Menü

Sabahattin Ali

 

Sabahattin Ali (25 Şubat 1907 – 2 Nisan 1948), Türk yazar ve şair.)

Babasının mesleği gereğince ilköğrenimini farklı illerde tamamladı. Daha sonra Balıkesir Muallim Mektebine kaydolarak ilk şiir ve hikaye deneyimlerini gerçekleştirdi. Ardından İstanbul Muallim Mektebine geçti ve buradaki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem’in desteğiyle Çağlayan ve Akbaba gibi dergilerde çalışmaları yayınladı. Öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra Yozgat’da bulunan bir ilkokula öğretmen olarak atandı. İlerleyen dönemlerde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yabancı dil eğitimi almak için Almanya’ya gönderilen öğrenci grubunda yer aldı. Almanya’da iki yıl kaldıktan sonra Türkiye’ye geri dönerek Bursa’da öğretmenlik yaptı. Daha sonra Aydın’daki bir okula Almanca öğretmeni olarak atandı. Burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla bir süre tutuklu kalan Sabahattin Ali, ardından da bir toplantıda Türk devlet adamlarını yerdiği iddiasıyla tekrar tutuklandı ve önce Konya Cezaevi’ne gönderilip ardından da Sinop Cezaevi’ne nakledildi. Bu dönemde memurluktan ihraç edilen Sabahattin Ali, görevine geri dönebilmek için Atatürk hakkında Benim Aşkım şiirini yazdı ve çeşitli devlet kurumlarında görevlendirildi. Ayrıca kendisine yüklenen sosyalist algısını kırmak için de Esirler adlı oyunu kaleme aldı.

1935 yılında Aliye Hanım’la evlendi ve Filiz Ali adında bir çocuğu oldu. 1940’lı yıllarda ise İçimizdeki Şeytan adlı romanı çeşitli tartışmalara neden oldu ve Nihal Atsız’ın İçimizdeki Şeytanlar adlı eseriyle karşılık buldu. Kürk Mantolu Madonna romanını ise ikinci kez askere alındığı dönemde yazdı. Sürdürdüğü yaşama yönelik olarak bir takım eleştirilere maruz kalan Sabahattin Ali, 1944’lü yıllarda Nihal Atsız’a açtığı hakaret davasını kazandı. İlerleyen dönemlerde ailesini Ankara’da bırakarak İstanbul’a geldi ve Aziz Nesin’le beraber Markopaşa adındaki mizahi dergiyi çıkardı. Derginin siyasi bir eğilime yönelmesinden sonra hakkında çeşitli davalar açıldı ve tutuklanmasına karar verildi. Yine bu dönemlerde Sırça Köşk adlı eseri Bakanlar Kurulu tarafından toplatıldı. Ekonomik anlamda zor duruma düşen Sabahattin Ali çevresinin de yardımıyla bir kamyon edinerek nakliyeciliğe başladı.

Hakkında açılan davaların aleyhinde seyrettiği bir dönemde Türkiye’den ayrılmak istedi. Kendisine pasaport verilmeyince önce Suriye sınırından kaçmak istedi fakat başarılı olamadı. Daha sonra Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nden bir tanıdığının vasıtasıyla kaçakçı Ali Ertekin’le tanıştı ve Bulgaristan sınırına geçmek isterken öldürüldü. Kendisine kaçma girişimi için rehberlik eden Ali Ertekin, Sabahattin Ali’yi “milli hislerini tahrik ettiği” gerekçesiyle öldürdüğünü itiraf etti. İdam cezasıyla yargılanmasına karşın dört yılla hüküm giydi fakat kısa bir süre sonra serbest kaldı.

Edebi kişiliğini toplumcu gerçekçi bir düzleme oturtan Sabahattin Ali, yaşamındaki farklılıkları eserlerine de yansıttı ve ağırlıklı olarak öykü türünde yazmasına rağmen romanlarıyla da ön plana çıktı. Romanlarında yaptığı uzun tasvirlerle sevgi ve aşk konusunu işleyerek Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve İçimizdeki Şeytan adlı romanları edebiyat dünyasına kazandırdı. Öykülerinde ise sevgi ve aşk konusu ile beraber kırsal kesim sorunlarına değindi. Verdiği eserler Türk sinemasının çeşitli yapıtlarına konu oldu. Kuyucaklı Yusuf adlı romanı Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaöğretim öğrencilerine tavsiye ettiği 100 Temel Eser listesinde yer aldı. Kürk Mantolu Madonna ise Almanca, Fransızca, Arapça ve Rusça gibi çeşitli dillere çevrildi. Romanın İngilizce çevirisi de 2016 yılında Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından yapıldı.

Ailesi

Sabahattin Ali Karadeniz kökenli bir aileden gelmektedir. Büyükbabası Bahriye alay emini Oflu Salih Efendi’dir.[1] Sabahattin Ali’nin Mehpare Taşduman’a yazdığı 24 Ağustos 1928 tarihli mektupta “Babam İstanbul’un eski ve asil bir ailesinin çocuğu idi” cümlesi, büyükbabasının gençken veya çocukken İstanbul’a gelip yerleştiğini göstermektedir. Bazı kaynaklar ise Sabahattin Ali’nin büyükbabasının yüzbaşı Mehmet Ali Bey olduğunu söylemektedir. Fakat yüzbaşı Mehmet Ali Bey, Sabahattin Ali’nin anne tarafından dedesidir. Nihal Atsız İçimizdeki Şeytanlar adlı eserinde Sabahattin Ali’nin kendisine babasının Oflu olduğunu söylediği belirtmiştir. Aliye Ali’de kendisiyle yapılan özel bir görüşmede eşinin Karadeniz kökenli olduğunu fakat büyükbasının sonradan İstanbul’a yerleştiğini söylemiştir. Sabahattin Ali’nin babası Eğridere’de zabit olarak çalışırken kendisinden 16 yaş küçük olan Hüsniye Hanımla tanışır ve evlenir. Bu evlilikten iki çocuğu olmuştur (Sabahattin ve Fikret). Sabahattin Ali’nin babası I. Dünya Savaşı yıllarında “Divan-ı Harb Orfi Reisi” olarak Çanakkale’ye çağrılmıştır. Ailesine bağlı olan yüzbaşı Selahattin Bey eşini ve çocuklarını alarak Çanakkale’ye gider ve dört yıl Çanakkale’de kalır. Sabahattin Ali burada geçirdiği yıllardan zaman zaman mektup ve yazılarında bahsetmiştir. Babası savaştan sonraki dönemlerde kalp hastası olmuş, annesi histeri hastalığına yakalanmış, kardeşi Fikret ise kekeme olmuştur. Babası Ali Selahattin Bey biriktirdiği para ile İzmir’e gelerek tiyatro veya gazino işleriyle uğraşmak ister. Belirli bir süre yolunda giden işleri İzmir’in işgali ile sekteye uğrar. Daha sonra ise ailecek Edremit’e göç ederek Hüsniye Hanım’ın babasının yanına giderler. Sabahattin Ali’nin babası burada maddi sıkıntılar çekerken annesi ise ruhsal sorunlar yaşamıştır. Sabahattin Ali annesinin bu durumu için “muhakkak bir bahane bularak kavga çıkarır ve adama yediğini içtiğini zehir eder” demiştir. 1920’li yıllara gelindiğinde ise aileye Suha adında bir kız çocuğu katılır. Ali Selahattin Bey ise evin geçimini sağlamak adına veresiye aldığı eşyaları çarşıda satmaya başlamıştır, oğlu da babasına yardım etmektedir. Daha sonraları ise Hüsniye Hanım hastalanarak önce Fransız Hastanesi’ne ardından da İstanbul’daki Zeynep Kamil Hastanesi’ne sevk edilmiştir. Bu dönemlerde baba Ali Selahattin Bey Pelidköylü Mehmet Bey adındaki bir kişinin “vekil-i umurluğu”nu yapmaya başlamış ve ekonomik anlamda rahatlamıştır. İstanbul’daki eşinin iyileşmeye başladığı haberi alan Ali Selahattin Bey eşini getirmesi için katibini gönderir. Fakat Hüsniye Hanım taburcu olmadan bir gün önce baba Ali Selahattin Bey hayatını kaybeder.

Yaşam öyküsü

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907 tarihinde Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı’na bağlı Eğridere ilçesinde doğdu. Doğum yılı farklı hesaplamalarda 1908 olarak çıksa bile kendisi Mehmet Behçet Yazar’a gönderdiği bir mektupta gün ve ay belirtmeden doğum yılının 1907 olduğunu belirtmiştir. Sabahattin Ali’nin babası dönemin entelektüel kesiminden olan Tevfik Fikret ve Prens Sabahattin’le olan dostluğundan dolayı çocuklarına bu kişilerin isimlerini vermeyi düşünmüş ve ilk oğluna Sabahattin diğerine ise Fikret ismini vermiştir. Sabahattin Ali yedi yaşına geldiğinde Üsküdar Doğancılar’daki Füyûzâtı Osmâniye Mektebi’ne başlamıştır. Aynı dönemde babası Ali Selahattin Bey’in Çanakkale’ye tayini çıkar ve oraya taşınırlar. Sabahattin Ali ilköğrenimine Çanakkale İptidai Mektebi’nde devam ederken seferberlik ilan edilir ve okul öğretmensiz kalınca da kapanır. Daha sonraları Ali Selahattin Bey’in de çabalarıyla okul açılır ve subaylar okulda öğretmenlik yapmaya başlar. Baba Ali Selahattin Bey ise bu okulda Türkçe dersleri vermektedir. Sabahattin Ali Mehpare Taşduman’a yazdığı bir mektupta Çanakkale’deki anılarını şöyle anlatmıştır:

“Burada dört sene kaldık. Düşman hemen her zaman şehri bombardıman ediyordu ve biz bu esnada bin korku ile civar köylere kaçıyor, on gün kadar kaldıktan sonra, bombardıman biraz sükûnet buluyor, biz de dönüyorduk. Bazen yalımızda otururken karşımızda duran gemilere bombardıman başlıyor, vapurlar kaçmak isterlerken etraflarına düşen mermiler beyaz birer minare gibi su sütunları yükseltiyordu. Bazen bu mermilerden biri vapura gelir, o zaman canını kurtarmak için çırpınan, eline geçen şeylere sarılan bir insan kalabalığı suların üstünde görülürdü.”

Sabahattin Ali’nin annesi 16 yaşında evlenmiştir ve ruhsal sorunlarından ötürü defalarca intihara kalkışmıştır. Sabahattin Ali’nin Edremit’den çocukluk arkadaşı olan Ali Demirel, anne Hüsniye Hanımın çok sinirli bir insan olduğunu ve diğer oğlu olan Fikret’e daha fazla yakınlık gösterdiğini söylemiştir. Sabahattin Ali ise kardeşi Fikret’i şımarik, asalak ve kaba bir külhanbeyi olarak nitelemiştir. Sabahattin Ali Edremit’teki İptidai Mektebi’nde okurken (1918-1921) dış çevreye kapalı bir görünüm vermiştir. Arkadaşı Ali Demirel o günlerde Sabahattin Ali’nin arkadaş ortamlarında oynanan oyunlara katılmadığını, kendi halinde takılmayı tercih ettiğini, ya eve gidip kitap okuduğunu ya da resim çizdiğini söylemiştir. Buna karşın Sabahattin Ali Edremit İptadi Mektebi’nde sınıfının başarılı öğrencilerinden biri olmuş, Gümülcine’den babasının çok yakın dostu olan Mehmet Şah Bey’in özel ilgisi ile de okumaya daha fazla özenmiş ve bununla birlikte kesintilere rağmen başarılı bir öğrencilik yaşamı geçirmiştir.

Gençlik dönemi

Sabahattin Ali 1921 yılında Edremit İptidai Mektebi’ni bitirdikten sonra İstanbul’daki büyük dayısı Sait Bey’in yanına gider ve burada bir yıl kalır. İstanbul’daki bir yılının ardından Balıkesir’e geri dönerek 1922-1923 ders yılının başında Balıkesir Muallim Mektebi’ne (Öğretmen Okulu) kaydolur. Sabahattin Ali bu okulda şiir ve hikaye deneyimlerini geliştirmeye başlamıştır ve okulun ikinci yılında gazete ve dergilere yazılar göndermiştir. Ayrıca arkadaşlarıyla birlikte bir okul gazetesi de çıkarmıştır. Bu okulda geçirdiği süre içerisinde günlük tutmaya başlamış, tiyatro ve sinemaya daha fazla gitmiş, sanata olan ilgisi artmıştır. Sabahattin Ali’ye ait bu dönemlerden kalma günlüklerden 23 Ocak – 18 Mart (1924) tarihleri arası incelendiğinde yazarın yalnız ve karamsar bir ruh haline sahip olduğu anlaşılmaktadır. Sanata ve serbest bir yaşama daha fazla özenen Sabahattin Ali okulun disiplinli ortamından sıkılır ve fırsat buldukça kaçarak sinema ve tiyatroya gitmeye başlar. Bunun farkına varan okul müdürü ise kendisini ailesinin yanına göndermekle itham eder. Buna içerleyen Sabahattin Ali ise çareler arar ve intihar etmeye kalkışır. Kendisinin blöf olarak nitelendirdiği bu intihar girişimini aynı okuldan arkadaşı olan Naci Erçevik şöyle anlatmıştır:

“Dar’ül Muaalimat’ın (Kız Öğretmen Okulu) gizlice bir müsameresine gitti. Bunun için başına bir örtü, sırtına bir yeldirme geçirerek 1924 Mart’ında bir akşam okuldan kaçtı. Fakat kendisini çekemeyen çalışkan öğrencilerden Abdulkadir idareye bildirdi. Müdür Bey Sabahattin’i çağırdı: ‘Paranı harcama seni babana göndereceğim!’ dedi. Sabahattin inzibat meclisine verildi.. Çok korkuyordu. Okuldan atılacağını sanıyordu. Bir akşam bana bir zarf bıraktı. Sonra açmamı söyledi. Baktım beline ip sarmış. Kuşkulandım. Gizlice zarfı açtım. İçinden bir şiir çıktı. Şöyle diyordu; ‘Kardeşim Naci beni kovacaklar mektepten. Ya kovsalardı seni. Ne yapardın acep sen. İşte ben karar verdim. Bu gece öleceğim. Üzülme sen çünkü ben. Göklerde gezeceğim.”

Naci Çevik şiiri okuyunca durumu anladığını ardından da nöbetçi öğretmene koştuğunu belirtmiş ve Sabahattin Ali’yi bahçede bir çam ağacının altında yakaladıklarını söylemiştir. Bu olaydan sonra Sabahattin Ali’ye okuldan atılmayacağını Türkçe öğretmeni Hamdi Bey açıklamıştır. Yazar daha sonra okul müdürünün de desteği ile İstanbul’a naklini aldırmıştır. İstanbul Muallim Mektebi’nde de hemen dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu dönemlerde edebiyat öğretmeni olan Ali Canip Yöntem’nde destekleriyle Çağlayan ve Akbaba gibi dergilere şiir ve hikayeler göndermiştir. Belirli bir süre düzenli bir hayat sürerken annesi fenalaşır ve hastaneye kaldırılır. Annesinin Fransız Hastanesi’ne yatırılması Sabahattin Ali’nin İstanbul Muaalim Mektebi’ndeki dördüncü yılının tatil dönemine gelir. Daha sonra ise babasını kaybeder. Sabahattin Ali tüm bu olumsuzluklara rağmen 21 Ağustos 1927 tarihinde öğretmenlik diplomasını almıştır.

Öğretmenliğinin ilk yılları

Sabahattin Ali öğretmenlik diplomasını aldıktan sonra Ankara Numune Hastanesi’nde baştabip yardımcısı olarak görevini sürdüren dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün yanına gitmiştir. Dayısının tayini Yozgat Devlet Hastanesi’nde başhekimlik görevi için çıkınca, yeğenini de yanına almak isteyen dayı Rıfaf Ali Ertüzün, dönemin dönemin mebuslarından Cevat Dursunoğlu Bey’le görüşür ve Sabahattin Ali Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu’na öğretmen olarak atanmasını sağlar. Aile hep beraber Yozgat’a gitmiştir. Burada dayısının da etkisiyle Sabahattin Ali’nin çevresi gelişmiştir. Fakat burada yazdığı şiirleri ve hikayeleri okuyacak, kendisini anlayacak kişiler bulmakta zorlanmıştır. Buradaki durumunu İstanbul’daki arkadaşı olan Nahit hanıma yazdığı 24 Kasım 1927 tarihli mektupta şöyle anlatmıştır:

“Burası beni muhakkak çıldırtacak. Ne basit muhit Yarabbi… Düşün kardeşim konuşacak bir insan bile yok. Hepsi alelade, hepsi dümdüz. (…) Ahali fesat, dedikoducu. Kendimi yalnız okumaya verdim. (…) Konuşacak, dert yanacak bir adam, diye kendime haykırdım… Yoktu… Malumat sahibi, derin, muğlak bir kimseye rast gelmek mümkün değildi. Müthiş bir süretle yalnız kaldığımı hissettim. Ah… Bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor Yarabbi…”

Nahit hanım Sabahattin Ali’nin sevdiği kişilerden biridir. Kendisiyle öğretmenlik stajında tanışmıştır. Önce dostluk havasında yürüyen arkadaşlıkları zamanla tek taraflı bir aşka dönüşmüştür. Yozgat’ta yazdığı şiirlerin ana temasında Nahit hanıma duyduğu sevgi vardır. Servet-i Fünun dergisinin 2 Şubat 1928 tarih ve 1642/168. sayısında (s.199) yayınlanan Bir Macera adlı şiirini Nahit hanıma ithaf edilmiştir. Sabahattin Ali karşılık görmeyen aşkını Ne Kazandık (1927), Kalbimde Aşkınız (1927), Ebedi (1928), Yat ve Uyu (1928), Bütün İnsanlara (1928), Firar (1928) ve Kudurmak (1928) adlı şiirlerinde de işlemiştir. 20 Nisan 1928 tarihli mektubunda ise şu ifadelere yer vermiştir.

Almanya yolculuğu ve geri dönüşü

Sabahattin Ali Yozgat’ta geçirdiği bir yıllık süreden sonra artık İstanbul’a gelmeyi düşünmektedir. Yozgat’a beraber gittiği dayısı Rıfat Ali Ertüzün’de Ankara’da özel bir hastane (Ankara Sıhhat Yurdu) açarak oradan ayrılmıştır. Sabahattin Ali İstanbul’a tatile giderken Ankara Mili Eğitim camiasından tanıdığı kişilere uğramış ve onlara şaka ile karışık bir şekilde Yozgat’tan ayrılmak istediğini ve geri dönmesi halinde alacaklılarının kendisini öldürme ihtimalinden bahsetmiştir. Yetkiler ise kendisinin genç bir öğretmen olmasından ötürü “memleket senden hizmet bekler” demiş fakat istediği takdirde kendisini yurt dışına bile gönderebileceklerini bildirmiştir. Mustafa Kemal Atatürk o dönemlerde yabancı dil öğretmeni yetişsinler diye öğretmen okullarından mezun olan 15 kişinin beşer kişilik gruplar halinde İngiltere, Fransa ve Almanya’ya gönderilmesini istemiştir. Sabahattin Ali 1928 Kasım ayı sonlarında kendisiyle beraber seçilen kişilerle Almanya’ya gitmiştir. Sabahattin Ali 15 gün Berlin’de kaldıktan sonra Türk büyükelçiliğinin de yardımıyla Potsdam şehrine yerleşmiştir. İlk olarak dil öğrenmek için yaşlı bir kadının evine pansiyoner olarak girer. Daha sonra Almancasını güçlendirmek için özel bir kurum olan Deutsches Institut Auslander’ın kurslarına başlamıştır. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’de bulunmuş ve biraz Türkçe bilen eski bir subaydan dersler almıştır. Sabahattin Ali hafta sonları ise Almanya’ya giden ekipten olan Melahat Togar’la da görüşmektedir. Melahat Togar “Arkadaşım Sabahattin Ali” yazısında yazarın Almancayı tam öğrenmeden Almanca üzerinden Rus yazarlarını okuduğunu belirtmiştir. Sabahattin Ali bu yönü sayesinde İvan Turgenyev, Maksim Gorki, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant, Heinrich von Kleist, ETA Hofmann ve Thomas Mann gibi isimleri tanımış ve onların eserlerinden ilham almıştır.

Potsdam’da kaldığı süre içerisinde İstanbul’u ve karşılıksız kalan aşkını özlemiş, 1 Ocak 1929 tarihinde Nahit hanıma yılbaşı hediyesi olarak yazdığı şiirleri göndermiş fakat yine cevap alamamıştır. Postdam’daki dil kurusunu bitirdikten sonra Berlin’de yatılı bir okula yerleştirilmiştir. Sabahattin Ali Almanya’ya 6 veya 7 yıl kalmak için gönderildiğini düşünmüş olsa bile aslında bu süre dört yıl olarak planlanmıştır. Ancak ikinci yılını tamamlayamadan Türkiye’ye geri dönmüştür. Türkiye’ye dönüşü hakkında üç farklı iddia mevcuttur. Bunlardan ilki: Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız’a anlattığına göre; “Bu parazit Türkleri buradan atmalı!” diyen Alman öğrenciyi dövmüş olduğu iddiası. İkincisi: Alman öğrencilere komünizm propagandası iddiasına dayandırılarak sınır dışı edildiği. Üçüncü iddia ise arkadaşları Melahat Togar ve Kemal Sülker’in Türkiye’den geri çağrılması şeklindedir. Bu iddialardan son ikisi sağlam kaynaklara dayanmamaktadır. Sabahattin Ali’nin Almanya dönüşü Nihal Atsız’la görüşmesi, Türk Ocağı’nı ziyaret etmesi ve Atsız Mecmua’da hikaye ve şiirler yayınlatması kendisinin Almanya’da komünizm propagandası yaptığı iddialarını zayıflatmaktadır. Ayrıca Sabahattin Ali bazı yorumlarında Almanları sevmediği ve domuz değerinde gördüğü ifade edilmektedir.

Öğretmenlik hayatı ve soruşturmalar

Sabahattin Ali’nin Sinop Cezaevi’nde kaldığı koğuştan bir görünüm.

Sabahattin Ali’nin Almanya dönüşü 1930 yılının Mart ayı ortalarına denk gelmektedir. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Yüksel Muallim Mektebi’nde yatılı okumakta olan Nihal Atsız, Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay, ve Nihad Sâmi Banarlı gibi arkadaşlarının yanında kalmıştır. Daha sonra bu okulun müdürü olan Hamit Ongusu’nun da yardımıyla Bursa’nın Orhaneli ilçesine ilkokul öğretmeni olarak atanmıştır. Aynı yılın eylül ayında ise Gazi Terbiye Enstitüsü’nde açılan Almanca yeterlilik sınavına girmiş, ardından da Aydın Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanmıştır. Burada komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılmıştır. 25 Mayıs 1931 tarihli Vakit gazetesi haberinde Sabahattin Ali’nin de dahil olduğu bazı kişilerin mahkeme için İstanbul’a sevkedildiği yazmaktadır. Aynı gazete 27 Mayıs 1931 tarihinde ise Sabahattin Ali’nin gayr-i mevkuf (tutuksuz yargılanma) yargılanacağını yazmıştır. Fakat daha sonra soruşturmalar derinleştirilmiş ve kendisinin tutuklu yargılanmasına karar verilmiştir. 9 Eylül 1931 tarihine kadar Aydın Hapishanesi’nde tutuklu kalmıştır. Serbest kaldıktan 21 gün sonra Konya Ortaokulu’na Almanca öğretmeni olarak atanmıştır.

Sinop Cezaevi’ndeki Sabahattin Ali bölümü.

Sabahattin Ali Yozgat’da iken Nahit hanıma, Almanya’da iken Frolayn Puder’e Aydın’da iken bir miralayın kızına ve Konya’da Melahat Muhtar adlı öğrencisi ile Muhsine adındaki bir şarkıcıya büyük sevgi beslemiş/aşık olmuştur. Bu kişilerden Melahat Muhtar adlı öğrencisine duyduğu ilgi ise karşılık bulmuştur. Melahat Muhtar’a atfen “Çocuklar Gibi” adlı şiiri yazmıştır. Bu şiirde eski aşklarını birkaç günlük iptilalar (düşkünlükler) şeklinde yorumlamıştır. Sabahattin Ali bu sevgisinden İstanbul’daki arkadaşı Pertev Naili Boratav’a yazdığı mektuplarda bahsetmiştir. Fakat Sabahattin Ali’nin bu sevgisi ilerleyen dönemlerde tutuklanması ile yarım kalmıştır. Bir toplantıda okuduğu şiir ile Türk devlet adamlarını (Atatürk ve İsmet İnönü) yerdiği iddiasıyla 22 Aralık 1932 tarihinde tutuklanmıştır. Tutuklanmasına sebebiyet veren şiiri “Hey anavatanından ayrılmayanlar” şeklinde başlamaktadır. Bu şiiriyle Mustafa Kemal Atatürk’ü tahkir ettiği (TDK:aşağılamak, onur kırmak) gerekçesiyle Konya Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 1 yıllık cezaya çaptırılmıştır. Fakat daha sonra davaya temyizde iki ay daha eklenmiş ve ceza 14 aya çıkmıştır. Sabahattin Ali Konya Cezaevi’nden Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda bu olaylardan şöyle bahsetmiştir:

Sabahattin Ali 22 Aralık 1932’de tutuklanmasından sonra 29 Nisan 1933 tarihinde 1249 sayılı kanun sonucunda memurluktan kaydı silinmiştir. Kendisi daha sonra Konya’dan Sinop Cezaevi’ne gönderilmiştir. Bir iddiaya göre hapishane müdürü Cevat Bey, Sabahattin Ali’yi cinayetten tutuklu olan Mehmet Kuşüzümü adlı kişiye emanet etmiştir. Yazar ile aynı koğuşta yatan bu kişi, Sabahattin Ali’nin cezaevinde geceleri sürekli okuduğunu, gündüzleri ise bir sandık üzerinde yazı yazdığını söylemiştir. Sabahattin Ali bu cezaevinde edindiği tecrübe ve gözlerini: Bir Şaka, Kanal, Kazlar, Bir Firar, Katil Osman ve Çaydanlık adlı hikayelerinde kullanmıştır. Sinop’taki koğuş arkadaşı Hüseyin Kuşüzümü, bir hatırasını anlatırken; “(…) sonradan okuduğum Katil Osman hikayesi aynen olmuştur. Yazdıkları doğru. Osman, biz içerde iken kahvede bir adam öldürüp gelmişti. Çelimsiz bir çocuktu, iddia üzerine adam vurmuş. Sabahattin Ali 10 ay yedi gün süren tutukluluğunun ardından Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıldönümü sebebiyle çıkan genel aftan yararlanarak serbest kalmıştır.

Yeniden atanması

Sabahattin Ali serbest kaldıktan sonra İstanbul’daki yakınlarını ziyaret etmiş, ardından da yeniden göreve atanabilmek için Ankara’ya gitmiştir. Burada dönemin Orta Öğretim Genel Müdürü Reşat Şemseddin Sirer ve müsteşar vekili Rıdvan Nafiz Edgüer’e danışmıştır. Tutuklu kalma gerekçesi Mustafa Kemal Atatürk’ü tahkir etmek olduğu için bu kişiler sorumluluk almaktan çekinmiştir. Ancak Reşat Şemseddin Sirer bu durumdan Hasan Ali Yücel’e bahsetmiştir. Hasan Ali Yücel ise Sabahattin Ali’nin durumunu yakın arkadaşı olan maarif vekili Hikmet Bayur’a bildirmiştir. Sabahattin Ali bir mektubunda Hikmet Bayur’la olan görüşmesinde “ikinci bir şiir yazmamı mi istiyorsunuz” şeklinde bir cümle kurduğunu yazmıştır. Hikmet Bayur ise Müdürler Encümeni (kurul veya komisyon) tarafından verilecek karara uyacağını söylemiştir. Kurul toplantısında Sabahattin Ali’nin öğretmenlik dışında başka bir göreve atanması kararlaştırılmıştır. Fakat Maarif Vekili eski düşüncelerini değiştirmediği sürece yeniden atanmasını doğru bulmayarak kurul kararını reddetmiştir. Sabahattin Ali yeniden atanmak için uğraştığı süre içerisinde dayısı Rıfat Ali Ertüzün’ün evinde kalmış ve küçük tercümeler yapmıştır. 1934 yılında ise kendisinden Atatürk hakkında bir kaside yazılması istenmiştir. Kendisi de bu istek doğrultusunda Varlık Dergisi’nin 15 Ocak 1934 tarihli 13. sayısında “Benim Aşkım” adında bir şiir yazmıştır. Fakat bu şiirinden sonra da göreve atanabilmek için bir süre daha bekletilmştir. Ardından Maarif Vekili ile görüşen Sabahattin Ali, kendisine lanse edilen komünist sıfatının doğru olmadığını ispat edebilmek için yazılar yazdığını ve Esirler adlı oyununun Halkevleri tarafından sahneye konacağını söylemiştir. Göreve atanabilmek için beklerken arkadaşı Ayşe Hanım’a yazdığı mektubun sonuna bir not bırakarak kendisine evlenme teklifi eder. Ayşe Hanım ise 22 Şubat 1934 tarihli mektubunda Sabahattin Ali’nin bu teklifini şaka olarak niteleyerek “yazdıklarında ciddi olduğunu düşündüysen büyük çocukluk etmişsin” şeklinde cevap verir. Teklifine olumsuz cevap alan Sabahattin Ali, Atatürk’den izin alınarak önce geçici olarak Ortatedrisat Şube Müdürlüğü’ne, ardından da asli olarak Milli Talim ve Terbiye’de 25 lira maaş karşılığında atanır.

Aliye Hanım’la evlenmesi

Sabahattin Ali’nin eski sevdiklerinden Nahit Hanım Halil Vedat Fıratlı ile evlenmiş, arkadaşı Ayşe Hanım da evlilik teklifine red cevabı vermiştir. Aliye Hanım’la ise 1932 yazında İstanbul’da eczacı Salih Başotaç’ın evinde tanışmıştır. Kendisiyle yaptığı evlilikte Başotaç ailesinin etkisi büyük olmuştur. Aliye Hanım’ın ailesi Sabahattin Ali’nin poliste sicil kaydının bulunduğunu gerekçe göstererek evliliğe mesafeli yaklaşmıştır. Fakat sonradan Aliye Hanım’ında isteği ile evliliğe izin vermişlerdir. Daha sonraları Sabahattin Ali nişanlısından gelen fotoğrafa karşılık olarak bir mektup yazarak “Değirmen” ile “Dağlar ve Rüzgar” adlı kitaplarını göndermiştir. İkilinin nikahları ise 16 Mayıs 1935 tarihinde Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde kıyılmıştır. Sabahattin Ali ve eşi nikahtan sonra Ankara’ya gitmişler ve buradaki düğünün ardından Ulus’ta bir apartman dairesine yerleşmişlerdir. Sabahattin Ali ilerleyen dönemlerde “mümeyyizlik” görevinden başka bir göreve atanmış, ayrıca da bir ortaokulda Almanca dersleri vermiştir. Bu dönemlerde maddi açıdan rahatlayan Sabahattin Ali, Varlık’da Kağnı, Arap Hayri, Pazarcı adlı hikayelerini yayınlamış, Knut Hamsun, Liam O’Flaherty ve Panteymon Ramanof’tan tercümeler yapmış; “Ayda Bir” adlı dergide ise Kamyon, Bir şaka, Apartman, Arabalar Beş Kuruşa ve Düşman adlı öykülerini yayınlamıştır.

Soyadı düzenlemesi

Sabahattin Ali’nin ailesi Soyadı Kanunu sonrasında “Şenyuva” soyadını almıştır. Fakat yazar babasının ön adı olan “Ali”yi kullanmak istemiştir. Ayrıca da çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanan şiir ve hikayelerinde Sabahattin Ali imzasını kullanmıştır. Yazar soyadını bu yönde değiştirebilmek için nüfus müdürlüğe gider fakat “Ali” ismini soyadı olarak kullanmasına izin verilmez. Kendisi de buna karşılık olarak “o halde Alı olsun” şeklinde beyanat bildirmiştir.

Askerlik sonrası yaşamı

Sabahattin Ali otuz yaşına gelince İstanbul Eski Harbiye’de askerliğe başlamış ve iki ay er olarak, altı ay da yedek subay öğrencisi olarak eğitim görmüştür. Eşi Aliye Ali’yi de askerlik süresince bulunduğu şehirlere götürmüştür. İstanbul’da askerlik yaptığı dönemde kızları Filiz Ali doğmuştur. Askerlik bitiminde Musiki Muallim Mektebi’ne Türkçe öğretmeni olarak atanmış ve Ankara’ya yerleşmiştir. Ankara’da geçirdiği dönemlerde Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Mediha (Berkes) Esenel ve Niyazi Ağırnaslı gibi isimlerle yakın ilişkiler kurmuştur. İlerleyen dönemlerde Devlet Konservatuarı’na atanarak Karl Albert’in asistanlığını yapmıştır. Çevresindeki hareketliliğin azalması sonrasında edebi çalışmalarını yoğunlaşmıştır ve İçimizdeki Şeytan adlı eserini bu dönemde (1939) yazmıştır. Bu roman yayınlandıktan sonra siyasi tartışma konusu haline gelmiştir. Nihal Atsız bu romana karşılık olarak Sabahattin Ali’nin hayatı hakkında bilgiler de içeren İçimizdeki Şeytanlar adlı eseri yayınlamıştır. Sabahattin Ali II. Dünya Savaşı öncesinde çıkarılan seferberlik sonrasında tekrar askere alınmış ve dört ay İstanbul’da askerlik yapmıştır. İkinci kez askere alındığı bu dönemde Kürk Mantolu Madonna’yı yazmış ve Hakikat Gazetesi’nde tefrika ettirmiştir. (18 Aralık 1940 – 8 Şubat 1941) Ankara’daki çevresi genişleyen Sabahattin Ali dönemin siyasileriyle de yakın ilişkiler kurmuştur. Aliye Ali, eşinin Şükrü Saracoğlu ile siyasi düşüncelerinin farklı olmasına rağmen iyi anlaştıklarını ve bazen de ailecek görüştüklerini belirtmiştir.

Yaşamına yönelik eleştiriler

Sabahatin Ali 1940 – 1943 yılları arasında Adelbert von Chamisso, Ludwig Tieck, Heinrich von Kleist ve Friedrich Hebbel gibi isimlerden çeviriler yapmıştır. Yine bu dönemlerde çeşitli dergilere yazılar gönderen Sabahattin Ali ayrıca da MEB’e bağlı Türk Dil Kurumu ve Tercüme Odası gibi yerlerde görev yapmıştır. Ekonomik anlamda rahatlayan yazar, çevresi tarafından lüks bir yaşam sürmesi ve savunduğu fikirlere aykırı olması gibi düşünceler doğrultusunda eleştirilir. Samet Ağaoğlu yazarın ölümünden sonra “Böylece hiçbir zaman gerçek bir komünist olamadı. (…) Hikayelerinin aksini realitede burjuva manzarası gösteriyordu” ifadelerini kullanmıştır. Arkadaşı Emin Türk’de yazarı savunduğu düşüncelere aykırı olmakla itham ederek bencil ve gösteriş düşkünü olmakla suçlamıştır. Adalet Cimcoz’un eşi Mehmet Ali Cimcoz ise yazarın yaşam tarzına yönelik olarak “gösterişi seven, alkışı seven bir insan”, “bugün anladığımız gibi bir komünist değildi” şeklinde ifadeler kullanmıştır.

Tartışmalı yılları

Sabahattin Ali sağ ve sol kesim tarafından birtakım eleştirilere maruz kalmıştır. Ülkenin sol kesimi kendisini lüks ve burjuva görünümlü yaşantısından dolayı daha radikal tavırlar almaya zorlarken, sağ kesim de sosyalist misyon yüklenmek istenen birisinin Dil Kurumu Azalığı gibi görevlere getirilmesini doğru bulmamıştır. Sağ kesimin eleştirilerinin başlıca kaynaklarından birisi de Sabahattin Ali’nin Almanya’dan dönen öğrenci grubundaki kişilerden daha önce ve daha etkili görevlere getirilmesidir. Nihal Atsız, Orhun dergisinde Şükrü Saracoğlu’na atfen yazdığı yazıda (1 Nisan 1944): Sabahattin Ali’nin herkesçe bilinen bir komünist olduğunu, Hasan Âli Yücel’in şahsi sempatisi yüzünden göreve getirildiğini ve daha önceden Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Ali Çetinkaya gibi isimlere hakaret ettiğini söyleyerek yazarı vatan haini olarak nitelemiş ve devlet tarafından korunmasını kınamıştır. Bu mektup üniversite öğrencileri ve halk arasında etki uyandırmış, Nihal Atsız ise görevden alınmıştır.

Sabahattin Ali mektup sonrasında Nihal Atsız’a hakaret davası açmış ve ilk duruşma 2 Nisan 1946’da yapılmıştır. Dava öncesinde adliye sarayı önünde toplanan ve çoğunluğu Siyasal Bilgiler ve Tıp Fakültesi öğrencisi olan kişiler Sabahattin Ali aleyhinde gösteri yapmıştır. Davaya Sabahattin Ali avukatsız olarak katılırken, Nihal Atsız’ı ise Hamit Şevket İnce başkanlığındaki avukatlar savunmuştur. Dava görülürken içeride ve adliye önünde İstiklâl Marşı okunmuş, ortam gerilince de dava başka bir tarihe ertelenmiştir.

İlk duruşmadan sonra Konsevatur’da İsmet İnönü ile görüşen Sabahattin Ali, İnönü’nün nasılsın sorusuna “Sağolun iyim Paşam” şeklinde cevap verir ve İsmet İnönü’den “Daha iyi olacaksın” cevabını alır. İlerleyen dönemlerde Hamit Şevket İnce Nihal Atsız’ın avukatlığından istifa eder. Yine bu dönemde Falih Rıfkı Atay Ulus gazetesinde Sabahattin Ali lehinde seri yazılar yazmıştır. İkinci duruşmada Nihal Atsız’ı Ferruh Agan ve Rasih Yeğengil savunmuştur. Savcı Hadi Tan ise Nihal Atsız’ın Sabahattin Ali’ye vatan haini diyerek hakaret ettiğini söylemiş ve cezalandırılmasını talep etmiştir. Üçüncü duruşmada ise Nihal Atsız 6 ay ceza almış fakat “mazisinin temiz olması” gerekçesiyle bu ceza 4 ay indirilerek tecil edilmiştir.

Sabahattin Ali dava sonrasında Konservatuar’daki görevine bir süre devam etmiş ardından da üçüncü kez askere çağrılmıştır. Çankırı’da 1.5 ay görev yapan Sabahattin Ali mesleğine geri dönmüş daha sonra ise Bakanlık emrine alınarak Konservatuar’dan ayrılmıştır. 4 Aralık 1945 günü İstanbul’da çıkan komünizm karşıtı gösterilerde Sabahattin Ali’nin de faaliyet gösterdiği bazı kurumlara çeşitli saldırılar olmuştur.

1944 sonrasında Markopaşa, Malum Paşa veya Ali Baba gibi yerlerdeki yazılarında daha sert ve daha eleştirel bir dil kullanmıştır. Zekeriya Sertel’e 1946 yılında söylediğine göre siyaset ve politikayla daha fazla ilgilenmek istemiştir. Yine aynı yıl ailesini Ankara’da bırakarak İstanbul’a gelmiş ve Aziz Nesin’le beraber Markopaşa dergisini çıkarmıştır. Markopaşa ilk üç sayısında tırajını artırarak yayın hayatına devam etmiştir. Daha sonra da mizahi yönünden çok siyasi yönüyle tartışmalara neden olmuştur. İlerleyen dönemlerde dergide çıkan ve çoğu imzasız olan yazılardan ötürü davalar açılır. Bu davalar derginin sorumluluğunu üstlenen Sabahattin Ali’ye karşı açılmıştır. Davaya konu olan yazılardan birisi dışındaki yazılar Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’a aittir fakat derginin sorumlusu Sabahattin Ali olduğu için yazar hapis cezasına çarptırılmıştır. İstanbul ve Paşakapısı Cezaevi’nde bir süre yatan Sabahattin Ali, 10 Eylül 1947 tarihinde tahliye olmuştur. Yine bu dönemlerde Markopaşa kapatılmış bunu takiben de Merhum Paşa ve Malum Paşa gazeteleri çıkartılmıştır.

İlerleyen dönemlerde Sabahattin Ali hakkında tekrar tutuklama kararı çıkartılmıştır fakat tutuklama işlemi gerçekleşmemiştir. Bu dönemlerde Ali Baba dergisini çıkarmış ve Sırça Köşk adlı öyküsünü yayınlamıştır. Bu öykü Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmış, kendisi de Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilmiştir. 31 Aralık 1947 tarihinde serbest kalan Sabahattin Ali ekonomik sıkıntılar çekmiştir ve Ali Baba dergisi kapanmıştır. Daha sonra nakliyecilik yapmak ister ve Adalet Cimcoz’un da yardımlarıyla bir kamyon alırlar. Kamyonun parasını Adalet Cimcoz’un avukat eşi M.Ali Cimcoz’un eski müvekkili olan yaşlı ve zengin bir kadın ödemiştir. Yazarın M.Ali Cimcoz’a anlattıklarına göre bu mesleğe başlamasında şehirlerin sıkıcı etkisinden kurtulmak, yeni insanlar tanımak ve edebi eserleri için malzeme toplamak gibi amaçlar gütmüştür. Eşi Aliye Ali bu dönemler için: “1947’de Markopaşa’nın çıkmasıyla hayatımız bozuldu. Yurt dışına gitmek istiyordu: İngiltere veya Fransa’ya falan” ifadelerini kullanmıştır. Niyazi Berkes’in aktardığı bilgiler de: Sabahattin Ali’nin Fransa’ya gitmek istediğini fakat kendisine pasaport verilmediği yönündedir. Nitekim Sabahattin Ali 1948 yılı Mart ayı sonlarında arabasının tamirini yaptırır ve “Edirne’ye peynir götüreceğim” diyerek M.Ali Cimcoz’la sabah 05 civarı vedalaşarak ayrılır.

Ölümü

Sabahattin Ali’nin Edirne’ye gitmekteki amacı peynir taşımak değil, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa’ya ulaşmaktır. Kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmak için çalışmıştır. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istemiş fakat başarılı olamamıştır. Avrupa’ya kaçmak istediği dönemler ise hakkındaki davaların aleyhinde seyrettiği zamanlardır.

Sabahattin Ali evinde kaldığı M.Ali Cimzoz’la vedalaşırken asıl amacını söylememiştir. Çünkü Cimzoz’un MİT ajanı olduğundan şüphelenmektedir. Avrupa’ya kaçış için kendisine yardım edecek kişi Üsküdar Paşakapısı Cezaevi’nden Berber Hasan’dır. Berber Hasan, Sabahattin Ali’yi Ali Ertekin’le tanıştıran isimdir. Sabahattin Ali’ye rehberlik edecek Ali Ertekin eski bir subaydır ve silah çalmak suçundan ordudan ihraç edilmiştir.

Sabahattin Ali ve Ali Ertekin tanıştıktan bir süre sonra Kırklareli’ne doğru kamyonla yol alırlar. Kamyonda ilk başta üç kişi olsalar da daha sonradan şoför Salim’i bırakıp beraber yol almışlardır. Ali Ertekin’in Kırklareli Cumhuriyet Savcılığına verdiği ifadeye göre: Sabahattin Ali’nin kendisine sınırı geçtikten sonra Bulgaristan ve Rusya’da çalışmalar yaparak Türkiye’de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylediğini ve konuşmalarından onun kötü bir insan olduğunu düşündüğünü söylemiştir. Nokta dergisindeki bir röportajında ise yol boyunca Sabahattin Ali’yle tartıştıklarını söylemiştir. İlerleyen vakitlerde ise Sabahattin Ali’yi kitap okuduğu sırada elindeki bir sopayla kafasına defalarca vurarak öldürmüştür. Öldürmesine gerekçe olarak da milli hislerini tahrik ettiğini öne sürmüştür. Ayrıca Ali Ertekin’in Millî İstihbarat Teşkilatı mensubu olduğu iddia edilmektedir.

Bedenini bir çoban bulmuş ve 16 Haziran 1948 günü jandarmaya giderek durumu bildirmiştir. Yapılan incelemeler sonucunda ölünün kimliği teşhis edilememiştir. Bu dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan’a adam kaçıran bir şebekeyi yakalamıştır. Sabahattin Ali’yi öldüren Ali Ertekin’de bu şebekenin mensubudur ve Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf etmiştir. Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yılla hüküm giymiş, kısa bir süre sonra da serbest kalmıştır. Sabahattin Ali’nin cesedi üzerinden çıkan giysilerle Ali Ertekin’in verdiği bilgiler doğrultusunda ele geçirilen eşyaları yakın çevresi tarafından teşhis ettirilmiştir. Bu dönemlerde ölümü üzerine farklı spekülasyonlar yapılmış ve yazılı medyada yaşayıp yaşamadığına dair farklı iddialar yer almıştır. Ayrıca ölüm şekli ve ölüm yerine yönelik olarak da farklı iddialar mevcuttur. Rasuh Nuri İleri Sabahattin Ali’nin sınırı geçtiğini sandığını bir yerde yakalanıp ardından da Kırklareli’nde yargılandığı sırada işkenceden öldüğünü öne sürmektedir. Yalçın Küçük ise Rasuh Nuri İleri ve Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın “işkencede öldü” iddiasını “kahrolası bir köylü ideolojisi” ile öne sürüldüğünü belirterek: Sabahattin Ali’nin kaçakçı şebekesine karşı emniyetle işbirliği yaptığını ve sınırda çıkan bir çatışmada öldüğünü iddia etmektedir. Yalçın Küçük’ün diğer bir iddiası ise Sabahattin Ali’yi Ali Ertekin’in öldürmediği ve suçun onun üzerine kaldığı yönündedir. Ölümünün siyasi nedenlerden olduğunu savunanlar da vardır. Arkadaşı Aziz Nesin, Sabahattin Ali’yi MİT’in öldürmediğini belirterek “kişisel kusurları yüzünden” ölüme gittiğini söylemiştir.

Siyasi görüşleri

Sabahattin Ali fikir hayatına Türkçülük düşüncesiyle başlamış ve Ziya Gökalp’i “Milliyet aşkını gönüllere serpen Nebi” diye nitelemiştir. Nihal Atsız, Sabahattin Ali’nin Türk Ocakları’na gittiğini ve oradaki ortama uygun şiirler yazdığını söylemiştir. Kendisinin Komünizmle tanışmasının Almanya’da olduğunu ve propaganda yaptığı iddiasıyla Türkiye’ye geri gönderildiğini iddia edenler vardır. Fakat kendisinin Nihal Atsız’a anlattığına göre: Türklüğe hakaret eden bir Almanı dövdüğü için geri gönderilmiştir. Sabahattin Ali Almanya dönüşünde hem Resimli Ay dergisinde hem de Atsız Mecmua‘da şiir ve yazılar yazmıştır. Ayrıca romantik karakterli hikayeler yerine toplumsal içerikli hikayelere yönelmiştir. Kendisinin toplumcu gerçekçi yönüyle yazdığı hikayeler Resimli Ay‘da takdir ve kabul görmüş; Nâzım Hikmet’in “Türk edebiyatında hikayeci olarak yalnız sen varsın!” tepkisiyle karşılık bulmuştur.

Türk devlet büyüklerine hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanmasının ardından tek parti yönetimine karşı daha sert ve eleştirel bir üslup kullanmıştır. Hasan İzzettin Dinamo, Sabahattin Ali’nin tutukluluğu hakkında “Konya’daki bu şiir ihbarı olmasaydı onun solculuğu tatlı bir gevezelik olarak kalacaktı” ifadelerini kullanmıştır. Nâzım Hikmet ise 1952 yılında Novoye Vremya gazetesinde yayınlanan bir yazısında, Sabahattin Ali’nin Sovyetler Birliği’ne derin bir sevgi beslediğini iddia etmiştir. Sabahattin Ali, Markopaşa gibi yerlerde yazdığı yazılarında: Yabancı sermayelerin Türkiye’de ikinci kapitülasyonlar dönemini başlatacağını ve ülke bağımsızlığını etkileyeceğini; niteliksiz yöneticiler ve yarı aydınların kendi çıkarları için ülkeyi Amerikan ve İngiliz emperyalizmine peşkeş çekeceğini ve bunun tehlikeli sonuçlar doğuracağını söyleyerek: millet idaresine dayalı nitelikli politikalar üretilmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Bu konudaki bir görüşü şu şekildedir:

“Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu toprakları dolduran milyonların yararına olsun.(…) Biz istiyoruz ki, bu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın.(…) Dünya işlerinde politikamız, şunun bunun kölesi gibi peşinden gidilerek değil, bu milletin selametini en iyi sağlatacak yolları müstakil olarak seçmek şeklinde kendini göstersin.”

Genel olarak tek parti yönetimine karşı sert ve eleştirel bir tutum sergileyen Sabahattin Ali, partinin çalışmalarını da “baskıcı” şeklinde nitelemiştir. Ayrıca Bakanlar kurulu tarafından toplatılan Sırça Köşk adlı eseri bu tutumundan izler taşımaktadır. Kendisinin Irkçılık ve Turancılık gibi fikirler ile yozlaşmış dini kalıplara yönelik yazıları da vardır. Sabahattin Ali’nin Marksist yönü de edebi eserlerine yansımıştır fakat bu fikirleri bir yaşam tarzı olarak görmemiştir. Kendisi bu yönü hakkında çeşitli eleştirilere de maruz kalmıştır. Girmek istediği bir işçi partisi ise kendisini güvenilir kabul etmeyerek parti üyeliğine almamıştır. Arkadaşı Emir Türker de Sabahattin Ali’yi öyküleri dışında Marksist bir yönünün olmamasını gerekçe göstererek eleştirmiştir. Ayrıca Samet Ağaoğlu ve M.Ali Cimcoz’da kendisini bu yönde eleştiren diğer isimlerdir.

Sanat ve edebi görüşleri

Sabahattin Ali ilk yıllarında sanatı: “İçinde yaşanan cemiyet şartlarının şuurlu veya şuursuz bir ifadesi” olarak yorumlamıştır. Daha sonra da sanatın yalın bir yansıtma işi olmasına karşı çıkarak “sanatın bir maksadı olmalı” değerlendirmesinde bulunur. Mustafa Reşit’le yaptığı bir konuşmada ise sanatın insanı yükseltmek ve daha iyiye götürmek dışında bir maksadının olmadığını vurgulamıştır. Kendisi dönemin sanatkârlarını değerlendirirken onları “eski gazelhanlar” veya “sahib-i mezak” şeklinde değerlendirmiş: Halktan yana olmayan eserler verdiklerini, yüksek zümreye hitap ettiklerini ve zamanla unutulup gideceklerinden bahsetmiştir. Yeni edebiyatçıların da kalıcı olabilmeleri için realist olmaları gerektiğini söylemiştir. 1938 yılında kendisiyle yapılan bir söyleyişi de ise şiir hakkında “Bence şiirin eskisi yenisi yoktur. İyi şiir, muhakkak ki insana bir şey ilave eder, bu şey bazen tez olur, bazen bizim manen daha genişlememizi temin eden bir heyecan olur.”‘ ifadelerini kullanmıştır.

Sabahattin Ali öykü ve roman gibi türlerde kalıcı olabilmek için seçilen karakterlerin canlı olmasını ve konuların güncelliğini yitirmeyecek türden olması gerektiğini savunmuştur. Edebi eserler üzerine yapılan eski-yeni tartışmasını ise lüzumsuz olarak değerlendirmiş: Eserlerin iyi-kötü ölçeğinde değerlendirilmesi önerisinde bulunmuştur. Bu önerisine örnek olarak da yeni ve kalitesiz yazarlar yerine eski ve kaliteli yazarların okunacağını, hatta kendisinin Fuzûlî ve Şeyh Galip gibi isimleri okuduğunu söylemiştir. Yaşar Nabi Nayır’a gönderdiği bir mektubunda ise Orhan Veli Kanık’ın öncülüğünü yaptığı Garip hareketini halktan uzak, lüzumsuz ve anlaşılmaz olarak değerlendirmiştir. Dilde sadeliğe de büyük önem verem Sabahattin Ali, bu düşüncesini eserlerine de yansıtmıştır. Dergide yazdığı bazı öykülerinin kitap olarak toplatılmasından sonraki hali daha sade bir görünüme sahiptir. Ayşe Sıtkı’ya yazdığı bir mektubunda da bazı hikayelerini sadeleştirme gereği duyduğunu yazmıştır. Dilde sadeleşmeyi destekleyen Sabahattin Ali, Öz Türkçe’de aşırıya gidilmesine de karşı çıkarak: Dile yerleşen, oturan ve kalıplaşan kelimelerin kullanılmasını gerektiğini Melahat Togar’a yazdığı bir mektubunda belirtmiştir.

Romanları

Sabahattin Ali’nin üç romanı önce tefrika edilmiş ardından da kitap olarak yayımlanmıştır. İlk romanı olan Kuyucaklı Yusuf‘un gazetelerdeki tefrikası zaman zaman kesintiye uğramıştır. Roman, Tan gazetesinde tamamı tefrika edildikten sonra kitap olarak ilk kez 1937 yılında basılmıştır. İçimizdeki Şeytan adlı romanı Ulus gazetesinde 87 bölüm şeklinde tefrika edilmiş, 1940 yılında ise kitap olarak basılmıştır. Hakikat gazetesinde tefrika edilen Kürk Mantolu Madonna romanı ise Büyük Hikâye başlığı altında toplamda 50 gün olmak üzere 48 sayı şeklinde tefrika edilmiştir. Romanının yazılış zamanı Sabahattin Ali’nin ikinci kez askere alındığı döneme denk gelmektedir. Sabahattin Ali bu romanına, İstanbul’da bulunan Büyükdere asker çadırında başlamıştır ve romanını günü gününe yazıp gazeteye göndermiştir. Yedi Meşaleci Cevdet Kudret Solok, Sabahattin Ali’nin bu romanı için Lüzumsuz Adam başlığını düşünüp sonra da vazgeçtiğini dile getirmiştir. Pertev Naili Boratav ise Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’yı ilk önce bir öykü olarak yazdığını dile getirip başlığını da Yirmi Sekiz şeklinde koyduğunu ve öykünün ilk sayfasını da kendisine gösterdiğini dile getirmiştir. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanı, 2016 yılında Maureen Freely ve Alexander Dawe tarafından “Madonna in a Fur Coat” başlığı altında İngilizceye çevrildi.

Sabahattin Ali’ye ait romanlarda ilk olarak bireysel temalar ön plana çıkmıştır. İşlediği bireysel konular sevgi ve aşk kavramlarıdır. Bu kavramlardan sonra ikinci olarak evlilik teması üzerinde yoğunlaşmıştır. Eserlerinde diğer öne çıkan konular ise sosyal sorunlar, iletişimsizlik ve yalnızlıktır. Sosyal ve toplumsal konuları işlerken köylü, işçi, mesai arkadaşı, esnaf ve memur gibi sıfatlara sahip olan karakterleri seçmiştir. Aydın kesim insanlarına değindiği romanlarında ise eleştirel ve realist bir tavır sergilemiştir. İçimizdeki Şeytan adlı romanı aydın kesime ait eleştirel ifadelerinden izler taşımaktadır.

Yazara ait Kuyucaklı Yusuf romanında aşk teması ön plana çıkmaktadır. Evlilik ile Anadolu’nun sosyal ve ekonomik yapısı dikkat çeken diğer temalardır. İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanlarında da öne çıkan tema aşk ve evlilik olmuştur. Bu evlilikler genelde sağlık bir şeklide yürümeyen bir görünüme sahiptir. Yazara ait üç romanın sonu birbirlerine oldukça benzemektedir: Kürk Mantolu Madonna‘da Maria Puder ve Kuyucaklı Yusuf‘da Muazzez karakteri romanın sonunda ölen kişiler olurken, İçimizdeki Şeytan”da ise Macide son olarak Bedri’ye yönelmektedir. Romanlarındaki yozlaşma konusu ise daha çok kırsal kesimde ele alınmıştır. Kuyucaklı Yusuf‘daki Şahinde, Hacı Etem, Şakir ve Hilmi Bey; bir tür toplumsal yozlaşmanın örneğidir. Aydın kesimdeki yozlaşmalara ise İçimizdeki Şeytan romanında değinmiştir. Romanda Ömer’in yakın çevresi belirli bir eğitim görmüş ve çeşitli sıfatlara sahip kişilerdir fakat davranışları sahip oldukları eğitim ve sıfatları gölgelemiştir.

Sabahattin Ali, romanlarındaki kişileri konunun geçtiği mekanlara göre seçmiştir. Kuyucaklı Yusuf‘da köylüler, kasabalılar, memurlar; İçimizdeki Şeytan‘da yazar, öğretmen ve profesör gibi sıfatlara sahip kişiler; Kürk Mantolu Madonna‘da ise Raif Bey’in çalıştığı yerdeki arkadaşları, Almanya’da tanıştığı kişiler ve aşık olduğu Maria Puder onun roman kadrosunu oluşturur. Kuyucaklı Yusuf romanı en geniş karakter kadrosuna sahip romanıdır. Üç romanında, Yusuf, Ömer ve Raif Efendi ana erkek kahramanlardır. Sabahattin Ali romanlarında erkek karakterler daha ön plandadırlar fakat bu kişiler güçlü ve etkin bir görünüme sahip değillerdir. Romanlarındaki ana erkek kahramanların ortak özellikleri: bulundukları çevreye uyum sağlayamamış kişiler olmalarıdır. Kısa sürede ciddi değişimler yaşayan bu karakterler olayları yönlendirmede güçlük çekmektedirler. Buna örnek olarak; çözümü yakın çevresindekileri öldürmekte bulan Yusuf veya soğuk havalarda saatlerce sokaklarda gezen Raif Bey karakteri verilebilir.

Roman konularındaki zaman dilimi farklılıklar göstermektedir. Kuyucaklı Yusuf romanı: “1903 yılı sonbaharında eşkıyalar Kuyucak köyünü basmıştır.” cümlesiyle başlamakta ve 1903-1915 yılları arasında yaşanan olaylar anlatılmaktadır. Ayrıca Yunan İşgaline karşı seferberlik ilan edilmesi bu romandaki zaman kavramlarına örnek verilebilir. Romanda olaylar ileriye doğru anlatılır ve özet yöntemiyle de zamanlar arasında geçiş yapılır. Sabahattin Ali’nin bu romanındaki bazı cümleler kesin tarihler belirtirken bazı cümleleri ise herhangi bir tarih belirtmez fakat kıyaslama yapılan iki zaman arasındaki süre verilir. Romanda geçen “Yusuf Kuyucak’tan çıkalı altı sene olmuştu” cümlesi, yazarın tarih vermeden zamanlar arasındaki farkı belirtmesine örnek olarak gösterilebilir. Romanın son kısımlarında Yusuf’un evdeki herkesi öldürmesi olayı yaklaşık iki dakika içerisinde gerçekleşir. İçimizdeki Şeytan romanındaki gelişmeler ise yaklaşık üç ile beş ay arasında gerçekleşir. Macide’nin bir mektubunda kullandığı “üç ayı geçen beraber hayatımız” ifadesi, romandaki zaman aralığı hakkında bilgi verir. Kürk Mantolu Madonna romanı ise ileriye doğru yazılmamış olup, geriye doğru giden bir anlatıma sahiptir. Bu romandaki zaman aralığı da tıpkı Kuyucaklı Yusuf‘da olduğu gibi 12 ile 15 yıl arasındadır.

Romanlarındaki olayların geçtiği mekanlar birbirlerine göre farklılık göstermektedir. Kuyucaklı Yusuf romanındaki mekan bir kasabayken, İçimizdeki Şeytan romanında ise İstanbul gibi büyük bir kenttir. Bu romanda deniz kenarı ve cadde kaldırımları da seçilen mekanlardandır. Roman karakterlerinden Macide’nin Balıkesirli olmasından dolayı bu şehirden de kısaca söz edilmektedir. Balıkesir’de geçen olaylar genellikle Macide’nin gittiği okullarda geçer. Kürk Mantolu Madonna romanında ise mekan olarak Almanya’nın Berlin kenti seçilmiştir. Romanın sonlarına doğru ise olaylar Ankara’da geçmektedir. Ankara’da tren istasyonunda geçen kısımlar Maria Puder’in akıbeti hakkında bilgiler verir. İlk romanı olan Kuyucaklı Yusuf‘da ise olaylar Kuyucak köyünde başlayıp Edremit’de devam eder. Bu romanındaki diğer mekanlar ise Burhaniye ilçesi ve Yusuf’un tahsildarlık yaptığı köylerdir. Romandaki Yusuf karakteri zaruri olarak ayrıldığı Kuyucak köyüne büyük bir özlem duymaktadır fakat romanın ilerleyen bölümlerinde Yusuf’un bu özleminden daha az söz edilmektedir. Kuyucaklı Yusuf romanı bir köy kasabasında geçtiği için bu romandaki doğa kavramı yazar tarafından mekan olarak da seçilmiştir. Yusuf doğaya ve toprağa bağlı, bağa ve bahçeye de fazlasıyla meraklı bir köy insanıdır. Romanda bağ ve bahçeler karakterlerin toplu olarak bulunduğu yerlerdir.

Öyküleri

Sabahattin Ali’nin 1935’de çıkardığı ilk öykü kitabı Değirmen‘de 16, 1936’daki Kağnı‘da 13, 1937’deki Ses‘de 5, 1943’deki Yeni Dünya‘da 13 ve 1947’deki Sırça Köşk‘de 13 öykü olmak üzere toplamda 60 öyküye sahiptir. Ardından da son kitaplarında 4 öykü daha yayınlayarak bu sayıyı 64’e çıkarmıştır. Romanlarında olduğu gibi öykülerinde de dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini görmek mümkündür. Öykülerindeki temel kavramlar sevgi, aşk ve kırsal kesim sorunlarıdır. Değirmen, Viyolonsel, Kırlangıçlar, Kurtarılamayan Şaheser, Bir Cinayetin Sebebi, Komik-i Şehir, Sarhoş, Arap Hayri, Gramofon Avrat, Köstence Güzellik Kraliçesi, Yeni Dünya, Hanende Melek, Hasanboğuldu, ve Sırça Köşk adlı öykülerinin genel konuları sevgi ve aşk olmuştur. Ayran, Asfalt Yol, Bir Orman Hikayesi, Candarma Bekir, Değirmen, Bir Firar, İki Kadın, Kafa Kağıdı, Kanal, Kamyon, Kazlar, Ses, Sıcak Su ve Sulfata adlı öykülerinde ise kırsal yaşam ve kırsal yaşamın sorunlarına değinmiştir. Kırsal kesimi işlediği öykülerinde çeşitli toprak ve miras kavgaları gibi nedenlerden dolayı işlenen cinayetlere de yer vermiştir.

Sabahattin Ali öykülerinde öne çıkan konulardan birisi de hapishaneler olmuştur. Çeşitli dönemlerde, farklı sebeplerden dolayı hapishaneye giren Sabahattin Ali; bu yaşantısını öykülerine de yansıtmıştır. Bir Şaka, Candarma Bekir, Duvar, Kazlar ve Katil Osman adlı öykülerinde hapishane yaşamı ve mahkumlar konusu üzerine durmuştur. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi kişilerin başında gelen Sabahattin Ali, öykülerindeki karakterleri tasvir yoluyla anlatarak iyi veya kötü yanlarını ortaya koyar. Öykülerindeki tasvirler romanlarında olduğu gibi uzun ve ayrıntılı değildir.

Öykülerindeki karakterler ilk zamanlar hayvanlar olurken daha sonra çeşitli insan tiplerini karakter olarak seçmiştir. Kırlangıçlar ve Bahtiyar Köpek adlı öykülerinde karakter olarak hayvanlar daha ağır basmaktadır. Kırlangıçlar adlı öyküsünde hiçbir insan karakteri bulunmaz, Sabahattin Ali bu eserinde birbirine aşık olan iki kırlangıcın hikayesini anlatmıştır. Bahtiyar Köpek adlı eserinde insanlar bulunsa bile asıl önemli rolü köpek karakterine vermiştir. İnsanları ve insan ilişkilerini ön plana çıkardığı öykülerinde ağırlıklı olan karakterler; erkeklerdir. Eserlerindeki erkek karakterleri daha hırslı ve daha yoğun düşünen tipler olup genellikle işsiz durumdadırlar. Öykü karakterlerde en fazla ortaya çıkan meslek grubu memurlardır. Köyde geçen öykülerinde daha çok ağa, imam, muhtar ve köylü insanı gibi karakterler öne çıkar. Kırsal kesimi anlattığı öykülerinde, halkın tarlasını ve mahsullerini yöneten köyün ağaları olmuştur. Ağalar gerekirse cinayet işletir ve suçu başka birisinin üzerine yıkar. Hapishane öykülerinde ise: cezaevi müdürü, jandarma ve gardiyan gibi karakterler ön plandadır.

Sabahattin Ali öykülerinde kadın karakter sayısı ise azdır ve genellikle kadınlar ikinci plandadır. Öykülerindeki kadınlar, tarlada ve bahçede çalışan; çamaşırla ve ev hizmetiyle uğraşan tiplerdir. Köy öykülerindeki kadınlar evlerine ve eşlerine bağlıdır. Sabahattin Ali Kazlar öyküsünde hapiste olan eşini rahat ettirebilmek için komşusunun kazını çalan kadının hapse düşmesi olayını anlatır. Öykülerinde güçlü ve çekici görünen kadın sayısı az da olsa vardır. Bu kadınlar genellikle toplumca yadırganan yönleriyle ele alınmaktadır. İstanbul’da geçen öykülerinde ise güzel ve varlıklı kadınlara rastlanır. Öykülerindeki çocuklar ise genellikle bir fon değerindedir.

Öykülerindeki memur karakterleri genellikle yoksul, geçim sıkıntısı yaşayan, silik ve etrafınca fazla önemsenmeyen insanlardır. Her kademedeki memurlar adil değillerdir ve genellikle eli güçlü olanın yanında dururlar. Bir dönem Almanca öğretmenliği de yapan Sabahattin Ali, öykülerinde öğretmenlere de yer verir. Öğretmenlerin iyi yanlarını daha çok göstermekle beraber olumsuz yanlarına da değinmiştir. Doktor karakterleri ise genellikle çıkarcı ve duyarsız bir görünüm verirler. Böbrek adlı öyküsünde doktorların nasıl anlattığını görmek mümkündür.

Öykülerindeki mekanlar ağırlıklı olarak Anadolu ve İstanbul’dur. Yurt dışında geçen öykülerine örnek olarak Köstence Güzellik Kraliçesi adlı yapıtı verilebilir. Bu yapıt Romanya’da başlar ve Berlin’de devam eder. Bir Gemici Hikayesi adlı yapıtında ise makan olarak Kızıldeniz (Şap Denizi) ve Akdeniz kıyısında bulunan Port Said kentinin adı geçmektedir. Viyolonsel adlı öyküsü, bir gemi kazası sonucunda gelişir ve Afrika’nın sığ bir ormanında geçer. Sabahattin Ali’nin Anadolu anlayışı genellikle Orta Anadolu ve Ege Bölgesi ile sınırlıdır. Bu sınırlamayı Kuyucaklı Yusuf adlı romanında da görmek mümkündür. Ayran, Bir Orman Hikayesi, Hasanboğuldu, Kırlangıçlar, Köpek ve Ses adlı öykülerinde ise makan olarak doğa kavramı öne çıkar. Kapalı mekanlara ise hastane, otel, han ve cezaevleri örnek gösterilebilir.

Öykülerindeki dilin sade bir görünümü vardır. Romanlarında sık rastlanan ve günümüzde çok kullanılmayan ifadelere öykülerinde daha az rastlanır. Karakterleri konuştururken yerel ifadeler ve şive özelliklerini vermeyi zaman zaman tercih etmiştir. İçimizdeki Şeytan romanındaki Türkçeyi iyi düzeyde konuşamayan ev sahibi Rum kadında bunu görmek mümkündür. Karakterlerin yerel ağızlarını yansıtırken ölçülü bir üslubu tercih etmiştir. Öykülerine yerel olarak ifade edilebilecek argo sözcüklerde vardır. Çakıcının İlk Kurşunu adlı yapıtında Ege Bölgesi’ne ait yerel izlenimler görmek mümkündür. Yapıtlarında sade ve yalın bir dili seçen Sabahattin Ali, kendi yazın döneminde Türkiye’de harf inkılabı gerçekleşmiştir. Türk dilindeki değişimler onun eserlerine zamanla yansımıştır. Günümüzde Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan Sabahattin Ali eserlerinde, kullanımı azalmış olan kelimelerin bugünkü karşılıkları okurlara verilmiştir. Müddeiumumi (savcı), esbab- ı muhaffefe, istihfaf etmek, istiğna, münferit, zaviye, aksata, nefis itikadı, hamakat, taalluk etmek, iktifa, zevat, atalet, hicap müdafaa, mayii, yeis, silsile, irtikap, mütalaa, tesellüm, tecessüs, mağmum, muvasalat, mükaleme ve kaime gibi sözcükler, Sabahattin Ali eserlerinde geçen yaygınlığını yitirmiş sözcüklere örnek verilebilir.

Sabahattin Ali kendi şiir ve öykücülüğü hakkında şu ifadeleri kullanmıştır: “Şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların, benim san’at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz. (…) Bir kere okuyucuyu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim: ama böylece belkide eski bir hatayı devem ettirmekten başka bir şey yapmıyorum. İyiden kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim.”.

Şiir ve oyunları

Sabahattin Ali’nin toplamda 70’den fazla şiiri vardır. Bu şiirlerinden 28 tanesini Dağlar ve Rüzgar adlı kitapta yayınlamıştır. Bu kitap Sabahattin Ali’nin 1931-1934 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşmaktadır ayrıca kitabın ön sözü de ona aittir. Kitapta bulunan: Dağlar, Rüzgar, Kara Yazı, Mayıs ve Unutamadım adlı şiirler daha önceden dergilerde yayımlanmış olan şiirleridir. Diğer şiirler ise ilk kez bu kitapta yayınlanmıştır. 1926-1928 yılları arasında yazdığı şiirlerden 21 tanesini ise Kurbağanın Serenadı adlı defterde toplamıştır. Almanya’da eski harflerle yazılan bu defter, zamanla el değiştirmiş olup son olarak da Asım Bezirci tarafından muhafaza edilmiştir. Bu defterdeki 8 şiir daha önceden yayınlanmamış olan şiirleridir.

Yedi Meşaleciler topluluğundan Yaşar Nabi Nayır, Sabahattin Ali’nin Dağlar ve Rüzgar adlı şiir kitabı için Hakimiyeti Milliye gazetesinde: “Bu kitabın mümeyyiz vasfı halk edebiyatı tarzında bir deneme teşkil etmesidir. Sabahattin Ali’nin tecrübeli muvaffak neticeler vermiş. Ve bize, şiirleri doğrudan doğruya bir halk şairi elinden çıkmamış olduklarını hissettirmekle beraber, o tanıdığımız ve sevdiğimiz samimi edayı tattırabiliyor. Komplike imajlardan kaçınılmış olması, bu şiirlere büyük bir sadelik vermiş.” ifadelerini kullanmıştır.

Şiirlerindeki temalar ise tıpkı romanlarında olduğu gibi sevgi ve aşk kavramları olmuştur. Şiirlerinde sosyal ve toplumsal konulara ise çok fazla yer vermemiştir. Hapishaneleri konu edinen şiirlerinde, hapishane yaşamının zorluğu üzerinde dururken aşk temasına ise tekrardan değinmiştir. Karamsarlık, bireysel yalnızlık, bunalma ve kaçış gibi konular da şiirlerinin diğer temalarıdır. Kişileri konu edinen şiirlere de sahiptir, bu kişiler: Babası Selahattin Bey, Mustafa Kemal Atatürk, Abdülkâdir Geylânî ve Ziya Gökalp’dir

Sinop hapishanesindeyken Hapishane Şarkısı adını taşıyan 5 parçalık bir şiir bütünü oluşturmuştur. Bu şiirler birden beşe kadar numaralandırılmış şekildedir ve ilerleyen yıllarda ise Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli ve Edip Akbayram gibi isimler tarafından bestelenmiştir.

Sabahattin Ali şiirleri üçlük, dörtlük ve daha değişik sayıda dizeden oluşan bentlerden oluşur. Rüzgar, Köprünün Çocukları, Köprünün Geceleri, Serserinin Ölümü, Kümeste Sabah adlı şiirler düz uyak biçiminde yazılmıştır. Gazel Naziresi, Terkib-i Bend Risalesi, Mesnevi başlıklı şiirlerinde Divan şiiri gelenekleri görülür. Üçlüklerle kurulan şiir sayısı 9, dörtlüklerle kurulan şiir sayısı 50, serbest tarzdaki şiirlerinin sayısı 9’dur fakat bu 9 şiirden sadece Sokakta Kalan Adam adlı şiir ölçüsüz ve uyaksız olarak yazılmıştır.

Gazel Naziresi, Terkib-i Benci Risalesi ve Mesnevi adlı şiirlerinde aruz ölçüsü kullanırken diğer 72 şiirinde ise hece ölçüsünü tercih etmiştir. Genellikle hecenin 8’li kalıbıyla şiirler yazmıştır. Dağlar ve Rüzgar adlı kitapta bulunan şiirlerden biri hariç geriye kalan şiirlerin çoğu hecenin 8’li kalıbıyla yazılmıştır. Sabahattin Ali’nin tercih ettiği şiir kalıplarından bir diğeri ise 14’lü kalıptır, bu tarzda ise 20 şiir yazmıştır. Bu kalıpların dışında bazı şiirlerinde 7’1i, 11’li, 13’lü kalıpları kullanmıştır. Kurbağa adlı iki dizeden oluşan şiirde ise 17’li kalıbı tercih etmiştir. Öksüz Kız Masalı adlı şiirde ise 13’lü ve 8’li kalıpları beraber kullanmıştır.

Sabahattin Ali’ye ait Esirler adında yayımlanmış tek bir oyun mevcuttur. Bu oyun bir tablo ve üç perdeden oluşmaktadır ve Türk tarihindeki Kürşad İhtilali’nden esinlenilerek yazılmıştır. Sabahattin Ali, Ayşe Sıtkı İhlal’e yazdığı mektuplarda bu oyundan sıkça söz etmiştir. Mektuplarında oyunu bitirdiğini ve Ayşe Sıtkı İhlal’e okuması için göndereceğini belirtmiştir. Bir başka mektubunda Esirler oyununu, Pertev Naili Boratov aracılığı ile Muhsin Ertuğrul’a verilmesini istemiştir. 15 Ocak 1934 tarihli bir mektubunda ise oyunun Ulvi Cemal Erkin tarafından bestelendiğini ve “Musiki Muallim” öğrencileri ile oynanmasının kararlaştırıldığı yazmaktadır.

 

YAPITLARI

Dağlar ve Rüzgâr (1934) Değirmen Dağlar ve Rüzgâr (1965) Dağlar ve Rüzgâr Kurbağaların Serenadı Öteki Şiirler (1988, tüm şiirleri)

ŞİİRLERİ

Dağlar  Hapishane Şarkısı – 1 Hapishane Şarkısı – 3 Hapishane Şarkısı – 5  İstek Kıyamadığım Kız Kaçıran Koşma Leylim Ley  Öyle Günler Gördüm ki Ruhumun Dalgaları Son Mektup Yetmez mi?

BESTELENEN ŞİİRLERİ

   Dağlar, Sezen Aksu – Dağlardır Dağlar     Hapishane Şarkısı – 3, Ahmet Kaya – Geçmiyor Günler     Hapishane Şarkısı – 5, Edip Akbayram – Aldırma Gönül     Kara Yazı, Ahmet Kaya – Kara Yazı    Kız Kaçıran, Ahmet Kaya – Kızkaçıran    Leylim Ley, Zülfü Livaneli – Leylim Ley

Kategoriler:   Biyografi