem ne olmuştu yani, hoşlandoğı kızlara, kadınlara tatlı sözler söylemiş, fırsat bulduğu zaman da onlarla daha yakın ilişkiler kurmuşsa?” (Hıfzı Topuz: Eski Dostlar, Remzi Kitabevi, 2000, s. 27)

Dönelim Sinop Hapishanesinden çıktıktan sonraki yaşamına. İlk şiir kitabı “Dağlar ve Rüzgâr”ı 1934 yılında yayımlar. 1935 yılında ilk öykü kitabı “Değirmen” yayımlanır. “Zanaatkarlar” 1936 tarihli tiyatro oyunudur. 1937 yılında 1 şiir, 2 öykü kitabı ile ilk romanı “Kuyucaklı Yusuf” yayımlanır.                              Reşat Nuri Güntekin

 Kuyucaklı Yusuf”, aile yaşamı ve askerlik aleyhinde olduğu gerekçesiyle toplatılır. Yazarına dava açılır. Mahkemenin oluşturduğu bilirkişi hayatinde, dönemin ünlü yazarı Reşat Nuri Güntekin de üyedir. Güntekin, “Sabahattin Ali kanaatimce son neslin hikâyecilerinin en kuvvetlisidir. Ve Kuyucaklı Yusuf romanı memleketimiz ve edebiyatımızın yüzünü ağartacak kıymetli bir sanat eseridir” görüşünü bildirir. (Sabahattin Ali: Mahkemelerde, YKY, 2004)                                               Nihal Atsız

 1940 yılında yayımlanan ikinci romanı “İçimizdeki Şeytan” özellikle milliyetçi kesimden olumsuz tepki görür. Nihal Atsız hakaret içeren bir yazıyla tepkileri dile getirir. Atsız’ı dava eder Sabahattin Ali. Eziyetli geçen yıllardan sonra 1944’te davayı kazanırsa da aleyhindeki olumsuz tepkiler dinmez. Bakanlıkça görevinden alınır. Ankara’dan ayrılır, İstanbul’da gazetecilik yapmaya başlar. Tan matbaasının baskınla yakılıp yıkılması sonucu La Turquie ve Yeni Dünya’daki işini de yitirir.Reşit Mazhar Ertüzün, “Sabahattin Ali Olayının Gerçeği” adlı kitabın önsözünü yazan ve İlhami Soysal 

Şiirleri olsun, öykü ve romanları olsun edebiyat çevrelerinde beğeniyle karşılanır. Yabancı roman çevirileri de öyle. İlhami Soysal şöyle yazmıştır“Ataç bir gün sınıfta, öğrencilerine ders kitapları dışında neler okuduklarını sormuş ve tümüne yakınından ‘Pol ve Virjini’ yanıtını alıp pek çok öfkelenmişti. Bir tek ben, nasılsa elime geçirdiğim Ignazio Silone’nin Fontamara romanını okuduğumu söylemiş de Hoca’nın öfkesini yatıştırmış, ‘Sen onu çevireni tanıyor musun?’ sorusuyla karşılaşmıştım.   

Evet biliyordum, Sabahattin Ali idi… Günün politik ortamı, bir lise öğrencisinin öyle şeyler okuduğunu söylemesine uygun değildi. Ataç’a bunu dersten sonra söyledim, güldü, ‘iyi’ dedi, ‘akşam birlikte çıkalım, seni bir kitapçıya götüreceğim’.

Sonra da, raflardan arayıp bulduğu, Akba yayınevinin çıkardığı Değirmen, Kağnı, Ses adlı üç hikâye kitabıyla Kuyucaklı Yusuf adlı romanını alıp bana hediye etti, ‘al bak bunları oku, bunlar Pol ve Virjini’ye benzemez, doğru dürüst şeylerdir’” (Reşit M. Ertüzün: Sabahattin Ali Olayının Gerçeği, Gür, 1985)

Hakkı Süha Gezgin, yalnızca iki kez görmüştür Sabahattin Ali’yi, ancak iki satırlık lâf etmişlerdir ama onun portresini yazmaktan geri durmaz. Çünkü, “unutulmamalıdır ki yazan adam, kendini sahifelere döken, sırlarını açan bir varlıktır. Bu türlü insanlar, birer müze gibi herkese kapıları açık hüviyetlerdir. Girilir, dolaşılır. Her giren, her dolaşan da kendine göre birtakım fikirler edinir.”                                Hakkı Süha Gezgin

 Şişkin elmacıklarının pembe baharı üstüne ak saçları dökülür. Fakat bu dökülüşte o renk tezadını yumuşatan, tabiîleştiren öyle bir tatlılık var ki, hiç yadırgamazsınız. Gövdesine göre biraz büyük başı, erimiş kurşun renkli gözleri, çıkık elmacıkları ile şimal Türk’ünü andırır. Konuşmasını daha âhenkli yapan cana yakın peltekliği, en keskin hükümlerini yumuşatır. Öyle ki herhangi bir sohbet sırasında siz, onun, kendi fikirlerinize aykırı sözlerini, sevimsiz ve can sıkıcı bulmazsınız.

Onu ilk defa Ankara’nın bir lokantasında gördüm. Eski arkadaşları, yıllardır birbiriyle karşılaşmamış dostları birleştiren bir masa başında yan yana idik. Edebiyat, sanat, siyaset ve fikirlerin birbirine çarpa çarpa kaynaştığı bu gürültülü ve biraz da sisli ilk görüşmede onu anlayacak ve anlatmaya yarayacak pek az fırsatlar düştü.

Zaten Sabahattin Ali, pek de meclis adamına benzemiyordu. Onda oturduğu sofrayı şenlendiren, girdiği salonu yerinden oynatan neşe kıvılcımları pek dağılmıyor. Yahut belki de bu durgunluğu sırf o akşama mahsus geçici bir şeydi. Kim bilir!” (Hakkı Süha Gezgin: Edebi Portreler, kapı, 2013, s. 268-271)

Samet Ağaoğlu da tanımlamış Sabahattin Ali’yi, “İlk Köşe” adıyla yayımladığı anılarında sayfalar dolusu yer vermiştir. Anılarına bir soru ile başlar:

Sabahattin Ali ile arkadaş olduk mu? Bir bakıma evet, bir bakıma hayırİstanbul Pasta Salonu’na[3] gelenler arasında idi. Orayı anlatırken yazmıştım, durmadan güler, durmadan açık, örtüsüz kelimelerle konuşurdu. Kısa boyu, şişmanca yüzü ile Sadri Ethem’e benzerdi. Hemen her konuyu sosyal sınıf, patron, işçi, kapitalist, faşist deyimlerinin kavga edebiyatı ile ortaya dökerdi. Bazen ciddî sanıyorsunuz, ama alay etmekte, bazen alay sanıyorsunuz fakat gerçek görüşlerini anlatmakta. Sanki o masaya vakit geçirmek için gelmiştir, ama saatlerce kalıyor.

Sabahattin Ali o yıllarda Ankara’da çevre teşkil eden solcu yazarlardan biri idi. Fakat komünistçe yazıları yüzünden aldığı zindan yarasının acılarını biraz kapitalist yollarla azaltmanın peşinde. Küçük ticaret işleri yapıyor. Devrin faşist sayılan başbakanı {Şükrü} Saracoğlu ise en büyük koruyucusu. Böylece solcu yazarlar grubu ile bizim gibiler arasında kendisine göre bir çeşit köprü oluyordu. Bu solcu yazarlar kimlerdi? Yurt ve Dünya, Adımlar dergilerinde buluşanlar. Çoğu Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin doçentleri, asistanları. Aralarında Behice Boran, İstanbul Lisesi’nden birkaç aylık arkadaşım Pertev Boratav, Niyazi ve Mediha Berkesler, yine tanıdığım Muzaffer Şerif var. Bu grup Sabahattin Ali’nin bizimle kendileri arasında köprü olmak hevesini pek benimsemiyorlar. Sabahattin’e karşı soğuk duruyorlardı. Bunun bir sebebi de belki onu biraz tehlikeli bulmaları idi. (…)

“Evet, bu, hikâyeciliği gerçekten realist ve kuvvetli insanın karşısındakilere güven vermekten uzak bazı davranışları vardı. Bir kere dedikoduyu çok seviyordu. Herkesin özel hayatına girmeğe çalışıyor, bunu da kendi dili ile ‘çökmüş ve kokuşmuş burjuvazisinin hamurunu yoklamak’ için yapıyordu.” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe, YKY, 2013, s.62-69)

Sabahattin Ali ile Aziz Nesin’in yayımladıkları Marko Paşa dergisinin kısa süreyle Sorumlu Yazı İşleri Müdürü olan Mücap Ofluoğlu, yazarı daha yakından tanımış biri. Anlattığı Sabahattin Ali, en azından niye ‘meclis adamı’ olmadığının açıklamasını da içeriyor:                                 Mücap Ofluoğlu

 Ben Sabahattin Ali’yi Marko Paşa’ya Sorumlu Yazı İşleri Müdürü olduğum günlere kadar yalnızca yazılarından tanıyordum. Kendisi Ankara’da oturuyordu. Bir süre sonra İstanbul’a geldi ve ben gazetesinin bir müdürü olarak el sıkışıp tanıştık. Aziz Nesin bir halk adamıdır. Sabahattin Ali ise kentsoyluydu. Bunu fizyonomisinde, giyinişinde, oturup kalkışında, kültüründe, konuşmalarında, hatta eğlencelerinde görmek ve saptamak mümkündü.

Sabahattin Ali’yi tanıdıktan kısa bir zaman sonra çok sevmiştim. Sık sık yanında olmak, söyleşilerinden yararlanmak, hatta biraz da olsa katılmak isterdim. O da, benim bazı kişileri ve olayları abartarak anlatmama ve alaya almama çok gülerdi. Yalnız, Yahudiliği alaya alan uydurma bir radyo programı üzerine yazıyı sevmemiş ve, ‘İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı veren insanları alaya almanız hiç doğru değil’ diyerek eleştirmiştir.

O yıllarda azınlık taklitleri sahnelerimizde çok geçerliydi. Ben o yazımda, ‘Bu program er (her) memleketin saatine yore (göre) ayarlanmiştir’ diyordum. Azınlık taklitlerinin sahnelerde yapıldığında bol bol alkış aldığı bir dönemde, uyduruk bir radyo programı yazımın Sabahattin Ali tarafından bu denli ciddiye alınacağını hiç düşünememiştim.        

Sabahattin Ali bizim, yani Rıfat Ilgaz’ın, Mim Uykusuz’un, Şerif Hulusi’nin, çok seyrek de olsa Aziz Nesin’in çıktığımız ucuz meyhanelere, tavernalara uğramazdı. O durumu iyi, parası bol dostlarıyla Degüstasyon, Tokatlıyan, Park Otel gibi yerlere giderdi. Sırtında şık paltosu, başında rölöve gri şapkası, kimi zaman papyon kravatı, ince madeni çerçeveli gözlükleri ve elinde mutlaka bir-iki kitap ya da çantası ile Sabahattin Ali. Bu görünümü ile de bir yazardan çok, bir diplomatı andırırdı.

O günlerin ilerici yazarları, sanatçıları henüz paraya pula hasrettiler. Bu nedenle de, Sabahattin Ali’nin, ağzında piposu, gözlüklerinin arkasından çevresini inceleyen bakışları çok kişiyi fazlasıyla kızdırırdı. ‘Bu ne biçim halkçı yazar? Arkadaşları piyaza, işkembe çorbasına talim ederken, beyimiz maşallah Abdullah Efendi’den çıkmıyor! Ya da, ‘Duyduğumuza göre, Aziz Nesin’den çok daha fazla para almasına karşın, gene de para sıkıntısından söz ediyormuş’ şeklinde dedikodular ve eleştiriler uçuşurdu sanatçılar arasında.

Ben, aranan, okunan bir romancı olarak bu yaşamı ona yakıştırıyordum. Kitapları satıyordu, o zaman parası da olacaktı. Sosyal durumu ve çevresine göre yaşayacaktı tabii ki. Yalnız çok parasız kaldığımız günlerde, Aziz susmakla yetinirdi ama, Uykusuz olsun, Haluk Yetiş olsun, Rıfat Ilgaz olsun, bendeniz de katılarak, ‘Sabahattin Bey Dostumuz şimdi kim bilir hangi otelin barında viskisini yudumluyor, kahkahalarını basıyordur?..’ diye, kendisini biraz da kırgın anmaktan da geri durmazdık.

1947 yılının sanırım kış mevsimiydi, sanatçılar, başta Bedri Rahmi, ressamlar, müzisyenler, biraz aktörler, seramikçiler, yazarlar, şairler, Sabahattin Eyuboğlu’nun çevresi, Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz, Fikret Adil olmak üzere, ‘Sanat Dostları’ adı altında her on beş günde bir Anadolu Birahanesi’nde toplanmaya başlamışlardı. Anadolu Birahanesi Gutan ayakkabıcısının yanındaki geçitteydi. Bu toplantılara ilk kez Sabahattin Ali ile gitmiştik Az ama iyi bir dostluğumuz olmuştu. Ama biliyorsunuz, karanlık eller tarafından genç yaşında katledilerek aramızdan ayrıldı.” (Mücap Ofluğlu: Silinmiş alkışlar içinde, İş Bankası, 2008, s.82-84)

Samet Ağaoğluİlk Köşe” adıyla yayımladığı anılar kitabına, Sabahattin Ali’nin ölümü üzerine 4 Şubat 1949 günlü Tasvir gazetesinde çıkan yazısını da koymuştur. “Sabahattin Ali’ye ait hatıraların 934’ten başlar” diye girdiği yazısında, İstanbul Pasta Salonu’nda buluştuğu arkadaşları arasında yeni bir yüz gördüğünü belirterek der ki:

Bu tıknaz, topluca, saçlarının bir kısmı kırlaşmış, gözlüklerinin altında küçük gözleriyle karşısındakinin kafasındakini okumaya çalışır gibi bakan bir insandı, tanıştırdılar. İsmini çoktan bildiğim, yüzünü ilk defa gördüğüm Sabahattin Ali. (…) Sabahattin Ali’nin bende o gün bıraktığı etki yaptığı hücuma rağmen müspet oldu. O akşam kendisine beraberce bir yerde birkaç kadeh içmemizi teklif ettim. Gözleri parladı ve yine gülerek – Sabahattin Ali’nin garip bir gülüşü vardı. Gülerken de konuşmaya çalışır ve bu suretle gülmesi kelimelerle birtakım kaba seslerin birbirine karışmasından ibaret acayip bir gürültü halini alırdı – ‘Bir burjuvanın içkisini içmek, ona masraf ettirmek bana zevk verir’ dedi. (…)

Sabahattin Ali’de bir çeşit şahsiyet ikiliği vardı. O hiçbir zaman açık ve deklare komünist olamadı. Fakat hikâye ve romanlarındaki Sabahattin Ali ile gerçekteki Sabahattin Ali arasında dağlar kadar fark vardı. Hikâyelerinde halk adamı, şahsiyet, insaniyetperver olan Sabahattin Ali realitede en mükemmel bir burjuva tipi idi. Para harcar, şık giyinir, âlâ sigaralar içer, pahalı lokantalarda karnını doyururdu. (…)

Sabahattin Ali bu iki şahsiyetinde samimi idi. Bunun içindir ki en çok hikâyeleri ile bu memleketin hayatını, insanları, hayvanları, dağları ve nehirleri ile en sanatkârane bir şekilde anlatmaya muvaffak oldu. Cemiyetin ve insanların ruh hallerini derinliğine değil, fakat genişliğine ve üst tarafından çok iyi kavramıştı. Esasen derine inmek de işine gelmiyordu. Çünkü insanların ruhlarındaki derinliklere inildikçe onların birbirinden ne kadar farklı yaratıldıklarını görüyor ve o zamanda insanlar arasında eşitlik isteyen bir mezhebe taraftar olmak imkânını bulamıyordu. Sabahattin Ali komünistliği ve sosyalistliği bir ideal, inandığı bir nizam olarak değil, bu cemiyetin içinde dikkat nazarını çekmek, tanınmak ve meşhur olmak için bir maske gibi yüzüne takmıştı. (…)

Öldü veya öldürüldü, bu tereddüt ancak vücuduna, et ve kemiklerine ait olabilir. Sabahattin Ali Türk milleti için çoktan beri şahsiyetini ve sanatını bazen inanmadığı bir fikrin, bazen gündelik politika icaplarının ve küçük hesapların arkasında harcadığı günden beri manen ölmüştür. (…) Bundan aşağı yukarı dokuz sene evvel bir akşam Ankara’da bir apartımanın en üst katındaki evinde ona insan olarak da, sanatkâr olarak da ancak bir millete mensup bulunmakla bütün emellerine varabileceğini, kendisi ne kadar iddia ederse etsin, hiçbir zaman bir komünist hatta bir sosyalist olamayacağını, yaradılışının ve istidatlarının buna mani olduğunu anlattıktan sonra, bana verdiği cevabı hayretle dinledim:

‘Evet, iyi görüyorsun, ben ne komünist, ne sosyalist, ne şu, ne bu olabilirim. Fakat bir şey olabilirim ve olacağım. Bir hiç yüzünden, yarı bir iftira yüzünden bir heyecanlı şiir yüzünden hayatımın en genç iki senesini zindanlara geçirmeye mahkûm eden bir zihniyetten ve bu zihniyetin adamlarından alınacak intikamım var, işte o kadar.’

Bilmiyorum, Sabahattin intikam almak istediği insanlar için ne biçim bir ölüm tahayyül etmişti. Fakat kendisini öldürdüğünü söyleyen adamın onun hakkında reva gördüğü ölüm şekli Sabahattin Ali’nin muhayyilesini aşacak kadar korkunçtur.” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe,YKY, 2013, s.62-69)                                                   Ferdi Tayfur

Mücap Ofluoğlu, Markopaşa’nın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü olunca, Hayvan Borsası’ndaki işinden olur. Marko Paşa da zor günler geçirmektedir. Ofluoğlu beş parasız kalınca İpek Film’de seslendirme yönetmeni olan Ferdi Tayfur’un yanına girmeyi düşünür. Bu düşüncesini Ferdi Tayfur’u yakından tanıyan Sabahattin Ali’ye açar. Sabahattin Ali, bir kartvizitinin arkasına eski yazıyla bir-iki satır karalar. Kartı Ferdi’ye vermesini, mutlaka dublaja çağrılacağını söyler Ofluoğlu’na. Ofluoğlu eski yazı bilmediği için, kartta ne yazdığını okuyamaz. Ayrıca, Sabahattin Ali kartviziti zarflamıştır.

Tayfur, kartı okuyunca tatlı tatlı gülümser ve sık sık seslendirmeye çağırmaya başlar Ofluoğlu’nu. Sonrasını şöyle anlatır:

“‘Ferdi, kartı okuduktan sonra tatlı tatlı gülmüştü’ demiştim ya. O kartı, daha doğrusu ne yazdığını hep merak ediyordum. İşler iyi gitmeye başlamış, aranır bir dublajcı olmuştum. Ferdi ile de ağabey kardeş dostluğu içerisinde çalışıyoruz. Bir gün, ‘Amca’ dedim. Ha, nedense dublaj yönetmenine amcalık yakıştırılırdı. Talat’a, Sami’ye de amca derlerdi. Neyse, ‘Amca, hani sana Sabahattin üstattan bir kart getirmiştim. Sen o kartı okuyup gülmüştün. Kuzum o kartta ne yazıyordu Sabahattin Ali, söyler misin’ diye sordum. Rahmetli şöyle bir an düşündü ve başladı gülmeye. Sonra da, ‘Sabahattin Ali yamandır, her ciddi işin eğlenceli bir yanını bulur, seni de bana, “kabiliyetli ve istismara müsaittir” diye tanıtıyordu’” (Mücap Ofluğlu: a.g.k. s.71-72)

Sabahattin Ali Sinop’u sevmediği gibi, Ankara’yı da beğenmez. Ayşe Sıtkı’ya gönderdiği mektuplardan birinde, “En ateşli ve kafası kaynayan adamı Ankara’da bir sene bırakınız, dünyanın en apatik, en boş adamı olmazsa bir şey bilmem… Ne Allahın belası yer be…” diye yazar. Sevdiği kent Aydın’dır. Gene bir mektubundan:

Soldaki pencereden doğru gelen yumuşak rüzgar bana dünyada en sevdiğim şehir olan Aydın’ı hatırlatıyor…”

Gelgelelim, İzmir’i sevmediğini belirten Ayşe Sıtkı’ya verdiği öğüt farklıdır:

İzmir’i sevmiyorsun pekâlâ ama hâlâ anlayamadın ki dünyanın her yeri aynı boktur… En akıllıca iş bulunduğu yere tahammül etmek, orayı katlanılır hale sokmaya çalışmaktır.”

Sabahattin Ali, 1945 yılında bakanlık emrine alınır. İşsiz kaldığı dönemde, — 1946′da Aziz Nesin ile birlikte “Markopaşa” dergisini çıkarmaya başlar. Markopaşa çok geçmeden yoğun ilgi görür. İlk basımı sınırlı sayıda yapılırsa da, kısa sürede, — sekiz sayıda 6 binden 34 bine çıkar basım sayısı. Çeşitli çevreleri rahatsız eden dergi üst üste yasaklanır. Adı değiştirilerek yayımı sürdürülür: ‘Malumpaşa’, ‘Merhumpaşa’ adlarıyla yayımlanır.

Markopaşa’nın fikir babası Rıfat Ilgaz’a göre, Esat Adil’in başkanlık ettiği sendikadaki işçiler. Aziz Nesin’e göre fikir kendisinindir, sendika da benimseniştir. Sendikaya bağlı işçiler aralarında para toplamaya başlarlar ama yeterli miktara ulaşılamaz. Böylece, girişim başarısızlıkla sonuçlanır. Esat Adil peşini bırakmaz, konuyu Sabahattin Ali’ye açar. Aziz Nesin’le Sabahattin Ali buluşturulur. Sabahattin Ali sermaye koymayı önerir.

Sabahattin Ali, sermaye olarak on bin lira koyar ve Aziz Nesin’e ‘1500 liradan yukarı kazanca ortağız, daha aşağısı senin’ der.

Dergi adının sürekli değişmesi, ‘paşa’ nitesi kimi çevreleri rahatsız eder. Paşa yerine ‘Ali Baba’ adını koyarlar dergiye. Ne var, Aziz Nesin’in bir yazısından dolayı tutuklanır Sabahattin Ali. Yayın yoluyla hakaret suçlamasıyla 3 ay hapse mahkûm edilir.

Sık sık tutuklanması, ceza alması, hapse girmesi, Sabahattin Ali’nin yurt dışına kaçmayı planlamak zorunda bırakır. Polis bulamasın diye, dostlarının evlerinde kalır.

(www.sohbetcep.com)

 Rasih[4] bana, ‘İşin yoksa gel, sana bir sürprizim var,’ dediği zaman evde kimi göreceğimi kestirmeme imkân yoktu. 1947 yılının 16 Aralık günü akşam yedi sularında Kamelya Apartmanı’nın merdivenlerini tırmandım. Kapıyı Nailo açtı. Öpüştük.

‘Kim var, kim yok?’ diye sordum.

‘Bibi burada,’ dedi.

‘Ben bilmem, Raso anlatır.’

Bir de baktım, Ziya Şav, Faruk Sayar, hepsi evde. Gecenin sürprizi, o güne kadar tanışmadığım Bibi, yani Sabahattin Ali’ymiş. Sabahattin Bey beni dostça karşıladı, kucaklaşıp öpüştük.

‘Ne güzel sürpriz,’ dedim, ‘kaç zamandır gazeteler yazıyor, aranıyormuşsunuz.’

‘Doğru,’ dedi, ‘gizleniyorum. Burada olacağım kimsenin aklına gelmez.’

Hemen sofraya oturduk, rakılar içildi, Sabahattin Ali durmadan kadın-kız ağırlıklı hikâyeler anlattı, Ermeni, Rum, Yahudi, Arnavut taklitleri yaptı, kırdı geçirdi bizi. Çok keyifli bir akşam geçirdik. Markopaşa’daki yazıları yüzünden bir süre cezaevinde kalmış, orada sıradan mahkûmlarla dost olmuştu, o akşam gündemde hep onlar vardı. Cezaevinden çıktıktan sonra hakkında yeni bir tutuklama kararı çıkartılmıştı, yeniden hapishaneye dönmek niyetinde değildi, biraz nefes alacaktı. Ama nerede? Rasih’lerin evinde.” (Hıfzı Topuz: Eski Dostlar, s.17-18)                                         Hasan Pulur

Sabahattin Ali öldürüldükten yarım yüzyıl sonra, Hasan Pulur, Milliyet’teki köşesinde MarkoPaşa’yı tanıtır:

Geçenlerde Aziz Nesin’in bir dörtlüğünü yazarken, ‘Türkiye, Marko Paşa gibi bir muhalefet gazetesi görmedi’ demiştik…

Yadırgayanlar olmuş!

Onlara sormak isteriz, ‘Marko Paşa’ başlığının hemen altında ‘Yazarları, polis nezaretine (gözaltı) alınmadığı ve hapse girmediği zamanlarda çıkar’ yazılı bir başka gazete gördünüz mü?

* * *

‘Marko Paşa’nın ilk sayısı 25 Kasım 1946’da yayımlanmış, Haftalık Siyasi Mizah Gazetesi olarak tanıtılan gazetenin sahibi ve yazı işleri müdürleri sırasıyla Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Mücap Nedim Ofluoğlu ve Mustafa (Mim) Uykusuz’dur.

Gazetenin ikinci sayısının manşeti şu:

‘Sabotaja uğradık’

Nedir sabotaj?

Dağıtıcıların ‘Kulakları bükülmüş’ satış önlenmiştir.

Gayret, gazetenin yazar ve yöneticilerine düşer, bir günde 4 bin adet satılır, bir tane kalmaz. 1946’ya göre 4 bin satış çok iyi bir rakamdır.

20, 21. sayılarda ‘Marko Paşa’nın dağıtımı Ankara ve Samsun’da engellenir, bu defa ‘Marko Paşa’ başlığının altında şu başlık vardır:

‘Ankara ve Samsun’dan başka dünyanın her yerinde satılır.’

* * *

Baskılarla sonuç alınamayınca ‘Marko Paşa’yı içeriden yıkmaya kalkışırlar, herifin biri düzmece belgelerle Marko Paşa’ya sahip çıkıp yayımlayınca hakiki ‘Marko Paşacılar’ bu defa ‘Merhum Paşa’yı yayımlarlar:

‘Namertlik mezarına gömdüğümüz Marko Paşa yerine, elinize millet menfaatlerinin yeni savunucusu Merhum Paşa’yı veriyoruz.’

Bu arada bir de ‘Malum Paşa’ macerası vardır.

* * *

Şimdi diyeceksiniz ki:

‘Düzmece belgelerle, Marko Paşa’ya nasıl sahip çıkılmış?’

‘Marko Paşa’cılar’ baskılardan yılmışlardır, polis, savcılık, mahkeme derken, gazeteyi çıkaracak halleri kalmaz. Gazetenin sahip ve yazı işleri müdürlüğüne ‘naylon birini’ getirirler.

Bundan sonrasını Hikmet Altınkaynak şöyle anlatır:

‘Bu genç bir gece saat onla onbuçuk arası gazetenin Asmalımescit’teki yönetim yerine girer ve Marko Paşa’nın tüm klişe, karikatür, yazı, mühür, abone bantları, bayi etiketleri, fatura, vs. alıp kaçar. Bunlar arasında Marko Paşa’nın Neşriyat Müdürü Mustafa Uykusuz’un imzalı bir kağıdı vardır. Bu kağıdın üstünü Mustafa Uykusuz’un Marko Paşa’yı kendisine devrettiği, biçiminde doldurarak, gazeteyi çıkarmak için sahte bir imtiyaz ele geçirir.’

Hikmet Altınkaynak bu yıl çıkan ‘Marko Paşa Yazıları ve Ötekiler’ adlı kitabında (YKY) Sabahattin Ali’nin, Marko Paşa’daki başyazılarını sıralar.

* * *

Bunlardan 5 Ocak 1947 tarihli ‘Tam Demokrasi’ başlıklı yazısını ibretle okuyunuz.” (Hasan Pulur: “Marko Paşa”, Milliyet, 27.Aralık 1998)

Markopaşa süreciyle birçok kez tutuklanan Sabahattin Ali, sürekli polis takibinden bunalır. Yurt dışına kaçmaya karar verir. O dönemde Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes, Muvaffak Şeref, Serteller, sonrasında Nâzım Hikmet yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştır.                             Bedri Rahmi Eyuboğlu

Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun, ağabeyi Sabahattin Rahmi Eyuboğlu’na gönderdiği 18 Nisan 1948 günlü mektubunda, Sabahattin Ali ile ilgili olarak anlattığı olay ilginçtir:

Bundan yirmi gün kadar önce bir gün Sabahattin Ali bana sergiye uğradı. O günler hep sarhoş dolaşıyordu. Sergide bir sanatçılar toplantısında da o kadar içti ki, fıçı gibi sızdı kaldı. Onu hiç bu kadar kalender ve sarhoş görmemiştim. Son gördüğüm gün de öylesine sarhoştu. Beni dışarı çağırdı. Paltosuz çıktım. Dışarısı müthiş soğuktu. Bana bu günlerde Ankara’ya gidip gitmeyeceğimi sordu. Niyetim olmadığını söyledim. Kendisinin bir işi için gidip gitmeyeceğimi sordu. ‘Sergimiz var bırakamam’ dedim. ‘Senden başka hiç kimse bilmiyor, bilmesini de istemiyorum. Ben artık bu memlekette yaşayamam. Çekip gideceğim. Nereye olduğunu pek bilmem ama. Belki bir gün ağabeyine uğrarım.’

O bunları söylerken ağzından alev gibi votka dumanı çıkıyordu ve ben paltosuz titriyordum. Bu kadar arkadaşı vardı. Böyle bir sırrı açmak için niçin beni seçmişti? Onunla hiçbir zaman dost olacak kadar birbirimize sokulmamıştık. Birçok halleri bana sevimsiz geliyordu. Yalnız son zamanlarda Adalet’lerin evinde onu arasıra görüyordum. Çoğu kez eğlence, içki ve kadın peşinde idi.

Son kitabında çok güzel üç hikâye okumuştum. Kendisini kutlamıştım. Ama kötüleri de vardı. Her ne hal ise, bana dört beş dakika içerisinde memleketten çıkmaya karar verdiğini söyledi. Ankara’ya gidemediğime üzüldü. Herhalde karısına bir emanet gönderecekti ve hemen kimseyi bulamamıştı. Benden ayrılır ayrılmaz arkamda Adalet’le kocası Mehmet Ali’yi gördüm. Koşarak köşeyi dönen Sabahattin’i gördüler:

— Ne o bizden mi kaçıyor, dediler. Ben bir parça şaşırdım.

— Vallahi kimden kaçıyor bilmem ama ben dondum paltosuz, dedim.

Gerçekten o günden sonra Sabahattin’i bir daha hiç görmedim. Bu konuşmadan senden başka hiç kimseye bahsetmedim. Yalnız on gün evvel Mehmet Ali’ye bir mektup gelmiş ondan: ‘Ben gidiyorum, inşallah bir gün başka koşullar altında karşılaşırız,’ diyormuş ve onlara onyedibin liralık bir kamyonu bırakıyormuş. Tuhaf bir kamyonun hikâyesi. Sabahattin’e bir kamyon almışlar bu fiyata. Artık siyasetle uğraşmasın, ailesine birkaç para çıkarsın diye. Güya parayı Melek Celal Hanım[5] vermiş. Sabahattin bu kamyonla Urfa’ya bir sefer eylemiş. Beşyüz lira kazanmış. Sonra bu işten vazgeçmiş. Kamyonu bırakıp gitmiş. Şimdi Adalet ve kocası:

— Olur mu böyle arkadaşlık. Biz şimdi bu kamyonu nidelim, diyorlar. Onun için almıştık. Bıraktı gitti.

Mehmet Ali ve Adalet, Sabahattin’e ne biçim bir dostlukla bağlı idiler pek anlayamadım. İstanbul’da olduğu zamanlar onların evinde yatıp kalkıyordu. Can ciğer geçiniyorlardı.

Haa, o gün, bana gideceğini söylediği gün, Marko Paşa özellikle sakın Adalet ve Mehmet Ali’ye bir tek kelime söyleme demişti. Ben de onlara hâlâ bir tek kelime söylemedim.

İlahi Marko Paşa. Ben onun işlerinden hiçbir şey anlayamadım gitti. Sanat adamı mı? Siyaset adamı mı? Keyif adamı mı? Bunların üçü mü? Hiçbirisi mi? Bazıları mı? Sen ne dersin? Bunlardan gerçekten hiçbir şey anlayamadım. Yalnız Paris’e gelir sana misafir olursa canım sıkılacak. Senin memurluk hayatından, yazarlık ve sanat dünyasına çıkmanı gönlüm arzuluyor, ama siyaset hayatı için değil. Siyaseti de resim ve edebiyat gibi bir meslek olarak kabul ediyordum. Her mesleğe bir parça erken giren kazanıyor…” (Bedri Rahmi Eyuboğlu: Kardeş Mektupları, bilgi, 1985, s.278)                                 Bella Eskenazi

 Sabahattin Ali bir gün bana telefon etti; ‘Falan yerde buluşalım, seninle konuşmak istiyorum’ dedi. Ben de gittim, buluştuk, oturduk. Çok da gençtim, pek hatırlamıyorum. Bana, ‘Kaçayım mı, kaçmayayım mı? Ne dersin?’ dedi. Ben ne diyebilirim? Kim ne diyebilir? ‘Kaçmayın’ desem hapse girecek ama kaçarsa da herhalde yakalanmadan öldürülme hadisesi var… Önce hafiften ‘Kaçmayın’ dedim. ‘Ama o zaman hapse gireceğim’ dedi! ’O zaman kaçın’ dedim. Bilmiyorum, o hadise böyle kaldı, biz böyle konuştuk. Ardından eve geldim, ablam yeni doğum yapmıştı, hasta idi, eniştem ise yurt dışında. Böyle karışık vaziyetlerimiz vardı. Bir ay geçti geçmedi, bu hadiseyi tamamen unutmuştum. Bir akşam kapı çalındı, bıyıklı bir adam geldi. ‘Ben gizli polisten bilmem kim…’ İsmini bilemiyorum, duymadım, galiba hiçbir zaman bilmedim. Misafir ağırlar gibi içeriye soktum, ‘Buyrun’ dedim. Salonda oturdu; ‘Siz’ dedi, ‘Sabahattin Ali’yi tanıyor muydunuz?’ ‘Evet’ dedim. ‘Pardon siz metresi miydiniz’ dedi. O zaman herkesin arkadaşı, metresi oluyor… ‘İdiniz’ kelimesini biraz yadırgadım. ‘İdiniz ne demek?’ dedim. İçime doğdu, yakalandı diye… ‘Hayır hiçbir zaman öyle bir arkadaşlığımız yoktu’ dedim. ‘Çok iyi arkadaştık, Ankara’da evime gelirdi, fakat öyle bir şey yoktu’ dedim. ‘Peki, sizi morga götürmek istiyorum. Benimle birlikte morga gelir misiniz?’ dedi. ‘Tabii gelirim’ dedim. ‘Gelip sizi alacağım, beraber gideriz’ dedi. Ben morg deyince, öyle ölüyü göreceğim diye düşünmemiştim. Fakat adam gittikten sonra beni bir korku aldı.

 O bey mi size öldüğünü söyledi?

Evet; ‘Biliyorsunuz Sabahattin Ali öldü’ dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Zaten ondan sonra, ‘Sizi morga götüreceğim’ dedi. O gittikten sonra şaşırdım, ne yapacağımı bilemedim! Sabahattin Ali’ye ait ne varsa evde, hepsini topladım. Mektuplarını, kitaplarını, ne varsa topladım. Yanımızda bir çamaşırlık vardı, onun ocağında hepsini yaktım. Eve geldim, kimseye bir şey söylemedim. Büyük ablama, Ankara’ya telefon ettim. Böyle böyle oldu dedim, ‘Şükrü Bey diye bir arkadaşım var, avukattır, onu ara’ dedi. Ona telefon ettim. Şükrü Bey, ‘Biraz bekleyelim bakalım ne olacak’ dedi. Tabii adam bir daha gelmedi, ben de Şükrü Bey’i tekrar aramadım. Bu mesele öyle kapandı, bir hayli korktum doğrusu. Biri dedi vurularak öldürüldü, biri dedi dövülerek öldürüldü… Üç kişi kaçmışlar; ikisi kurtulmuş, Sabahattin kaçamamış.

Sonra siz arkadaşlarınızla bu konuyu hiç tartıştınız mı?

Hayır. Ben İstanbul’daydım. Bütün arkadaşlarımız Ankara’ya gitmişti. İstanbul’da danışacak kimse yoktu.

Nasıl bir insandı? Nasıl tarif edersiniz Sabahattin Ali’yi?

Fiziği biraz Aziz Nesin’e benzerdi. Herkes ona Karpiç’te ‘Komünist’ diye hitap ederdi. Biz, Sabahattin Bey’le hep güler, eğlenirdik.

Öyle mi? Çok pesimist bir duruşu var sanki…

Hayır, öyle değildi. Benim karşımda hiç öyle değildi. Şen bir insandı, espriliydi… Başkaları hakkında pek konuşmazdı. Benim içimde de bir ukde kaldı; acaba “Kaçmayın” diye üstünde çok dursaydım kaçmaz mıydı? O sıralar bizim bir arkadaşımız vardı, Halet Çambel. Onun kocası, komünizm yüzünden hapiste yatmıştı. Kanlı çoraplarını alır, bize gelirdi, bizde yıkardı. Hep o sahneyi düşünürdüm, hep aklımda o vardı. Kaçmazsa yakalanma tehlikesi vardı. Nitekim yakalandı, öldürüldü. Yazık oldu! Türkiye onu öldürmekle ne kazandı?”(Nazan Ortaç: {Bella Eskenazi ile söyleşi}, Pazar Postası, 2 Ekim 2011)

Bella Eskanazi, bir başka söyleşide, Ayhan Hülagü’nün sorularını yanıtlarken der ki:

Konu bu kez Sabahattin Ali. Onunla ilgili bir ‘keşke’si var mı? İç çekiyor: “Son buluştuğumuzda benden para istemişti. Beş parasız kalmıştı. 10 lira lazımdı ona. Büyük paraydı, oradan buradan topladım. Bir yerde buluştuk, kahve içtik. Burada durursam hapse girerim, kaçma ihtimalim de var, dedi. Kaçtı ve vuruldu. Bir ukde var içimde. Biraz daha enerjik, iddialı konuşsaydım, kaçmazdı ve ölmemiş oldurdu. Bunu her zaman düşünürüm. Benden çok daha tecrübeli, akıllı birine nasıl fikir verirdim. Sonraları gizli bir polis evimize geldi. Metresi olup olmadığımı sordu. O zaman öğrendim öldürüldüğünü. Bana yazdığı Türkçe ve Almanca mektuplar vardı, onları bir çamaşırlığa koyup yaktım. İçeriğini çok iyi hatırlamıyorum ama aşk mektubu olmadığını söyleyebilirim.” (Ayhan Hülagü: “Bella, Orhan Veli’nin anlatamadığını anlattı”, Zaman, 9 Ekim 2011)

Sabahattin Ali‘yi tanıyanların çoğu, Cimcoz ailesinin Milli İstihbaratla bağlantılı olduğunu ve yazarın ölümünde rol oynadıklarını öne sürüyorlar. Müzehher Vâ-Nû, ölümünden kısa süre önce Sabahattin Ali‘nin kaygılarını kendisine yansıttığını söyler:

Fenerbahçe’ye doğru yürüdük. O zaman bazı şeyler açıkladı: ‘Ateşle oynuyorum ben’ dedi. ‘Neden yapıyorsun, Sabahattin?’ dedik. Adalet Cimcoz’la Mehmet Ali Cimcoz’un Milli Emniyet’le ilişkileri olduğuna kanaat getirmiş gibiydi. ‘Ama onların evinde kendimi emniyette hissediyorum’ diye tamamlıyordu. ‘Biliyorum Milli Emniyet’le ilişkileri olduğunu. Ama benden öğrenecekleri hiçbir şey yok. Bildiğiniz gibi ben, her şeyi açıklıkla ortada olan bir insanım. Gizlim kapaklım yok. Onların evinde ve onların yanında hem kendimi emniyette hissediyorum, hem de korku denen şeyden uzak kalıyorum.’” (Filiz Ali)                                      Rasih Nuri İleri

Sabahattin Ali ile Rasih Nuri İleri’nin evinde tanıştığı akşam, Hıfzı Topuz:

Üstad,’dedim, ‘sizi tanıdığıma çok sevindim. Hakkınızda o kadar çok şey söyleniyor ki, inanılır gibi değil. Ama ben de verecek yanıt bulamadım.’

‘Neymiş söyle bakalım.’

‘Hukukta, bizim sınıfta Polis Koleji’nden gelme öğrenciler var. İçlerinden biri daha dün bana dedi ki, “Sizin solcuların ne yaptığını bizim polisler gayet iyi biliyorlar. Hani şu Sabahattin Ali var ya, Sabahattin Ali, o Rus ajanıymış. Tünel’de bir evde gizlenirmiş, o evin bahçesi Sovyet Elçiliği’nin bahçesine açılırmış, oradan atladı mı bahçeye, Sovyet Büyükelçisi’nin konuğu olurmuş. Ooh, gel keyfim gel. Onlara bilgi verir, Moskova’dan talimat alırmış. Anlıyor musun şimdi bunların nasıl örgütlendiğini?” Ben, “Peki arkadaş,” dedim, “sizinkiler bu kadar şey biliyorlarmış da neden suç üstünde kendisini yakalamıyorlarmış?” “Olmaz öyle şey, bizim polis işini bilir, bütün örgütü ele geçirmek için fırsat kolluyorlar”, dedi.’

Sabahattin Ali bastı kahkahayı.                  Adalet ve Mehmet Ali Cimcoz

 ‘Yahu,’ dedi, ‘işe bak. Olmaz böyle şey! Sana anlatayım, o benim Tünel’de gittiğim yer, çok sevdiğim bir dostumun apartmanıdır. Bahçesi var mıdır, bilmem. Bahçeden Sovyet Elçiliği’ne geçilebilir mi, onu hiç bilmem. Yalnız şu kadarını söyleyeyim, o arkadaşım Türkiye’nin en ünlü hukukçularından biridir, komünistlikle de hiç ilgisi yoktur. Moskova’da görevlerde bulunmuştur. Çok sevdiğim, dürüst bir insandır. Her çevreden dostları vardır. Polisten de dostları olduğunu biliyorum. Kulağı deliktir. Milli Emniyet benim halkımda bir şeyler tezgâhlıyorsa, o duyar. Ben sıkışık olduğum dönemlerde ona giderim, bazen onun apartmanında kalır, her şeyi öğrenirim. Haydi, o dostumun adını da söyleyeyim, Mehmet Ali Cimcoz.’” (Hıfzı Topuz: Eski Dostlar, s.18-19)

Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali der ki: “Babamın durumu ciddiyetini korumakta. Kapana kısılmıştır artık. Gazeteyi çıkarmak mümkün değil, hakkında kesinleşmiş ya da kesinleşecek mahkumiyet kararları var.

Kısaca işsiz, özgürlüğü her an elinden alınacak gibi, eli ayağı bağlanmak üzere. Son çare yurtdışına gitmek. Ancak pasaport alması olanaksız. O halde tek bir çıkar yol kalıyor, o da kaçmak. Arkadaşı Adalet Cimcoz ve eşi Avukat Mehmet Ali Cimcoz’un babamın kaçma planlarından haberleri olmasa bile ona kaçma yolunu kolaylaştıracak planda yardım ettikleri kesin. Modalı Melek Celal Sofu adında zengin ve sanatsever bir hanım arkadaşlarının kamyonunu çalıştıracak babam.

Melek Hanım’ın başına bir iş gelmesin diye kamyonun kaydı Adalet Cimcoz’un üzerine yapılıyor ve babam nakliyeciliğe başlıyor…”

Sabahattin Ali, 28 Mart 1948 günü Cimcozlar’a gönderdiği bir mektupta “Bu mektubu aldığınız zaman ben bir müddet için ortadan yok olmuş olacağım” diyordu. Bundan çok kısa bir süre sonra Kırklareli’ne bağlı Hedye Köyü yolunda, cesedi bulunana kadar Sabahattin Ali’nin nerede olduğunu kimse bilmeyecekti. Belki de bilinecekti de susulacaktı.

Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca Bulgaristan’a kaçmaya karar verir fakat para karşılığı anlaştığı Ali Ertekin adlı kaçakçı tarafından jandarma karakolunda katledilir. Daha sonra da cesedi 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunur. Sabahattin Ali‘yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin 1 yılın sonunda serbest bırakılır.

Filiz Ali, “ne kötülük yaptım da babam öldü” der. Bu suçluluk duygusu çevrenin de baskısıyla yaşantısını dayanılmaz kılar. “Sabahattin Ali öldürüldüğüne göre suçluydu. Suçu neydi? Komünist olmak. Ben kimdim? Komünist kızı. Kimlerle konuşuyor, hangi kitapları okuyordu bu komünistin kızı? Komünistin kızının arkadaşı olmakta tehlikeliydi. Onu yapayalnız bırakmak, cüzamlı gibi tecrit etmek gerekiyordu.”

Çocukluğunda, babasının ölümünden hemen önce bir korku cumhuriyeti yaratıldığını belirten Filiz Ali, bunun hala bir şekilde devam ettiğini vurgular. Kendisine uyguladığı otosansür için ise şunları söyler:

1965’e kadar Sabahattin Ali’nin kızı olduğunu söyleme diyorlardı. Çünkü komünistin kızı, vatan haininin kızı… Sabahattin Ali sadece öldürülmekle kalmadı, öldürülen bir vatan haini idi… Komünist bir ülkeye kaçmaya çalışırken öldürüldü çünkü.” (Filiz Ali: ‘Babamın dosyası yeniden açılmalı”, Milliyet Sanat, 10 Ekim 2012)

Son sözü Sabahattin Ali’ye bırakmalı:

Namuslu olmak, ne zor şeymiş meğer? Bir gün Almanların pabucu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik.  Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir.

Meğer ne büyük günah işlemişiz.  Kanunlu kanunsuz baskılar altında ezile ezile pestile döndük…

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeği verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

***

18 Ocak 2014 günlü Sabah gazetesinde, Sabahattin Ali’nin “Büyük sıkıntıların yaşandığı çalkantılı dönemlerde bile ailesinin sorumluluğunu taşıyan bir yazarın eş ve baba olarak portresini çizen mektuplarının, “Canım Aliye, Ruhum Filiz” adıyla yayımlanması dolayısıyla bir haber yer aldı:

Yazar Sabahattin Ali’nin eşine evlilik öncesi, kızına ise ölümünden birkaç yıl önce hapisten ve İstanbul’dan yazdığı mektuplar ‘Canım Aliye, Ruhum Filiz’ adıyla YKY’den yayımlandı. Müzikolog, yazar Filiz Ali, babasının kişiliğinin tüm boyutlarıyla kavranabilmesi açısından mektuplarının önemli olduğunu söylüyor “Son mektuplarında çaresizliği, kuşatılmışlığı belirgin şekilde görülüyor” diyor.

Babanızın iki mektubunda birden bahsettiği Cici’nin akıbeti ne oldu?

– Cici çok güzel bir Ankara kedisiydi. Tüm Ankara kedileri gibi sağırdı. 7-8 yaşlarındaydım, babamla sokakta bulmuştuk. O yıllarda Ankara’da evde kedi besleyene çok nadir rastlanırdı. Yazın Ayvalık’a giderken, babamın önerisiyle, hayvanat bahçesine bırakmıştık. Mektupta, ürkekliğini attığını yazmış. Tatilden dönüşte hayvanat bahçesinden aldık. Beşinci katta, terasta oturuyorduk. Cici bir gün ortadan kayboldu. Sanırım balkondaki sarmaşıktan aşağıya indi, bir daha dönmedi. Bu ilk ve son kedim oldu… O günlerde Facebook yoktu… Şimdi herkes kedisinin fotoğrafını kendi sayfasına yüklüyor. Bizim kedi sadece mektuplara geçti…

Kitapta annenize eski Türkçe yazılmış mektupların altında, size yeni alfabeyle kısacık mektuplar yazmış. Bu mektuplar hayatınızı ne kadar etkiledi?

– Mektuplarını hep heyecanla bekledim. Kısacık olmasını önemsemezdim. Ben mektuplarımda ona Ankara’daki maceralarımı anlatırdım. Her hafta TRT Ankara Radyosu’nda, Ayşe Abla’nın Çocuk Kulübü’ne gidiyordum, Çocuk Kulübü’ndeki yeni oyunlarda rol alıyordum, bunları ve okulu anlatıyordum. O da cevap veriyordu.

MUZİPLİKTEN VAZGEÇMEDİ

Yaşadığı zorlu koşullara rağmen muzipliği elden bırakmamış. Örneğin miyop gözlerinden öperim, diyor bir mektubunda…

– Muzipliği ve muhalifliği elden bırakmazdı. Ankara’da troleybüs seferleri başlamış, ben de binmek için ısrar etmiştim. Bir zarfa koyduğu parayı balkondan aşağıya, bana atarken, herkesin duyacağı şekilde bağırmıştı: “Yeni hükümetimizin büyük hizmeti… Fıttıroleybüs için bilet parası…”     

İki yıl önce ‘Filiz Hiç Üzülmesin’ adıyla yayımlanan anılarınızda babanızın mektuplarına da yer vermiştiniz. Bu kitaptakiyle karşılaştırdığınızda ne gibi farklar var?

– Daha çok son döneminde ne kadar köşeye sıkıştığı, çaresizliği, siyasi baskının ötesinde yoksullukla mücadele ettiği ortaya çıkıyor.

Sabahattin Ali’nin edebiyatçı kişiliğini tanıma açısından bu mektupların önemi var mı?

– Özellikle hapishaneden yazdıklarının edebiyatçı kişiliği açısından çok önemli olduğunu fark ettim. Evlendikten sonra daha kısa mektuplar yazıyor. Bu mektuplarda bile açık yüreklilikle içini döküyor. Nişanlılık romantizminin yerini, günlük hayatla ilgili pratik konular, öneriler alıyor. Annem pek becerikli değildi. Babam her konuda yol gösterirdi…

Yayımlanmayan, kayıp olan, bir gün ortaya çıkmasını beklediğiniz günceler, mektuplar var mı?

– Edebiyat çevrelerinin çok iyi tanıdığı, daha sonra şair Arif Damar’la evlenen Nahit (Fıratlı) Hanım’a gençliğinde yazdığı aşk mektupları kayıp. Nahit Hanım bu aşktan çok rahatsız olmuş, belki saklamamıştır. Fakat yıllar sonra babamın adına imzaladığı kitaplar açık arttırmada satılmıştı. Birlikte dergi yayımladığı Aziz Nesin’e mektupları da kayıp. Melahat Togar, babamın mektuplarını yaktığını bana söylemişti, fakat diğer kişilere gönderilenlerin akıbetini bilmiyoruz. Belki bir gün ortaya çıkar.” (Serhan Yedig: “Babamın kayıp mektuplarının da bir gün ortaya”, Sabah, 18 Ocak 2014)”

 

ÖNDER ŞENYAPILI

 

NOTLAR :

[1] Tam adıyla Nahit Gelenbevi Fıratlı Damar (1909 -2002), öğretmendir. Türk edebiyat tarihine “Orhan Veli’nin sevgilisi’ kimliğiyle yazılmıştır.

[2] Yerine getirmemek, verilen sözü tutmamak

[3] Ankara’da Ulus’taki 1930’larda edebiyatçıların/sanatçıların bir araya geldikleri/bıluştukları, şimdi tarihe karışmış bir pasta salonu.

[4] Rasih Nuri İleri.

[5] Hıfzı Topuz bilgilendirir: “Cimcoz’ların tanıdığı bir Melek Celâl Sofu Hanım vardı, hem aile dostu, hem de Mehmet Ali Bey’in müvekkili. Melek Hanım sanatsever bir kadındı, Moda’da oturur, resim yapardı. Bir Alman profesörle evlenmiş Almanya’ya gitmiş, kocası ölünce İstanbul’a dönmüştü. Evinde sanat ve edebiyat toplantıları düzenler, Cimcoz’ları ve Yahya Kemal’i çağırırdı zaman zaman.” (Hıfzı Topuz: Eski Dostlar, Remzi, 2000, s.33)

Kategoriler:   Biyografi