Menü

SAİT FAİK ABASIYANIK / Önder ŞENYAPILI

 

(1906-1954)

Orta öğretim edebiyat kitaplarımı saklamış olsaydım, Sait Faik’in “Hişt, hişt” adlı öyküsünü hangi sınıfta okuduğumu kolayca saptayabilirdim. Demek istiyorum ki, Sait Faik öyküsü ile hangi sınıfta/hangi yaşta tanıştığımı kesin olarak anımsamıyorum. Sait Faik’in okuduğum ilk kitabı hangisiydi, onu da anımsamıyorum. Anımsadığım, Sait Faik öykülerini zevk duyarak okuduğum, elimden bırakamadığım. Kitaplarını Varlık yayınevi basıyordu. Beni ve benim kuşağımın okurlarını birçok yerli ve yabancı yazarla tanıştıran yayıneviydi Varlık.

Hişt, hişt” adlı öyküsünden söz etmişken, sıcağı sıcağına bir alıntı yapmak isterim. Gülüm Dağlı’dan:

“Geçen cumartesi Burgazada’ya gidenler, iskelede onları bekleyen Darüşşafakalı çocuklarla karşılaşmışlar. Ellerinde pankartlar tutuyormuş bu çocuklar. Sait Abi’lerinin öykülerinin isimlerinin yazılı olduğu pankartlar: ‘Lüzumsuz Adam’, ‘Müthiş Bir Tren’, ‘Semaver’, ‘Mahkeme Kapısı’ gibi… Sait Faik Müzesi’nin açılışı için şenlik havası yaratmışlar Burgazada’da. 300 kişiye varan kalabalık, yazarın müzeye çevrilen evine kadar ‘Hişt! Hişt!’ diye seslenerek yürümüş. Bilmeyenlere söyleyelim; ‘Hişt! Hişt!’, Sait Faik’in öykülerinden birinin adı. O öyküde der ki, ‘Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.’” (Gülüm Dağlı: “Balıkları Öpen Adam: Sait Faik Abasıyanık” Milliyet,19 Mayıs 2013)

“Sait Faik’in ‘hişt’ sesini konuştuk Vedat Hoca’yla… Ve o sesin kesildiği ölüm anını… Seksen sekizindeki Vedat Hoca, hayalindeki ölümü “Atlantik’te balıklara yem olmak” şeklinde tasvir ederken gözlerinde on sekizlik bir delikanlı gülümsüyordu.

Yalnızlıkla ilgili bir yazınızda, “Bir `hişt!’ sesidir, nereden gelirse gelsin insanı ayakta tutan” diyorsunuz. Sait Faik’in hasret gittiği o sesi siz hep duydunuz değil mi?

— Duydum ve duymaktayım. Ben o sese yapıştım kaldım. Hiç ara vermeden o sesi duyuyorum.

— Onu biraz anlatır mısınız?

— Benim insan sevgisine, sıcaklığına olan susuzluğumu dile getiren bir çağrıdır o. Sait Faik, orta halli, ezilmiş, zavallı insanlara sesini duyurmak ve onların sesini duymak istiyordu. Benim istediğim de benzer bir yaklaşımla horlanmış, zavallı, bir köşeye atılmış, işlendiği takdirde pırlanta olabilecek insanlara seslenmek ve onların sesini duymak…” (Filiz Aygündüz: “Vedat Günyol: ‘Atlantik’te ölmek istiyorum!”, Milliyet, 6 Haziran 1999)

Sait Faik Müzesi

ve yonutu

Sait Faik Müzesi, bilmeyenler için bildirmeli, yazarın yaşadığı köşk. Babası Mehmet Faik Bey 1939 yılında öldükten sonra annesi Makbule Hanım bu köşkte yaşamaya başlamış. Daha doğrusu, yazları Şişli’de, kışları bu köşkte oturuyormuş. Oğlu da ona uymuş. Sait Faik, özellikle son 10 yılını bu evde geçirmiş. Yazarın ölümünden sonra Makbule Hanım köşkü müzeye dönüştürülmesi koşuluyla (varlıklarının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını da) Darüşşafaka’ya devretmiş. 1964 yılından bu yana köşkün, daha doğru deyişle müzenin bakım ve onarımını da Darüşşafaka yapıyor. Nitekim 2009’da müze bakıma alınmış ve yaklaşık 4 yıl kapalı kaldıktan sonra 2013 yılında yeniden ziyarete açılmıştır. Gülüm Dağlı’nın anlattığı Darüşşafakalı çocukların Burgazada iskelesinde gelenleri Sait Faik öykülerinin adlarının yazılı olduğu pankartlarla karşılamaları, müzenin yeniden açılışı dolayısıyla…

Sait Faik Adapazarı’nda ailesi ile…

ve annesi Makbule Hanım ile birlikte

Sait Faik Adapazarı doğumlu. Babası ve amcası Adapazarı Belediye Başkanı olarak görev yapmışlar. Doğduğunda Mehmet Sait adını vermişler. Mehmet ‘büyük dedesinin adı’ymış. Sait adı Ramazan Bayramının ilk günü doğduğu için verilmiş. (TDK Sözlük’üne göre, sait, “1. Kutlu, uğurlu. 2. İbadet etmiş, Tanrıya karşı görevini yapmış kimse” demek.).

Sonraları, Sait adının yerine babasının adı olan Faik’i kullanmaya başlar. Aile ‘Abasızzadeler’ ya da ‘Abasızoğulları’ olarak bilindiği için Soyadı Yasası çıkınca ‘Abasıyanık’ soyadını alır. Ya da bu soyadını hazır bulurlar.

Yıllar sonra Sait Faik’în amcası Ahmet Faik’in oğlu Mustafa Raşit Abasıyanık, soyadının nasıl alındığını Adnan Özyalçıner’e anlatmıştır:

“Sait Faik’in dedesinin babası, zamanında celepcilik yaparmış. Hayvan alıp satarmış. Bu hayvanları genellikle körfezden, karşı yakadan, yani Karamürsel’den ve o yörelerden İzmit’e takalarla getirirlermiş. Hayvanları oraya çıkartırlar ve oralarda pazarlarlarmış.

Gene bir seferinde bu takayla İzmit tarafına geçerlerken, Sait Faik’in dedesi Mehmet’in üzerindeki aba suya düşmüş. Ve o suya düşüş olayından sonra arkadaşları ‘aaa… Abasız…’ demişler. Bu abasız lakabı bu olaydan kaynaklanıyor. Soyadı Kanununa göre soyadı alıncaya değin bize Adapazarı’nda ‘Abasızzadeler’ derlermiş. Ancak babam Soyadı Kanunu çıktığında, soyadı almak için kütüğü incelediğinde ‘Abasıyanık’ yazılı olduğunu görmüş ve soyadımız o şekilde tescil edilmiş. Ama esası ‘Abasız’dır, ‘Abasızlar’ derler bize. Sait Faik de ‘Abasızın Sait Faik’ olarak Soyadı Kanununa kadar gelmiştir. Olayın aslı budur.” (Adnan Özyalçıner: “Raşit Abasıyanık, Sait Faik’i anlattı: Adapazarlı Sait Faik, Sanat Olayı, sayı: 8, Ağustos 1091, s. 90-94)

İlköğrenimini Adapazarı’nda tamamlar. Okulda “Abasızın Mançuko” diye çağrılırmış arkadaşlarınca. Sait Faik çok kızarmış. Raşit AbasıyanıkMançuko’nun ne anlama geldiğini bilmediğini söylüyor.

Aile 1926 yılında İstanbul’a taşınır. Sait İstanbul Erkek Lisesi öğrencisi olursa da, Arapça öğretmeni Seyit Salih Efendi’nin sandalyesine iğne koyma kabahati dolayısıyla 41 arkadaşıyla birlikte Bursa Erkek Lisesin sürülür. İlk öyküsünü de Bursa’da yazar.

“İstanbul’da ilk oturdukları yer.. — Bu pek yazılmamıştır, ve bir öyküsünde oradan söz eder. – Sülaymaniye’de Kirazlımescit diye bir yer vardır. Bu Kirazlımescit’te bir de kemer vardır… Kemer’i biraz geçtikten sonra bir eve yerleşirler önceleri. O eve geçtikten sonra Sait Faik, İstanbul Sultanisi’ne (İstanbul Erkek Lisesi) kaydolur ve yarım kalan öğrenimini gene herkesçe bilindiği gibi bir iğne olayı nedeniyle okul toptan Bursa Lisesine sürgün edilir.” (A. Özyalçıner: a.g.e)

                        

                         

İlk öyküsü “İpekli Mendil”i Bursa’da yazar ve arkası gelir. 12 kitabı yayımlanır. Saymışlar: 12 kitapta 171 öyküsü yer alıyormuş. İlk kitabı ‘Semaver’dir. 1936 yılında yayımlanır. Bu kitap hakkında Peyami Safa “”mahzun ve sevimli bir çocuğun kekelemesi vardı. Hikayeleri, bir sigara paketinin arkasına acele çizilmiş krokiler gibi “nâtamamdı” der.

Üç yıl sonra “Sarnıç” yayımlanır,

“Yıl 1939 filan… Dünyanın bu yüzyılın ilk yarısında ikinci kez aklını kaybetmesine, o azgın savaşın başlamasına mek parmak kalmış.

Sait ikinci kitabını bastıracak. Sarnıç’ı.

Çığır kitabevi ile anlaşmış. Galiba elli panganotu da peşin almış. (…)

1930’larda Babıâli’de karnını doyurmak her babayiğitin harcı değil. Bereket Sait’in aile fırını has ekmek veriyor. Adapazarlı kahveci Sait Ağa’nın torunu ve keresteci Mehmet Faik Bey’in oğlu, 16 hikâye için en azından üç yıl uğraştıktan sonra tümünü elli kâğıda verebiliyor.” (Sadun Tanju: Eski Dostlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s.46-47)

“Sait’in aile fırını” anlatımından anlaşılması gereken nedir diye merak edilirse, şudur:

“Sait Faik, öteki yazarlara kıyasla, çok talihliydi. Geçim derdi yoktu. Ekmek parası kazanmak için didinip durmak zorunda değildi. Annesi ona her gün belirli bir harçlık verirdi. İçki dışında hiçbir lüksü olmadığından, o parayla rahat idare ederdi. Böyle bir annesi olması, onun için de, bizler için de bir nimetti. Yoksa, küçük bir çocuk kadar savunmasız olan Sait, yaşam kavgası denilen o kepaze felâket içinde hebâ olup gidecek ya az sayıda ya da hiç öykü yazamayacaktı.” (Mîna Urgan: Bir Dinazorun Anıları, YKY, 1998, s. 232-234)

Dönelim ikinci kitaba: “Sarnıç” için Peyami Safa bir methiye yazmıştır:

“Bizden sonraki edebiyat gençliği, Sabahaddin Ali ve Said Faik adlı iki yaman hikâyeci peydahladı. Hiç şüphe yok, bu iki isim, yeni Türk hikâyeciliğinin baş sedirinde oturuyor. (…) Bu makalemde Said Faik’in yeni çıkan “Sarnıç” adlı kitabındaki hikâyeleri sevgiyle kucaklamak istiyorum.

Kitabın başındaki “Sarnıç” hikâyesi, eğer benim anladığım manâda seçilerek başa konmuşsa, muharririn tercihiyle bizim kendisi üstündeki hükmümüz arasında ahenk tesisine yarayan en tipik eserlerinden biri olarak yoklanmağa değer. Nedir bu hikâye?” diye soran Peyami Safa, öyküden alıntılarla uzun uzun öyküyü çözümlüyor, ve Sait Faik hakkında yargısını açıklıyor:

“İnsan ve san’atkâr, bütün Said Faik, bu hikâyenin içindedir. Bir zamanlar içine dalıp çıktığı burjuva kalıplarıyla bağdaşamıyan ve onlardan bucak bucak kaçan, tatlı iştahları ve küçük emelleriyle baş başa kalmışların, alçak gönüllülerin dünyasında hüznünü ve aşkını dolaştıran, ancak bütün hürriyetini iddiasızlığında bulanlarla haşır neşir olan, adımları gevşek, düğmeleri çözük, iradesi pelteleşmiş, başıboş ve içi dolu, serkeş, hülyalı ve avare insan; bu alçak gönüllüler dünyasının belli belirsiz intibalarını ve hatıralarını, sayıklar gibi insicamsız, fakat sayıklar gibi serbest bir rüya şiirinin olanca güzelliğiyle doldurarak hikâye eden, savruk, düğmeleri çözük, pelteleşmiş ve başı bozuk bir üslûb sahibi, yazıda da bütün burjuva kalıplarından nefretini belli eden, serdengeçti, meczub ve dalgın san’atkâr.

Onun hiçbir hikâyesinde muayyen vak’a, tahlil, tip, karakter aramayınız. Onun her hikâyesi bir hatıralar sarnıcına rasgele daldırılmış bir avucdur. (…)

… büyük san’atkâr dokuması taşıyan her muharrir gibi, Said Faik de kendi haline bırakılmalı. Ona hikâyenin, tahkiyenin, lisanın, üslûbun şüpheli kanunlarını ve şemalarını zorla kabul ettirmeğe çalışmayacağız; (…) Şimdilik biraz kirli ve donuk camından harikulâde parıltılarını ve renklerini seyrettiğimiz bu akvaryum âlemi, derin bir hatıralar sarnıcında kımıldayan gölgelerden başka bir şey aksettirmiyor; fakat bu kadarı bile Said Faik ismini yoksul edebiyat tarihimizde ebedîleştirmeğe yetecek büyük kıymetlerle dolu.” (Peyami Safa: “Said Faik’in Hikâyeleri”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 1939)

Sait Faik’in üslûbunun ‘savrukluğu’ndan sadece Peyami Safa söz etmiş değil. Başka ‘eleştiriler’de de değiniliyor. Yaprak gazetesinin 19. sayısında Sait Faik’in yayımlanan yeni kitabını tanıtmak için yazan Orhan Veli der ki:

“Gerçi Sait’i sevenler, beğenenler çoktur; bununla beraber sevmiyenler, beğenmiyenler de yok değildir. Mesela derler ki: ‘Çok savruk. Yazdığı okunmuyor. Bir yazar, okuyucunun karşısına çıkarken, kendisine biraz çeki düzen verir. Okuyucuya biraz saygı gösterir. Mecburdur buna.’ Sait Faik için söylenen sözlerin, daha doğrusu kötülemek için söylenen sözlerin galiba en haklısı bu. O savrukluğu Sait’de zaman zaman ben de görüyorum. Bir cümlesini anlayabilmek için uzun uzun düşündüğüm oluyor; ‘Şu cümleyi şöyle kursaydı daha iyi ederdi” dediğim oluyor. Oluyor ya, bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını. Bir sanatkâra, fesli redingotlu Babıâli dilinin yakışmıyacağını anlamış bir yazar. Bir sanatkârın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum. O, dili, tadı, tuzu kalmamış beylik kalıplardan kurtarmıya çalışıyor. Kelimelerle değil de halk dilindeki cümle oyunlarıyla, türlü evirip çevirmelerle zenginleşmeye çalışıyor. Ama bunu her zaman beceremiyormuş, ne yapalım? O da bana kaç defa çıkışmıştır. ‘Böyle kelime kullanılır mı? Böyle Türkçe yazılır mı?’ diye. Çoğu zaman hakkı da vardır.” (Orhan Veli Kanık: “Sait Faik İçin”, Yaprak, sayı:19, 1 Şubat 1950)

Nurullah Ataç ve Memet Fuat da Sait Faik’ten yanadırlar. Daha doğrusu, Memet Fuat, Ataç’ın bir yazısından yola çıkarak Sait Faik’in ‘savrukluğu’nu olumlar:

“Evet, dil çok önemlidir, her yazar dilini iyi bilmelidir, yanlışsız yazmalıdır. Çok doğru. Ama bir yazarın başarısı buna bağlı değildir. Örnek: Sait Faik.

‘Dilbilgisi’ ile ‘üslûp’un ayrı şeyler olduğunu, dilde sanat gücünün ikincisinde aranması gerektiğini, bu yazar üzerine düşünürken kolayca anlıyor insan. Sait Faik yanlışsısz yazmazdı, gene de bir üslûp ustasıydı.

Türk Dili dergisinin Temmuz 1952 sayısında Ataç bu yazarın bir yazısı için şöyle diyor:

Varlık’ın haziran sayısında Sait Faik’in “İki münekkit tipi” adlı bir yazısı var, okuyun onu. Buraya bir iki parçasını almak isterdim, ama doğru olmaz, bütünü güzel o yazının. Sait Faik kızmış, eleştirmecilere kızmış, söyleniyor, homurdanıyor da diyebiliriz. O kadar kızmış ki kara cümleyi unutmuş, yazısında üç türlü eleştirmeciye dokunduğu halde “İki münekkit tipi” demiş. Ama ne söylenme! Ne homurdanma!.. Dedikleri haklı mı? Bilmem orasını. Çok su götürür. Ama insan okurken Sait Faik haklı mı? Haksız mı? Düşünmüyor, bırakıveriyor kendini. Bilirsiniz, yalan söylemem ben; kıskandım Sait Faik’i, öyle bir yazı için şimdiye kadar yazdıklarımın da, bundan sonra yazacaklarımın da hepsini verebilirim.’[1]

Dediklerini doğru bulmamış pek. ‘Çok su götürür,’ diyor. Nesini kıskanmış öyleyse? Yazışını, öfkesini sözcüklere döküşünü, üslûp gücünü.

Sakın o yazı Sait Faik’in özene bezene yazdığı, dilbilgisi yönünden yanlışsız bir yazısı olmasın. Açalım Varlık dergisinin Haziran 1952 sayısını: İki Münekkit Tipi. Sait Faik. Üçüncü cümle:

‘Hepsi de kendi hallerinde, büyük büyük lâflar etmiyen, “hikâyeciliğimiz Avrupa ve Amerikadakinden hiç de aşağı değildir” diyen üç beş pek müsamahakâr münekkide aldırmadan, bu memleketin şimdiye kadar hiç sevilmemiş, ilgi görmemiş yerlerinin, insanlarının hayatiyle, olaylariyle haşır neşir…

Yazarın ‘Hepsi de’ sözcüğüyle anlatmak istediği kimseler hikâyecilerle romancılar. ‘kendi hallerinde’ olan, ‘büyük büyük lâflar etmiyen’ler de onlar. Ama, gördüğünüz gibi, ‘etmiyen’, ‘diyen’, ‘aldanmadan’ sözcükleri cümlenin anlamını bozmuş. ‘Etmiyen’, ‘diyen’le birlik olmuş, eleştirmenleri övüyor.”

Sait Faik’in yazısından başka bozuk’ tümceleri de örnekliyor ve görüşünü açıklıyor Memet Fuat:

“En küçük bir yanlışa bile katlanamayan Ataç, çok su götürür düşünceleri savunan, üstelik içinde böyle koskocaman dil yanlışları bulunan bir yazıdan söz açarken,’Öyle bir yazı için şimdiye kadar yazdıklarımın da, bundan sonra yazacaklarımın da hepsini verebilirim’ demekle çok, pek çok şey anlatıyor. (…)

Şöyle düşünelim, daha iyi: Bir dil uzmanı bir sanatçının dil yanlışlarını bulsa, o uzman o sanatçıya – dil bakımından – üstün mü görülür? Biri sanatçı, üstünlüğü üslûp alanındaki başarısında; biri uzman, üstünlüğü dilbilgisi alanındaki başarısında. Ölçüştürmek bile boş bu ikisini.” (Memet Fuat: Düşünceye Saygı, de, 1960, s.42-44)

            Sait Faik çalışma masasında

1 Haziran 1954 günlü Yeditepe’de yayımlanan
Güngör Kabakçıoğlu’nun Sait Faik deseni

Sait Faik’in taslak halindeki metinlerinde görülen bozuk tümcelerinden bile yazınsal tat alındığını savunur Selim İleri:

“Gerçek bir edebiyatsever olan Muzaffer Uyguner’in çabasıyla, Sait Faik’in dergilerde, gazetelerde kalmış röportajları, yazıları, öyküleri derlenmişti. Bunların sonuncusu, 1989’da yayımlanan Bitmemiş Senfoni’dir. Bitmemiş Senfoni, yazarın değişik yıllarda kaleme aldığı, sonradan öyküye dönüştürmek istediği, ama yarım bıraktığı, göz kamaştırıcı taslaklardan oluşuyor.

Taslak halinde metinler ama, bozuk cümlelerinden bile yazınsal tat alınıyor. Bozuk cümleler bize – belki – Sait Faik’in asıl özelliğini yansıtıyor. Ürpererek okurum. O yarım bırakış, son beş on yıldır bir kılavuz…

‘İnsanlar’ başlıklı taslakta, yazarın, plajda roman okuyan kişilerden sö açtığını sanıyorsunuz. (Acaba hangi plajdı? İstanbul, bir zamanlar, gençliğim boyunca, birbirinden öykülü plajlarla çevriliydi.) dediğim gibi, ilk izlenim, roman okuyan kişiler. Kötü romanlar, piyasa işi aşk romanları, çalakalem yazılmış macera romanları.

Bulanık; pek belli değil. Mutsuz hayatlarını mutlu bitecek aşk romanları okuyarak bezemeye çaloşıyorlar. Kadınlar. Onlara bakıyor hikâyeci. Erkeklerin akşamları yorgun argın geri döndüklerini, ‘şehir’den döndüklerini söylüyor.

Burgaz adası mı?

Erkekler savaş yıllarından kalma alışkanlıklarını – İkinci Dünya Savaşı mı? – sürdürerek, ‘gazino’ya çıkıyorlar, gazinoda bira içiyorlar. Derken akşam oluyor, akşam, yaz gecesine evriliyor.

Hikâyeci, ikinci paragrafa geçer geçmez, ‘anlatıcı’ kimliğini bir yana bırakıp, hatta önemsemeyip, belki unutarak, kendini, Sait Faik’i dışa vuruyor: ‘Güzel adam olsaydım kızlarıyla vakit geçebilirdi?’

Kimin kızları diye sormuyorum. Belki gazinodaki yorgun argın erkeklerin, belki zengin bir adamın, Ada’daki soylu bir ailenin. Bir resim gösterilir gibi olmuş; resim bizden uzaklaşmış artık. Resmi açık seçik göremediğimiz için düşlemi harekete geçirmek gerekiyor. Zaten hikâyeci için de resim birdenbire yazı dışı bırakılıyor olmalı ki, kişisel duyuşun düzemi arttırılmış. Artık kendisinden, iç dünyasından konuşacak Sait Faik.

Kimseyle arası iyi değil; plajdakileri sevmiyor; çocukları bekleyen kızları da sevmiyor. Kırık dökük sözler. Kırık dökük sözlerle örülü bu iki paragraf garip bir bir retorik örneği sayılabilir: Çok da önemli değildir kurallı cümlelerle yazmak.” (Selim İleri: a.g.k.; s. 103-104)

Konuyu farklı ele alışla değerlendirenler de var. Örneğin, bir yazısında, Sait Faik ile “İkinci Yeni” akımı arasındaki ilişkiyi/koşutluğu/benzerliği irdeleyen Alâattin Karaca, 1950’li yılları Türk şiirinde olduğu denli öyküde de büyük bir kırılmanın başladığı dönem olarak niteledikten sonra der ki:

“Bir anlamda öyküde de, İkinci Yeni şiirindeki gibi, alışılagelmiş dil, anlam ve yapı bozulmaya başlıyor. Kuşkusuz İkinci Yeni’nin şiirde yaptığını öyküde başlatanlardan biri ve en önemlisi Sait Faik. (…) kimi eleştirmenler, İkinci Yeni’nin doğuş yıllarından söz ederken Sait Faik’in benzer biçimde “Alemdağ’da Var Bir Yılan”daki (1954) öyküleriyle kendini gösterdiğinin altını çiziyorlar; dolayısıyla bu yapıtla İkinci Yeni arasındaki koşutluğa imliyorlar.[2] Daha da önemlisi, İkinci Yeni şairlerinden birkaçı Sait Faik’in kendilerini etkilediğini söylemekten kaçınmıyor; hatta Ece Ayhan daha da ileri giderek, onu ‘İkinci Yeni’nin öncüleri’ arasında sayıyor.”

Karaca, uzun ve ayrıntılı yazısında, yukarıdaki savlardan yola çıkarak Sait Faik’in şairliğini, öykülerinin İkinci Yeni Şiiriyle hangi yönlerden benzeştiğini örneklerle anlatır:

“İkinci Yeni şiiri ile Sait Faik’in öyküsünün kesiştiği en önemli noktalardan biri, bir şey söylemeyi ya da bir şey anlatmayı amaçlamamış olmalarıdır. İlhan Berk’in ‘söze dayalı şiir’ diyerek karşı çıktığı, aslında bir şey iletmeyi, anlatmayı amaçlayan şiirdir. Muzaffer İlhan Erdost da İkinci Yeni için ‘Bir Şey Söylemeyen Şiir’ der.[3] Sait Faik de sanki İkinci Yeni’nin poetik anlayışına katılıyormuşçasına ‘bir şey söylemeyen öyküler’ yazar. ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’daki ‘Öyle Bir Hikâye’, Sarmaşıklı Ev’, ‘Eftalikus’un Kahvesi’, ‘Hişt Hişt’, Dülger Balığının Ölümü’, ‘Çarşıya İnemem’, ‘Dolapdere’ ve ‘Yılan Uykusu’, belli bir konusu olmayan, bir şey anlatmayı amaçlamayan öykülere örnektir. (…) Yazar öykülerinde çarpıcı olayları veya kişileri; bir anlamda ‘sorun’ları yansıtma amacı gütmez, bilgiçlik edası içinde okuru bilinçlendirmek de değildir niyeti; aslında bunlar ilgisini de çekmez. (…)

Ancak şunu hemen belirtmeli ki, Sait Faik’in öykülerini özgün kılan asıl özellik de ‘gereksiz ya da önemsiz gibi görünen ayrıntı’lara odaklı olmalarıdır.

Sait Faik’le İkinci Yeni’yi akraba kılan ikinci özellik, yazınsal metnin önceden kurgulanmış, tasarlanmış bir yol üzerinde yürümemesi. İkinci Yeni şiirinde görülen rastlantısallık, ton dışılık (atonallik), âni sıçramalarla dizeler arasındaki anlamsal ya da sessel dizgenin dışına çıkmak, onun öykülerinde de göze çarpıyor. Böylece yazınsal metin önceden tasarlanmış bir metin olmaktan çıkarılıp, okurda doğal/doğaçlama bir metin olduğu kanısı uyandırılıyor, alışılmış ritmik tonalite bozularak okuyucu hap uyanık tutuluyor; alışılmış algılama tarzı ters yüz edilerek zihinsel rehavete kapılan edilgen okur sarsılıyor. (…) Oysa bir Ömer Seyfettin, bir Refik Halit, bir Sabahattin Ali öyküsünde bu şaşırtmacalara, âni sıçrayışlara, yol değiştirmeye rastlanmaz. Öykünün başlangıcında akış yönü belli olur ve bu akış yönünden asla sapmadan, belli bir ritimle belli birsona doğru çizgisel biçimde ilerlenir.

Sait Faik’le İkinci Yeni şairlerini akraba kılan üçüncü özellik, Gerçeküstücü eğilimleridir. Akıl ve mantık kurallarını alt üst etmek, bu kuralların dışına çıkmak ve Gerçeküstücü şair ve yazarların tavırlarını benimsemek konusunda, farklı ölçülerde olsa bile İkinci Yeni şairleri birleşiyorlar. Hatta Gerçeküstücülüğün ilk etkileri, ilkin 1950’li yıllarda farklı biçimlerde İkinci Yeni şairleri üzerinde kendisini gösteriyor. Aynı yıllarda Sait Faik’in de öyküde Gerçeküstücü anlayışa uygun ürünler verdiği dikkati çekmektedir. (…) Alemdağ’da Var Bir Yılan’da, öykü kahramanı ve Panço’nun keklik, tavşan ve futbol maçı yapmaları, yılanla öykü kahramanının kaleci oluşu; [4] {Aynı kitapta yer alan} Yılan Uykusu’ndaki ‘Birdenbire bulunduğumuz odanın kapısı açılıverdi. İçeriye rüzgâr girdi. Soğukla beraber yapraklarını dökmüş bir ağaç girdi. Ağacın arkasından duman, dumanın arkasından bir kuş, kuşun arkasından bir bulut girdi.” (…)

Sait Faik’le İkinci Yeni şairlerini buluşturan dördüncü nokta:Düzyazı şiir. (…) Yazarın son yapıtındaki ‘Çarşıya İnemem’, ‘Dolapdere’, hatta ‘Yılan Uykusu’ öyküden çok düzyazı şiire yakın duruyor. Bu da Sait Faik’le İkinci Yeni şairlerini düzyazı şiir bağlamında ortak bir poetik alanda buluşturuyor. Aslında yazarın bütün öykülerinde bir şiir dili hep öne çıkmıştır. (…) O, Burhan Arpad’ın deyişiyle ‘Hikâye gibi şiir yazacağı yerde, şiir gibi hikâye’ler[5] yazmıştır. Örneğin ‘Yalnızlığın Yarattığı İnsan’daki şu parça, bir düzyazı şiir değil de nedir?

“Kaybetmeden bulamadığımız; bilemedin kaldır vur! Pencereden kim baktı? Neden baktı? Kapa gözlerini, kapa. Ellerin büyüyor mu? Yok büyümüyor. Büyümüyor, büyümüyor, yaşasın. Ama acıyor, hayır acımıyor, yalan söyleme. Yüreğinin üstünde bir şey varmış gibi değil mi? Yalan. Mutlak bir yerde okudun. Yahut biri anlattı. Yahut aklında böyle kalmış. Yüreğinin üstünde bir şey yok. Yalnızlık. Yalnızlık güzel. Güzel değil. Kavun acısı. Kavun acısı da ne?”[6]

Bu satırlar, bize Ece Ayhan’ın Sait Faik’e niçin ‘Hayır, Sait Faik, hem de bütün boyutlarıyla bir şairdir’[7] dediğini doğruluyor. Bununla da kalmıyor; onu neden İkinci yeni’nin öncüleri arasında saydığını açıklıyor. Bu kesik kesik ve oradan orya atlayan şiir dili de Sait Faik’i İkinci Yeni’ye akraba kılıyor.

Bütün bunlar, Sait Faik’le İkinci Yeni şairlerinin aynı poetik kaynaklardan beslendiğini; otoritenin belirlediği edebiyat anlayışına, alışılagelmiş gerçek tanımına, onu yaratan dile, süregelen şiir veya öykü tekniğine karşı çıktıklarını; 1950’li yıllarda ayrı türlerde ama benzer bir değişim yarattıklarını; işte bu nedenle de ‘akraba şair’ olduklarını gösteriyor. (…) Sait Faik… başına buyruk, bir şey söylemeyen, ‘edebiyat korosu’na katılmayan yönüyle sivil, alışılagelen algılama tarzına, gerçeklik kavrayışına, öykü tekniğine ve dile karşı çıkmasıyla marijinal ve atonaldir.” (Alâattin Karaca: “İkinci Yeni ve Sait Faik”, Gösteri, sayı:286, Ocak 2007, s.20-25)

Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan”daki gerçeküstücü öyküleri yazma nedenini bir başka açıdan bakarak değerlendirir Oktay Akbal:

“Ölümünden önceki yıl içinde Sait hikâyede kuru gerçekçiliğin tadsız etkisinden usanmıştı… Yetişen genç hikâyecileri bir salgın halini alan ‘Ulan’lı hikâye anlayışından kurtarmak, onlara yeni bir yol açmak istiyordu. Bu istekle, öteden beri içinde itilişini duyduğu bazı karanlık izlenimleri ışığa çıkarmak için ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’ kitabında okuduğumuz o sürrealist denebilecek hikâyeleri yazdı. Bu çeşit hikâyelerin çevrede nasıl karşılanacağından endişe duyuyordu. Ben bunları çok beğenmiştim. Sait’in sanatında yeni bir çağın başladığını sezmiştim. Ama onu fazla övmeğe gelmezdi. Alay ediyorsun sanırdı. Sanatından bahsederken ölçülü, dikkatli olmak gerekti. Sonra, mart içinde bir gün Konak Otelinin arka masalarından birinde ‘Kalinikhta’yı okudu. ‘Nedir bu demişti, hikâye mi, şiir mi, deneme mi?’ ‘Ne olursa olsun, önemli olan güzel olması’ diye cevap verdiğimi hatırlıyorum. ‘Kalinikhta’ güzel dünyamıza, her şeye rağmen vazgeçilmez hayatımıza, çevremizdeki insanlara büyük bir duygu ve hayâl adamının bir ayrılış bildirisi gibiydi. Büyük bir yazar, şarkılarını söylediği insanoğullarının yücesine çıkmış, yeryüzü üstünde parçalanmış, bütün insanlara dağılmıştı. ‘Benden de bir kalinikhta sana Panco’ derken sanki hepimize son defa Allahaısmarladık der gibiydi.” (Oktay Akbal: Şair Dostlarım, varlık, 1997, s.15-16)

Sözü ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’a getirmişken, bu kitapta yer alan bir öyküsünü iki kez yazdığını ve iki ayrı kitabına aldığından yola çıkarak Selim İleri’nin söylediklerine kulak verelim:

“… Sait Faik, önce ‘İki Kişiye Bir Hikâye’yi yazmış; sonra da hikâyesini kaybetmiş, oturmuş bir kez daha yazmış, ‘Ermeni Balıkçı ile Topal Martı’ adını takmış. Bu ikincisini Mahalle Kahvesi’nde yayımlamış. İlkini bulmuş, onu da Alemdağ’da Var Bir Yılan’a almış. Hangisi daha etkileyici, kestiremiyorsunuz.

Ermeni balıkçıyla topal martının dostluklarını, yoldaşlıklarını, kader birliğine varışlarını anlatan bu içli hikâye(ler), İstanbul’un bir zamanki kirlenmemiş denizlerinde geçer. Adalar’ın denizinde. Sait Faik sorar:

‘Neden Topal diyorsun Varbet?’

Varbet, ilk yazılışta, Barba’dır. Barba der ki:

‘Topaldır da ondan. İyi bak, bir bacağı yoktur.’

Ne olmuş bacağına?’

‘Bilmem. Belki denizin dibinden bir canavar gelip kaptı. Belki anadan doğma öyledir. Belki daha yavru iken, bir insanoğlu yavrusunun eline düşmüştür, bilinmez.’

Topal martı balıkçının kılavuzudur; âdeta birlikte avlanırlar. Sonra rüzgâr, denizin ortasına, ‘bir kara kokusu’ getirir. Sonra ‘bozulmaya başlayan bir karpuz kokusu’ etrafı sarar. Uzaktan Kınalı görünür. ‘Kırmızı toprağı da gördün mü?’ Her iki yazılışta da topal martının öyküsü uçsuz bucaksız şiire açılır.” (Selim İleri: İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!.., doğan kitap, 2008, s.30-31)

Behçet Necatigil, iki ayrı yazısında Sait Faik’in öykülerini inceler. Yazılarından biri “Sait Faik’in Kahramanlarında Kılık ve Ruh”, öteki “Sait Faik’te Tabiat” başlığını taşır.

“Sait Faik’in Kahramanlarında Kılık ve Ruh”u inceleyen yazısında, Necatigil, yazarın ilk ve son öykülerinden ikisinin baş bölümlerini alıntılar. Bu iki öyküden birincisi, Sait Faik’in ilk basımı 1936 yılında yapılan “Semaver” kitabında yer alan “Meserret Kahvesi”, ikincisi yazarın sağlığında Varlık dergisinde yayımlayabildiği son öyküsü “Az Şekerli”dir. “Az Şekerli”, Varlık derginin Mayıs 1954 sayısında yayımlanmıştır. 22 yıllık edebiyat yaşamının başında ve sonunda yazmış olduğu bu iki öykünün alıntılanan bölümleri, Necatigil’e göre, “Kanaatimce Sait Faik’in bütün sanat çalışmalarına hâkim olmuş, onun bütün hikâyelerine çok belli veya gizli bir damga gibi vurulmuştur.” Şöyle açıklar Necatigil:

“ ‘Meserret Oteli’nde önce yüzü görülmeyen bir arabacının sırtı; bir muşambaya, bir abya ve bir yamçıya bürünmüş, rüzgârlı, kalın, geniş sırt; hayalde bir kürek mahkûmunun kül rengi kafasını, bir kürek mahkûmunun gözlerini, bir kaatil diriliğini tedai ettiriyor. Yani burada arabacının, kendini olduğundan başka türlü gösterişi değil de, onu, yerine oturmuş durumda, arkadan gören bir kimsenin, yanlış tahminlere açılışıdır bahis konusu. Bir başka ifâde ile, burada, kılığın, dışın, eksik ve az ışıklı bir açıdan, içi yanlış aksettirişi karşısındayız. Aslında munis, cana yakın olan; bir müddet için haşin, yadırgatıcı görünüyor. Eski bir mahkûm, bir kaatil vehmi; yerini çok geçmeden, on üç yaşında güzel bir köylü çocuğuna bırakıyor. Bu örnekte hikâyeci; bizden, dıştan içe, kalıptan ruha nüfuz, görünüşe aldanmamak anlayışı bekler.

‘Az Şekerli’ hikâyesinde ise durum biraz değişik: On yedi, on sekiz yaşlarında gözüken delikanlı, kendisini daha yaşlı, daha erkek göstermek sevdasındadır. Kahve halkının gözüne eski bir kahve kurdu gibi görünmek veya haliyle tavrıyla hiç değilse kahvelerde oturabilecek yaşta olduğunu, yadırganmaması gerektiğini onlara kabul ettirmek istiyor. Hareketlerine, çehresine yamadığı zoraki büyüklüğü, kaş çatıklığı, dişlerini sıkması, bir mehabet maskesine bürünmesi; aradığı, muhtaç olduğu iç kesafetini itibarı, ağırlığı, kendine güven duygusunu mübalâğalı ve sahte bir kılıkla yaratmaya çalışmaktadır.

Bu iki hikâye başlangıcından hareketle Sait Faik’in kahramanlarında dış ve iç, görünüş ve öz meselesini düşünmek; bu iki girişi onun bütün sanat faaliyetlerine teşmil etmek; bence pek de yanlış olmasa gerek. Hikâyelerindeki şahıslar, biraz da kendisi gibi, kılıklarına aykırı bir ruh sahibidirler. Sert, aksi, donuk, nüfuz edilemez görünmek isterler; ruhlarının derinliklerinde ise çocukluğu, temizliği, yakınlığı saklarlar. Çok kere huysuzluğu, nobranlığı, şirretliği, ataklığı ve küfürü erkekliğin şanından sayarlar; ama dikkatli bir göz bir küçük hareketlerinden, az ilerde söyleyecekleri bir sözden onların aslında hiç de öyle olmadıklarını anlayabilir. İkinci hikâyedeki, kahveye gelen delikanlı gibi sinirli oluşları, başka türlü görünmek isteyişleri; içlerini kasıp kavuran fırtınalar, açılamayışlar, çokluk dışa vuramadıkları bunalışlar yüzündendir. Bu kahramanlar ya kurdukları hayaller, ele geçiremedikleri haklar peşinde haşin, geveze, farfaracı ya da kaderlerine razı, sessizdirler. Kaba, şaşırtıcı, kırıcı bir davranışın altında iç dramları; en ufak bir ilgi ve muhabbete, yaklaşmaya candan teslimiyeti ifade eder.” (Varlık, sayı:413, 1 Atalık 1954)

Necatigil’in “Sait Faik’te Tabiat” yazısı, kökende 11 Mayıs 1958’de Adapazarı’nda okunan bir metin. Yazar, Sait Faik öykülerinin ağırlık noktasının ilk bakışta insanın toplum içindeki değer ve değersizliğine dayandığını belirttikten sonra, der ki:

Sarnıç’ın daha ilk hikâyesindeki: ‘Tabiat çırılçıplak, hattâ zelzelesi, fırtınasıyla bile güzel, özlenir bir şey!’ cümlesi; bunaldıkça kendini insansız köşelere atacak olan Sait Faik’in kurtarıcı cümlesi halinde son hikâyelerine kadar ona ışık tutacaktır. (…)

Kendi hürriyetini, maddî imkânlarını kendi dileğiyle reddetmiş, sevdiği orta ve yoksul tabaka insanları arasında o insanlardan biri olarak kalmayı insanlığının icabı saymış, bu yüzden sevgili İstanbul’unda İstanbul sürgünü olarak yaşamış Sait Faik; şehirden kıra, denize, tabiata kaçtığı zaman esirlikten, utançlardan, üzüntüden hürlüğe, asudeliğe geçer; gürültü yerine sessizlik, beden yerine ruh!(…)

Sarnıç’taki ‘Park’ hikâyesinin de şahitliğiyle Sait Faik’in yalnız şehir dışımda değil, şehir içinde de tabiat köşeleri ve yalnızlığı aradığı görülür.

Sait Faik tenha tabiat köşelerinin, denizin hayranı olduğu kadar kuşları, balıkları, kedileri, köpekleri de sever. Havuz Başı’nda edebiyatımızın bıldırcınlar üzerine en güzel övgüsü ‘Bir Sonbahar Akşamı’ hikâyesini hatırlayalım. … ‘Ben serçeleri de, atmacaları, saka, florya, isketeleri de severim’ diyen yazar, hikâyenin sonunda: ‘Bir adamın bıldırcınları iplere dizmiş götürdüğünü gördüğüm zaman içimde ürpertiler belirir’ cümlesiyle Son Kuşlar’ın ilk hikâyesine bir köprü kurmuş, kuşları öldürenlere karşı olanca isyan ve hıncı ile kuş sevgisinin özlü tohumları ‘Son Kuşlar’ hikâyesinde kuvvetle yeşertmişti. (…)

Konstantin Efendi adında birisini, kuş canavarı hüviyetiyle hikâyeciliğimizin en taş kalpli tiplerinden biri olarak donduran ‘Son Kuşlar’ hikâyesi sonlara doğru Ada’nın yol kenarlarından sökülmüş yeşilliklere yakılan bir ağıt hüznüne bürünür. (…)

Sait Faik’in en güzel ve mânâlı benzetmelerinden birini yaparak, ‘toprak anamızın koyu yeşil saçları’ dediği çimenlere olan sevgisinde de yine onun tabiata bağlılığını görürüz. (…)

Kuşlar gibi keza tabiatın canlı güzellikleri olan kedileri (‘Semaver’, ‘Bir Kıyının Dört Hikâyesi’), köpeklerle dostluğu (‘Havuz Başı’, ‘Serseri Çocukla Köpek’), balıkları (‘Mahalle Kahvesi’, ‘Sinağrit Baba’, ‘Alemdağ’da Var Bir Yılan’, ‘Dülger Balığının Ölümü’) o kadar güzel, o kadar yeni anlatan Sait Faik’in tabiat sevgisi ve hayranlığını en kuvvetli şekliyle Son Kuşlar’daki deniz, ada, kıyı hikâyelerinde bulabiliriz. (…)

Sait Faik’in insanları; yanına katacağımız kırları, denizleri, tabiat köşeleri ve hayvanlarıyla, dünyayı bölünmez bir bütün olarak gördüğü; yaşama da bütün güzelliklerin hakkını vermek istediği sonucuna varıyoruz.”

Kimi kaynaklarda, Sait Faik’in iktisat öğrenimi görmesi için İsviçre’ye Lozan kentine gönderildiği bilgisi yer alıyor. Kenti sevmediği için Lozan’a gittikten 15 gün sonra Grenoble’a geçtiği, orada Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesine yazıldığı anlatılıyor. Sait Faik’in amcaoğlu Raşit Abasıyanık, bu konuyu da aydınlatır:

“Bu nokta önemli. Birçok yazar onun İsviçre’ye, Lozan’a iktisat öğrenimi yapmaya gittiğini söyler. Şimdi bizim elimizde yazışmalar var. Belki, bilemiyorum, İsviçre üzerinden Fransa’ya gitti. Onu bilemem. Ama Sait Faik’in iktisat öğrenimi için Lozan’a gittiğine dair benim hiçbir bilgim yok. Önce Grenoble’a gider, Şampolyon Lisesinde Fransızca öğrenmeye başlar. 17.11.1930’larda. Bu Şampolyon Lisesini bitirdikten sonra Grenoble’da Edebiyat Fakültesine yazılır. Onu da bir kartıyla bize bildirir. Orada Edebiyat Fakültesini sanırım dört sömestre izler, ama okulu bitirmez. Bitirmeyişinin kendisinde bıraktığı olumsuz etkileri ilerde sırası geldiğince anlatmıştır. Şimdi İsviçre hikâyesine gelelim; babam o zaman amcamla ortak iş yapardı. Babam sık sık Avrupa’ya gider, İtalya’ya gider, İsviçre’ye geçerdi. İsviçre’de Sait Faik’le buluşurlardı. Bakın burda babamın bir kartı var. ‘Arabayla İsviçre hududuna kadar bir gezinti hatırası. Ahmet Faik. Sait yine yerine döndü.’

‘Yerine döndü’ dediği, Grenoble’a dönmüştür. Bu bakımdan bu konu yanlış yorumlanabiliyor. Yani Sait Faik İsviçre’ye iktisat öğrenimi yapmaya gitmiş de becerememiş gibi bir şey… bir kere Sait Faik dışarıya çıktığında, tam olarak dil bilmiyor. Yani Fransızcayı Şampolyon Lisesine kaydolarak öğrenmiştir. Dil bilmeden İsviçre’de iktisat öğrenimi yapması olanaksızdır.

İsviçre’de okumuşluğu yok, buluşmaları var babamla. Babamla İsviçre’de buluşurlar. Milano’da buluşurlar, bu tür… Babam yurt dışında olduğunda, onu çağırıyor, o neredeyse oraya geliyor, birlikte birkaç gün geçiriyorlar, öyle yani… İsviçre hikâyesi bu…” (Adnan Özyalçıner: a.g.y.)

1934 yılında İstanbul’a döner Sait Faik. Öğretmen olur ama, derslerine geç kaldığı gerekçesiyle maaşından kesinti yapılınca öğretmenliği de bırakır. Babası toptan tahıl alım satımı yapmak üzere oğluna bir dükkân açarsa da, 6 ay sonra bu işi de bırakır.

Samet Ağaoğlu başarısızlıkla sonuçlanan girişimi şöyle değerlendirir:

“Okumaması babasının büyük derdi oldu. Başka bir kaygu da beraber belirdi. Oğlu kendisinden sonra bırakacağı malları ve işi yürütmeğe hevesli gözükmüyor. O halde bu gezmeden, kitaptan, yazıdan başını kaldırmayan genci ticaret hâyıhuyuna zorla itmeli. Hikâyecinin ismi böylece Balık Pazarı’nda küçük bir büronun tabelasına komisyoncu olarak yazıldı. Baba için hazin deneme, oğlu için bir perdelik komedya!

Büro sabahtan akşama ticaretten başka her konuda bol bol gevezelik eden arkadaşların buluşma yeri. Müşteriler geliyor, şunu bunu istiyorlardı. Bunlarla mı uğraşacak? Hepsini rakip komşularına yollayarak bir dakikalığına kestiği sohbete yine dalıyor. Akşamları da kepenk erkenden iniyor, bir solukta Beyoğlu.

Birkaç ay geçmeden ismi tabeladan silindi, perde, bazı iç organlar hasta, sinirler yorgun, kapandı.” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe, YKY, 2013, s.71)

Olayı, bir de Raşit Abasıyanık’tan dinleyelim:

“Sait Faik’in bu ticaret öyküsü çok yaygın. Bilinen bir olay. Sait Faik, Fransa’dan döndükten sonra bir süre bir Ermeni lisesinde öğretmenlik yapar. Eline geçen para çok komik bir paradır. Babası kendisine çok kızar ve ‘Ulan bu parayla çalışılmaz,’ der, ‘ben sana bir iş bulayım.’ Amcam, ticari hayatta çok başarılı olmuş ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç yıllarına değin kendi alanında iyi iş yapmış bir kişidir. Bir öğretmenlikten alınan para komik görünmektedir ona. Abime (Sait Faik’e) Balıkpazarı’nda zahire alım satımı yapmak için bir dükkân açar. Sermayeyi de kendisi verir. Bir de ortağı vardır yanında. Sait Faik Müzesi’nde gözlü, tahta bir masa vardır. Bu masa, İstanbul Balıkpazarı’ndaki zahire ticarethanesinde kullanılmış olan iş masasıdır. Kendisinin o zaman lastik bir mühürü vardır., Mehmet Sait Abasıyanık, Zahire Tüccarı, İstanbul, Balıkpazarı, Numara… Şöyle beyzi bir lastik mühür. Ama Sait Faik yapısal özellikleri yönünden böyle bir masanın başında oturup da fasulye gibi, nohut gibi şeyleri alıp satacak yaratılışta bir insan değildi. Sait Faik, bırakırdı ortağına dükkânın idaresini ve kendisi kendi yaşamını, kendi gönlünce sürdürürdü. Bir gün amcam, ‘bu oğlan ne yapıyor acaba,’ diyerek gider dükkâna. Ortağı oturmaktadır masanın başında. Kendisine sorar, ‘mallar nerede,’ der. O da ezile büzüle ‘yukarda,’ der. Amcam yukarı çıkar; ne mal vardır, ne de başka bir şey… Adam satmış savmış paraları da cebe indirmiş. Sait? Ortada yok Sait… Tabii amcam akşama eve gelince bir patırtı, bir gürültü… ‘defolun,’ der ve ticarethaneyi kapattırır. Sait Faik de bir öyküsünde bunu nefis bir şekilde anlatır.” (a.g.y.)

Sait Faik’in nasıl biri olduğunu, nasıl göründüğünü, gülüşünü, özetle görünüşü ve davranışlarıyla bıraktığı izlenimi dillendirir Salâh Birsel:

“Bir balığın gözünü andıran iri patlak gözleri vardır Daha doğrusu, kendisine bakanlara bir balığı düşündürtür. Abidin Dino bir karikatüründe hanos mu, sinagrit mi, kefal mi işte onlardan birini hatırlatan bu pörtlek gözleri çok ustaca çizmiştir. Gözlerinin çevresinde – şakaklara doğru – bir takım çizgiler de vardır. Ne ki, bunlar hayatında çok güldüğünü değil, güneşe çok baktığını, bakarken de mavi gözlerini kıstığını anlatır. Yüzünün bütününden çıkan anlam ise, onun, içi tedirgin biri olduğunu otaya koyar. Sait, ‘Havada Bulut’ öyküsünde bunun, sevilmemişlerin, çok üzülmüşlerin, okumuşların tedirginliği olduğunu açıklamıştır.

Gülerken çokluk ağzını açmaz, burnundan kesik kesik ve hızlı hızlı soluklanarak güler. Bu yüzden de bu gülüşler bir otomobil tekerine hava basan pompanın hihihi-hihihi’lerini andırır. Bunu kimi zaman, eleştirilerini ya da ‘Ulan Kerata’ diye başlayan takılmalarını sulandırmak için de kullanır.

Samim Kocagöz onu şöyle anlatır: ‘Öyle çok lâf etmesini sevmezdi. Hep işlerin alayında görünürdü. Ama onun sanat üzerine konuştuğunu, dahası, bilimsel konuştuğunu yakın arkadaşları çok iyi bilirler. Ancak karşısında biri olmalıydı konuşması için. En az beş on duble bira içmeliydi.’

Bu gözleme Celâl Sılay da katılır: ‘Kant ile Comte’un övülüp yerildiği masalara gelir, lâfın en çetrefil noktasında birimizin dizine bir sille indirir: “Hadi kalk lan dolaşalım” der. Topluluktan ayrılır ayrılmaz: “Ne lâflar be! Of be, of be yahu!’ derdi. Kant’ı tanımaz mıydı? Ruhunu bellemişti onların. Sırası düşünce, bir hamlede, adamın başını döndürürdü.’ (…)

Sait’te küfürün bini bir parayadır.

‘Beyefendi’li konuşmaya başladı mı, başlamadı mı? Dikkat! Biraz sonra bu soylu sözcüklerin yerini en yakası açılmadık küfürler alacaktır. Yalnız şu da unutulmamalı; ‘Ulan kerata’ sözü onun sözlüğünde, ‘İki gözüm!’, ‘Cancağzım!’ anlamlarına gelir. Denilebilir ki, o sevmediği insanlara sövmez. Bir gün Burgaz’da Bedri Rahmi ile arkadaşlarını da pırıl pırıl kalaylamıştır. Ama bu pek nedensiz değildir. O gün plajda yüzerken dünyanın en namussuz balığı dragonya gelip Sait’i ısırmak saygısızlığında bulunmuştur. Yoo, acele etmeyin, dragonya da, Bedri Rahmi’den önce kendi payına düşeni bol bol almıştır.” (Salâh Birsel: Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, sel, 2013, s.137-139)

Burada bir parantez açıp, Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun “İstanbul Destanı” şiirinde Sait Faik’i andığı dizeleri anımsayalım:

İstanbul deyince aklıma

Sait Faik gelir
Burgaz adasında kıyıda

Bir çakıltaşı seslenir
Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
Mavi gözlü ihtiyar balıkçı gencelir, küçülür
İkisi bir boya geldiler mi Sait kesilirler.
Bütün İstanbul’u dolaşırlar el ele başbaşa
Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta
Sivriada’da da martı yumurtası toplarlar çilli çilli
Ziba mahallesinde gece yarısı…
Sabaha Galata’dan geçer yolları

Maytaba alacakları tutar kahvede
Zararsız bir deliyi:
Ula Hasan! Derler gazeteyi ters tutaysun

Çaktırmadan gazetesinin ucunu yakarlar fakirin
Sonra oturup ağlarlar.

İstanbul deyince aklıma
Sait Faik gelir
Taşında toprağında suyunda
Fakir fukaranın yanı başında
Bir kalem bir yürek bilendikçe bilenir
Kıldan ince kılıştan keskin
Hep eyiden güzelden yana
Hep kimsesizlerin

İstanbul deyince aklıma

Saidin son yılları gelir
Hey Allahım en güzel çağında Saide
Dört beş yıl ömrü kaldı denir
Sait Sait olur da nasıl dayanır
Mavi gözlü çocuk boş verir ölüm haberine
İhtiyar balıkçı pis pis düşünür
Bir zehir yeşilidir açılır
Bir yeşil ki ciğerine işler adamın
Bir yeşil ki kasıp kavurur

Küçük mavi gözlü çocu
İhtiyar balıkçı
Ve dilimize bulaşan zehir yeşili
İstanbul çalkalandıkça bu denizlerde dipdiri
Dilimiz yaşadıkça yaşasın Saidin şiiri

(Bedri Rahmi Eyüboğlu: Dol Karabakır Dol, (Baskıya haz.: Mehmet Hamdi Eyuboğlu),bilgi, 1985, s.186-187)

‘Küfür’ konusunda Oktay Akbal’ın da gözlemleri var. Önce kitaplarından tanır Sait Faik’i Oktay Akbal:

“Aradan birkaç yıl geçtikten sonra Sait’le tanıştım. Önceleri arkadaşlığımız kolay olmadı. Kimseye güveni yoktu. İçine, kendi dünyasına kapalı bir insandı. Çevresindekilerle çok samimi görünmesine, onlarla içli dışlı konuşmasına rağmen, hepsinden uzaktaydı. O kırıcı, ağır sözleri, küfürleri sanki çevresinin kabalığına, sertliğine, Zaimliğine karşı bir çeşit kabuktu. O küfürlü konuşmaları, kabaca davranışları bir savunma yerine geçiyordu. O bu savunmanın gerisinde yeryüzünün en duygulu, en düşünceli, en anlayışlı insanıydı. Ama böyle bilinmekten hoşlanmıyordu. Aşırı duyarlığını saklamak, kendini hayatın gündelik akışına, en kaba, en anlamsız bir yaşayışa bırakmak istiyordu. Bunun da, sıkıntısını duyuyordu. Hikâyeleri, hayatın bu kaba yönlerinin insanı kendi kişiliğinden uzaklaştıran etkilerini açıklayan birer belgedir. Sait Faik’le konuşmak da zordu. Hele kendisinden daha genç olanlar için. Kimimiz onunla ‘onun gibi’ konuşmak gerektiğini sanırdık. Karşılıklı küfürlü konuşmalara başlardık. Oysaki o bundan hiç hoşlanmazdı. Anlardım kırıldığını. Kimimiz terbiyeli davranmaya çalışırdık. Bu defa da o bu efendice hallere kızar, köpürürdü. Çok zordu Sait’le dostluk etmek. Hele dostu olmak, imkânsızdı. Sait’in elli yıl bile sürmeyen hayatında gerçek dostu olduğunu söyleyebilen tek kişi çıkabilir mi? Sanmıyorum. Yaratılışı bakımından o çevresinde hep aynı insanlar bulunsun istemezdi. Hattâ bazen sokak ortasında doğru-dürüst konuşurken sizi bırakır, giderdi. Sait Faik’in dost yönü bazı günlerde belirirdi. Bazı anlarında bir dostluk duygusu içinde yanardı. Bunlar kendini en güçlü veya en güçsüz duyduğu anlardı. O gün size rastlamışsa sizin dostunuzdu. Sokak sokak gezerdiniz, Gülhane Parkında aşklarını anlatırdı. Köprüde çene çalardınız, Yüksekkaldırımın arka sokaklarında birlikte dolaşırdınız, gölgeli bir kahvede sarı defterini açar, yeni yazdığı hikâyesini okurdu. Sait Faik’in bana böyle anlarından birçoğunda rastladığını sanıyorum.” (Oktay Akbal: a.g.k., s.12-13)

Sait Faik’in resmi konuşmalardan hoşlanmadığını, bir yerde uzun süre oturamadığını ve başka özeliklerini Nevzad SudiKüllük Anıları”nda anlatır. “Küllük kahvesi, Beyazıt camiinin Beyazıt’a bakan kapalı kapısı önüne yerleştirilmiş üstü mermer masalarla, bahçeyi ortasından ikiye bölen dar yolun öbür yanındaki ünlü ‘Emin Efendi’ lokantasının mutfak bölümüne bitişik, önü tümüyle cam, tek katlı limonluk benzeri bir yapıdan oluşmuştu. (…)

‘Emin Efendi lokantasının sahibi, Mahir Sönmez’di. Lokantanın adı, ‘Emin Mahir Sönmez Lokantası’ydı. (…) O dönemin ünlü kişileri, milletvekilleri, profesörler, büyük satımcılar, kökten varlıklı Babıâli yazarlarıyla onların eşliğindeki ya da asalak, sığıntı durumundaki ozanlar, yazarlar gelirlerdi Küllükteki ünlü Emin efendi lokantasına.” Diye anlattıktan sonra kahveye gelip gidenlerden söz açar.

“Öykücü-ozan Sait Faik Abasıyanık, Küllük kahvesinde şöyle bir görünür, kısa bir süre sonra sıkılır giderdi. Yazınsal söyleşilerden de pek hoşlanmazdı. Teklifli kişilerle birlikte oturmayı istemez, sizli bizli konuşmaktansa susmayı yeğlerdi. Sevdikleriyle konuşurken içten davranır, yadırganmayan sövgülerle varsıllaştırırdı konuşmasını. Ama yerinde, sırası geldiğinde yazınsal konulara ilişkin düşünülerini, görüşlerini ağırbaşlılıkla, bilgelikle açıklar, tartışırdı gerekirse. Aylaklığını, tutarsızlığını sanatçı kişiliğinin bir özelliği olarak değerlendirirdik. Sövgüleri, yergileri, sataşmaları genellikle hoş görülürdü.

Sait Faik, dilediğince, dilediği yerlerde dolaşmayı, içkiyi, balığa çıkmayı, sinema izlemeyi severdi en çok. İstanbul’un olmadık yerlerinde rastlamak olasıydı Sait Faik’e. İstiklâl Caddesinin kalabalığı içinde ürkek, aylak dolaşırken, sinema asılarını izlerken, çiçek pasajında, Abanoz sokağında, Eyüp Sultan’da, Cennet bahçesinde, pastanelerde, Sirkeci sinemalarında, köprü altında. Ondan öğrendim köprü altını sevmeyi, Köprü altında balık tutanları, yel yepelek koşuşanları, bekleme yerlerinde el ele tutuşan, birbirlerin gözlerini tutsaklayan toy tutkunları, cıvıl cıvıl ya da üzgün, başıboş köprü altı çocuklarını, dumanı üstünde vapurları, ‘Medarı Maişet’ motorlarını izlemeyi; kayıklarda kızartılan taptaze balıkları ekmek arasına kıstırıp bir baş kırmızı soğanla yemeyi.

1942-1944 yıllarında Tophane Maliye Şubesinde çalışırken çalışma saatinin bitiminden sonra da sinemalarda, tiyatrolarda denetim görevi yapardım. Çoğun Melek, Şark, Saray, Sümer, Lüks, Taksim, Lâle sinemalarıyla Ses tiyatrosunda görev almayı yeğlerdim. Gişede satışa çıkarılan biletlerin ilk sayısını yazar, giriş kapısındaki görevliyi, satılan biletlerin bir bölümünü yırtarak kapalı bir kutuya atmasını, öbür bölümünü ise izleyiciye vermesini sağlamak amacıyla göz altında tutardım. Bilet satışı bitip sinema ya da tiyatro başlayınca da gişedeki bilet koçanının son sayısını saptayarak durumu bir tutanakla belgelerdim. Bu nedenle de genellikle giriş kapısında, bilet yırtan görevlinin yanında dururdum. Doğallıkla sinema ya da tiyatro sahibine ya da yöneticisine tanınan birkaç kişiyi parasız içeriye sokabilmek ayrıcalığı bana da tanınmıştı. Sait Faik, çoğun Cumartesi ya da Pazar saat onbir gündüz gösterisine gelirdi; kimi kez de saat onsekizde, sırtında kısa, buruşuk bir yağmurluk, ensesine doğru itik dar kenarlı şapkasıyla sinema kapısı önünde görünüverirdi. Sait faik için gişeye gidip yer ayırtmazdım. Çünkü birinci yerlikteki koltuklarda sayı yoktu. İsteyen, dilediği koltuğa otururdu. O da birinciyi, hem de birincinin ön koltuklarında oturmayı severdi. Genellikle erlerin, çocukların yeğlediği bu bölümdeki ön koltukların birine kaykılarak oturur, filmi iyi ya da kötü demez ilgiyle izlerdi. Kime kez de Sabahattin Kudret Aksal, ya da tek başına ya da bir arkadaşıyla birlikte gelirdi sinemaya.” (Nevzad Sudi: Küllük Kahvesi”, Karşı yayınlar, 1997, s. 27, 29 ve 84-86)

Mücap OfluoğluBohem Günlerimiz” başlığı altında Sait Faik’i anlatır:

“O yılların ünlü tiyatro sanatçısı (değerli dostum) Nevin Akkaya’nın heykel gözlü dediği, içi yumuşak çocuksu, dışı sert görünüşlü Sait Faik, yalnız Beyoğlu’nu değil, İstanbul’un her köşesini yaşar, gözler, sonra da kimi zaman bir meyhanede ya da kır kahvesinde oturur yazardı öykülerini. Bunlar İstanbul öyküleridir, insanları İstanbul insanlarıdır. Denizin, balığın, renklerin ve İstanbul dilinin şiiridir yazdıkları.

Kızınca öyle bir küfür sallardı ki, duyan şaşırır kalırdı. Pek az başından çıkardığı fötr şapkasının geniş kenarları altına saklanır sanırdınız. Oysa Sait Faik tüm yaşamı ile apaçık ve sevgi dolu bir insandı. Yıllar yılı dostluk ettiği içkiden, sağlığının bozulması dolayısıyla kopmak istiyordu, ama kopamıyordu. Doktorlar Sait’in, Sait içkinin peşinde koşuşup duruyorlardı. Bu kovalamaca giderek doktorların Sait’i sıkıştırmasına bağlanıyor ve Sait’cik meyhaneci Barba’larından, rakı kadehlerinden, şarap bardaklarından kopuyordu. Sizinle birlikte meyhaneye geliyor, yanınızda oturuyor, bir de bakıyorsunuz birden çıkıp gidiyordu. Aslında sıkıntılı bir adamdı; bir yerde uzun süre kalamazdı. Sevdikleri varsa bir süre oturur, sıkılınca da ‘Hadi eyvallah,’ der kaçardı. Yazar olarak hiç para kazanamadı dersem yalan söylememiş olurum. Bir gün ayağında yeni pabuçlar gördüm; ‘Ooo, Sait’ciğim güle güle giy ayakkabılarını,’ dedim. Çocuk gibi güldü; ‘Beğendin mi, annem aldı,’ dedi. O, kül yutmaz gibi görünen, cin gibi Sait, inanır mısınız, son aşkının orta yaş heyecanı içinde, bu iş ne olur, nereye varır telaşıyla, bizim evde, bir hanım arkadaşa fal baktırmıştı… Bir edebiyat matinesinden dönerken, Melih Cevdet Anday’ın, sevgilisi ile biraz çokca ilgilenmesini kıskanmış, bana Melih’i toy bir delikanlı burukluğu içinde şikâyet etmişti. 1952’ydi sanıyorum, bir ara doktora görünmek için, bir uzman doktora olacak, İsviçre’ye gitti; bir hafta geçti geçmedi döndü; hepimiz şaşırmıştık, neden bu kadar kısa sürede döndü diye. Âşıktı, bir yerlerde duramıyordu. O günlerde de Kumpanya kitabı yayımlandı. Ferdi Tayfur kitabı okumuş, çok sevmiş, bir gün bana, ‘Mücap, Sait senin arkadaşın, bu Kumpanya’yı film yapabilirim, kendisiyle konuşuver de bize fikir verebilir mi, yardım edebilir mi öğren,’ demişti. Yağmurlu bir gündü, hiç unutmam, Metin Eloğlu ile Pasajda Sait’e rastladık, bir fıçının kenarına ilişmiş bira içiyordu. Sarmaş dolaş olduk, oturduk yanına; şuradan buradan, İsviçre gezisinden filan konuştuktan sonra, Ferdi Tayfur’un film projesini açtım, isteklerini söyledim, İpekçiler hesabına Kumpanyayı konu alan bir film yapmayı düşündüğünü anlattım. Anlattıklarımı bir türlü ciddiye almıyordu. Cebimde o gün bir kitapçıdan satın aldığım Kumpanya vardı, çıkardım kitabı, ‘Sait şuna bir imza at,’ dedim. Aldı kitabı eline, bir hınzırlık yapacakmış gibi sırıtarak evirdi çevirdi, sonra da iç kapak sayfasının üzerine şunları yazdı: ‘Sevgili dostum Mücap’a; Ben İpekçilerin köpeği ile seyahat etmiş adamım, parasız bir bok vermem.’ Sait İsviçre’den dönerken, İpekçi İhsan Bey de aynı uçakta, köpeği ile birlikte dönüyormuş…” (Mücap Ofluoğlu: “Bohem Günlerimiz”, Sanat Olayı, sayı:16, Nisan 1982, s.12-14)

“Melih Cevdet Anday’ın, sevgilisi ile biraz çokca ilgilenmesini kıskanmış, bana Melih’i toy bir delikanlı burukluğu içinde şikâyet etmişti,” diyor ya Mücap Ofluoğlu, bu kadarla kalmamış; doğrudan Melih Cevdet’i de sıkıştırmış:

“… o kadar sıradan bir yaşayışın adamı ki, günün birinde Melih’i sıkıştırıyor:

— ‘Bana bak oğlum! Benim kızla başbaşa fiskos ederken görmüşler seni, n’oluyor anlayalım?’

— ‘Bir şey olduğu yok!’ demiş Melih Cevdet.

— ‘Bir şey olmadığına yemin et! Kur’ana el bas! Sevdalandın mı yoksa benim kıza?’

— ‘Hadi canım sen de…’ diye inkâr etmiş Melih.

‘İnkâr ettim ama bir hoşlanma da vardı kızla aramızda’ diyor Melih Cevdet.” (Sadun Tanju: Eski Dostlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s.58-59)

Sait Faik, Orhan Veli ve Sabahattin Eyuboğlu

“Sait Faik, Beyoğlu’nda, çokluk ikindi üstleri görünür.

Geceyarılarına değin de ordan çıkmaz.

Bir kahveye dalar. 15-20 dakika. Sonra başka bir kahve, bir meyhane, bir sergi, geceleri sinema, pek pek bir tiyatro ya da yine meyhane. Bu süre içinde de İstklâl Caddesi’nde bir sürü gitmeler, gelmeler. Avuç dolusu votka.

Anadolu Pasajı’ndaki Mehdi Baba’nın çayevinden Nisuaz, Petrograd, Moskova’ya değin girip çıkmadığı kahve, Nektar’dan Tuna, Balkan, Orman, Cumhuriyet, Özcan’a değin uğramadığı meyhane kalmaz. Kimi günler de, alasabah İstanbul’u fellek fellek dolaşmaya çıkar, (…) yolda, sinema önünde, otobüste, köprü üstünde, vapurda, Yüksekkaldırım’da, Gülhane Parkı’nda, ne bileyim bir dükkânda ya da İstanbul’un en kıyı köşesinde kalmı bir yerinde rastladığı insanları da kollarından tutu öykülerine sokuşturur.

Cumartesi, pazarları ise adacığına sığınır. Kendi köyünü, kendi köyünün insanlarını, balıklarını, Sivriada’nın Kaşıkadasıyla giriştiği komşuculuk oyununu anlatır.

Nedir, bu öyküleri düzmek için yanaştığı her insana hemececik el atmaz, onları, kavun alıyormuş gibi iyice tartar, koklar ve öykü olabilecek bir yön bulduktan sonra onara kucak açar. Çünkü ona göre her insanın içinde öykü bulunmaz. Yazara düşen iş, içinde öykü taşıyan insanı kıstırmaktır. Bir kez kıstırdıktan sonra da elini uzatıp onun içinden öyküyü çekip çıkarmaktan başka bir iş kalmaz.” (Salâh Birsel: Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, sel, 2013, s.134)

“Sait Faik, bence, en gerçekçi Beyoğlu yazarıdır” der Selim İleri. Ekler: “Yargılamaz. Kutsamaz. Sadece anlatır. Anlattıklarında acı, sevinç, şiir birbirine karışır.” (Selim İleri: İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!.., s. 45)

“Önemsiz bir olay, bir rastlantı, herkesin görüp geçtiği ufacık bir ayrıntı Sait’i düşlere sürükler. Sabah sabah Galata’da karşısına çıkan bir sokak çocuğu ile köpeği, maniler söyleyerek geçen bir ketenhelvacı, yıkıldı yıkılacak bir cumbalı evin penceresinde görünüp kaybolan bir yüz, onu bambaşka dünyalara çeker. Yoksul insanların ahlak ve yasa dinlemezliğindeki şiiri bulup çıkarmaya sıvanır. Kimsenin yaşam içindeki yerini, tavrını, tepkisini tartışmaya kalkışmaz. Ne varsa, ne oluyorsa, doğanın bir parçasıymış gibi karşısına geçip seyreder, onu anlamaya ve anlatmaya çalışır. Tarafsızlığını bozmadan işini yapmak ister. Gerçeği bilmek, görmek, anlamak bütün çirkinlikleri değiştirmenin anahtarıdır. (…)

Bedri Rahmi, Sait’in bir gün kendisini Ziba mahallesine götürüp gezdirdiğini, oradaki ahbaplarıyla tanıştırdığını söylerken, ‘Anladım ki Sait Reis’i tanımadan ve okumadan İstanbul’un yerlisi olunamaz’ demiştir. Gerçekten de Bedri o gün şaşıp şaşıp kalmıştır. İstanbul’da böyle bir yer, böyle bir hayat olduğundan haberi bile yoktur. Girip çıktıkları kahvelerde, meyhanelerde bıçkın kamyon şoförlerine benzeyen yığınla belalı adam Sait’le senli benli konuşup şakalaşmaktadır. İkramlar, rakılar, kemençeyle hora tepmeler, tokatlı yumruklu el şakalarına girişmeler, sokak raconuna uygun bol küfürlü muhabbetler, bir şamata bir dostluk gösterisi ki, Bedri’nin gözleri faltaşı gibi açılır. Şafak söküyorken oradan ayrılıp Taksim’e doğru yürürler. Bu Sait Reis, İstanbul’u yerlisi gibi değil, polisi jandarması gibi değil, babasının evi gibi, cebinin içi gibi biliyordur. Bu hiç tanımadığı insanlarla Sait Reis’in sarmaş dolaş oluşu, ona neredeyse küçük dilini yutturacaktır.

Sait, günün birinde ona: “Motorum var diye fiyaka yapıyorsun, ama Allah bilir sen daha Sivriada’ya bile gitmemişsindir’ diye posta koymuştur. Evet, doğrudur. Bedri, Sivriada’yı sadece Sait’in hikâyelerinden tanır.” (Sadun Tanju: a.g.k.,, s.37-39)

Sait Faik, bir dönem ‘Adalı’ mahlâsını kullanmış. Oysa, o sıralar Burgazada ile ilişkili değil. Şimdilerde anlaşılıyor ki, o takma ad ‘Adapazarı’ndan kök almış. Ayrıca, öykülerinde geçen her‘ada’ sözcüğü Burgazada ile ilgili değil! Nitekim amcaoğlu Raşit Abasıyanık diyor ki:

“Yalnız bir gerçek var. Sait Faik deyince hemen bir ada söz konusu. Bu ada, hangi ada? Burgaz adası. Ama Adapazarı da ada’dır. ‘Nereye gidiyorsun?’ denilince, ‘Adaya gidiyoruz’ deriz biz. ‘Adadan ne zaman döneceksin?’ ‘Falan gün döneceğiz,’ deriz. Yani Adapazarlılar, Adapazarı’na ‘Ada’ derler. Sait Faik de kökeni yönünden Adapazarlı olduğu için, ‘Ada’ dediğinde Burgaz adası değildir muhakkak, bazen de Adapazarı ‘Ada’sıdır.”

Ama, elbette son 10 yılını geçirdiği Burgazada’nın izleri daha derindir ve yoğundur öykülerinde. Salt öykülerinde değil, Burgazada’da yaşayanlarda, — örneğin balıkçılarda da izler bırakmış. Sevengül Sönmez, Burgazada balıkçılarının Sait Faik hakkında söylediklerini aktarıyor. (Sevengül Sönmez, “Balıklar, Balıkçılar ve Sait Faik”, Yemek ve Kültür, sayı 21, Yaz 2010. )

“Sait Faik’i 1940’ta Nurullah Ataç sayesinde tanıdım” diye anlatır Mîna Urgan. “Benim gibi Büyükadalı olan Nurullah Beyle, iskeleye inen yolun sağındaki kahvede otururken, Burgaz’a gidip Sait Faik’i görmemizi önerdi. ‘O da kim?’ diye sordum. ‘Türkiye’nin en iyi hikâye yazarı’ dedi. Daha sonraları Sait Faik’i okur okumaz, bunun ne denli doğru olduğunu anladım. Edebiyatımızın en iyi öykü yazarı olduğuna şimdi de inanıyorum. Neden derseniz, benim için edebiyatın özü şiirdir de ondan. Ve Sait öykülerinde şairdir. Ne gariptir ki, ancak şiir yazarken şairliğini bir miktar yitirir gibi olur.

Ece Ayhan’ın Morötesi Requiem’inde ‘çakır gözlü, mor dudaklı ve patlak gözlü sarışın’ diye betimlediği Sait Faik’in gözleri, h,iç de patlak değildi bana kalırsa. Ama içkiyi biraz fazla kaçırınca, ‘gözleri tavada pişmiş balık gözüne dönmüş gene’ diye ona takılırdım.

Sait Faik, kılık kıyafeti ve davranışlarıyla, yazar çizer takımının aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi. Koltuğunun altında kitap taşımaz, okuduklarını anlatmaz, düşüncelerini iddialı iddialı savunmaya kalkmaz, kişiliğini ikide birde ileri sürmez, kendinden hiç söz etmezdi. Sait Faik’le tanışanlar, bir halk adamı sanırlardı onu. Hakları da vardı; çünkü sait Faik gerçekten bir halk adamıydı.

Sait Faik ömrünü sürekli bir avarelik içinde, Burgaz’da ya da Beyoğlu’nda dolanmakla geçirirdi. Çoğu zaman, sinemaların önündeki fotoğraflara boş gözlerle bakarken rastlardım ona. Yazmaya, hattâ bu kadar çok yazmaya nasıl vakit bulduğuna aklım ermezdi. Odasına kapanıp masasına oturarak yazı yazmadığını kesinlikle biliyordum. Balıkçı kahvelerinde, sandallarda, Adalar vapurlarında, meyhanelerde, gözlerden uzak köşelerde, cebinden çıkardığı buruşuk kâğıt parçalarına bir şeyler karalardı dizinin üstünde.” (Mîna Urgan: a.g.k., s. 232-234)

Sait Faik’in Burgazadalı balıkçı arkadaşlarından Çetin Kayadurmuş demiş ki:

“Sait Faik balık tutmaya çok meraklıydı. Benim de bir sandalım vardı. Burada, orada lüfer tutulurdu. Kaşıkada’nın yakınlarında sürekli benim sandalımı isterdi.Ben de çok bıkmıştım. Sandalın üzerine ‘Beni sahibimden iste’ yazdım. Kıyıya gelirdi. Benim önümde bir reverans yapar; seni sahibinden istedim deyip sandalı alıp giderdi.”

Sait Faik Burgazada’da köpeği ile.

Sait Faik balıkçı arkadaşlarından biriyle
(Yeditepe’den)

Bir öteki balıkçı arkadaşı Hasan Çetinkaya ise:

“Zamanla iyi bir balıkçı oldu. Bedri Rahmi gelirdi, yelkenli tekneyle balığa çıkarlardı. Bülent abinin teknesi vardı onunla çıkarlardı balığa. Bedri Rahmi ile Sivriada’ya gitmişler, orada yemişler içmişler. Hava bozmuş. Sait dönelim diye itiraz etmiş. Bedri Rahmi, dönmeyelim demiş, Sait olmaz annem bekler diyerek zorla geri getirmiş tekneyi kötü havada. O fırtınada Sivriada’dan buraya sabaha karşı dönebilmişler.” Demiş.

Aynı balıkçı (Çetinkaya) gene Sevengül Sönmez’in sorularını yanıtlamış:

— Sait Faik’in balıkçılığını anlatır mısınız biraz

— Biz balıkçılığı öğrendik, 1953 yılında Sait’le birlikte balık tutmaya giderdik, çok tutunca balıkhaneye giderdik ilk vapurla. Sait de 10 vapuruyla gelirdi. Saat 12’de köprü altında buluşurduk. Bir gün buluştuk yine, ‘Bir arkadaşım gelecek,’ dedi. ‘Kim?’ diye sordum, ‘Orhan Veli’ dedi, ‘bizim gibi yazar.’ Ben tanımıyorum. Orhan Veli, Sarıyer’de otururmuş. Bebek’e kadar zerzevat arabalarıyla gelirmiş. Oradan da tramvayla Karaköy’e. Bizim yanımıza geldi. Hep birlikte Çengelköy’de hep gittikleri bir Arnavut Lokantası’na giderdik. Boğaz vapurlarına binerdik. (…) Parası olunca Çengelköy’de manda kaymağı, domates, salatalık ile içki içerdik.

— Dış görünüşü nasıldı? Kılığı kıyafeti?

— Sait’in üstünde yemek listesi vardı desem yalan olmaz. Bir gün balıkhaneye gidecektim. Sait Abi, ‘Ben de geleyim seninle de pantolon alayım kendime,’ dedi. Galata Köprüsü’ne gittik. Balıkları sattık. Mısır Çarşısı’na gittik. Bir dükkâna girdik. Kumaş alacağız. ‘Kaç para?’ dedi. Kahverengi bir kumaş aldık (2 lira verdik). ‘Kim dikecek bunu?’ dedi, ‘Bizim terzimiz var!’ dediler. Ölçüyü aldılar, ‘Hepsi 4 lira olur’ dediler. Sait Faik, ‘Çok para ya bu!’ dedi. Adam provaya çağırdı. ‘Gelemem bir daha. Şimdi dikin bekleyelim’ deyip aldık kahverengi kadife pantolonunu.” (Sevengül Sönmez: Sait Faik Abasıyanık”, kitaplık, Ayı:57, Ocak 2003, s.80-91)

Salt balıkçılar değil, Burgazada’daki bakkalı Orhan Tuncer de anlatır Sait Faik’i:

“Dükkâna geçip ekmek alırdı. İki köpeği olurdu yanında. Biri siyah, biri beyaz. Ben sürekli olarak Cumhuriyet gazetesi okurdum, gazetede Sait Faik’in kitabının çıktığını okudum. Şimdi Sevişme Vakti diye bir şiir kitabı çıkmış. Dükkâna gelince, ‘senin kitabın çıkmış, insan bir tane vermez mi?’ dedim. Baktı uzun uzun bana. Bir lira istedi; parayı aldı, çocuk sevinciyle koşarak gitti. Kitabı alıp getirdi. ‘Buyur,’ dedi. Ben de kızdım, ‘Sana hiç yakıştıramadım, kitap böyle mi verilir?’ dedim, kitabı açtı, ‘Sevgili Orhancığım’a, dünyanın kitaba para veren ilk bakkalına hediye’ yazdı içine.

Sait Faik, Gelincik sigarası ya da Yenice içerdi. Sinirlendiğinde, ‘Al bir Yenice de rahatla!’ derdim. Balığa giderdik, tavla oynardık. Balığa çıktığımızda çok tutunca, ‘Tamam, gidelim’ derdi.

1952’de ara seçimler olmuştu. Beni de sandık görevlisi yapmışlardı. Sait Faik de ortalıkta dolaşıyordu. ‘Sen oy kullandın mı?’ diye sordum. ‘Ben oy kullanmam! TKP yok çünkü! İnsanların süründüğü bir ortamda benim kimseye verecek oyum yok’ dedi. Ben o zamanlar TKP’nin ne olduğunu bilmiyordum.” (aynı kaynaktan)

Aynı soruşturmada İlhan Berk’e “Sait Faik’in politik görüşü hakkında bildikleri” sorulmuş. İlhan Berk ;Sait Faik’in kendisini ‘komünist’ olarak gördüğünü sanmadığını belirtiyor:

“Bizim kuşak Marksisttir. Ses dergisinin içindeki insanlar çoğunlukla Marksistti, Sait’in hikâyeleri de bu dergide yayımlanıyordu. Sait bu gruba ideolojik görüşünden dolayı değil, hikâyeciliğinden dolayı girmişti.

Sait’e Babıali’de rastladım bir gün. Tan gazetesinin önündeydik. ‘Bir imza atıp geleceğim’ diyerek gazeteye çıktı. Tan gazetesinde ‘Putları yıkıyoruz’ adlı bir beyanname yayımlanmıştı. Ama kendisini ‘Komünist’ olarak gördüğünü sanmıyorum.”

Sadun Tanju: “Peyami (Safa), Sait’i sol ideolojinin takipçilerinden biri gibi görmeye başlamıştır” der. (Sadun Tanju, a.g.k. s.70)

Bir Rus araştırmacı, — Nataliye Ayzenştayin, Sait Faik hakkında bir kitap yazma hazırlığındayken, Mustafa Raşit Abasıyanık’ın baldızı Sakine Aladağ’a bir mektup yollar. Mektupta Sait Faik hakkında sıralanmış 14 soru yer almaktadır. Sorulardan biri Burgazada’da kalışı ile ilgili:

“Sait Faik ‘Çelme’ hadisesinden sonra Burgaz’a çekilip bir şey yazmadan derin bir kriz geçirmiş. Bu kere Burgaz’da kalışı ne kadardı? (Tahmin ettiğim müddet – 1944 senesinin sonu – 1946 senesinin başı yoksa 1945 senesinin sonu?)” (“Gün Işığı: Sait Faik Abasıyanık”, kitap-lık, sayı: 62, Haziran 2003, s.84-94)

Natalya Ayzenştayin’in söz ettiği “Çelme olayı”, Sait Faik’in “Çelme” adlı öyküsünden dolayı mahkemeye verilmesi… Mustafa Raşit Abasıyanık’ın soruya yanıtı şöyle:

“Çelme hikayesinden sonra kendisinin mahkemeye verilişi 1940-1941 yılına rastlar. Sait Faik’in yazı dönemindeki durgunluk babasının ölüm tarihi olan 1939’dan 1942 yılına kadar sürer. Bu devre içinde Şahmerdan 1940, Medarı Maişet Motoru 1944 vardır.

Çelme olayı olumsuz tepkiler yapmışsa da, Burgaz’a çekilmesinin nedeni 1944-1945 yıllarında hastalığına konan teşhistir. Bu siroz başlangıcıydı. Bu teşhis önceleri şahsı üzerinde büyük çöküntü yaptı. Burgaz’a çekilmesi de bu yüzdendir.” (a.g.y)

Natalya Ayzenştayin’in sorularından ikisi Sait Faik’in karşı cinsle ilişkilerine yönelik:

“Sait Faik bir Rum kızına âşıkmış. İsmi Aleksandra imiş. Bu aşk macerasını ne zaman geçirmiş? Havada Bulut kitabında Yorgiya isminde bir Rum kızı var. Acaba bu Aleksandra mı?

Sait Faik fakir bir kızı Şişlideki evine almış, onunla evlenmek istiyormuş. Sonra bu fikirden vazgeçmiş. Ne sebeple? Kızın ismi neydi? Ömrünün son günlerinde Sait Faik yine âşıkmış. Sevdiği kadın kimdi?”

Soruları Raşit Abasıyanık yanıtlıyor:

“Sait Faik’in Aleksandra ile olan ilişkisi tahminen 1940-1941 yıllarına rastlar. Bu macera zannediyorum 1944 yılına kadar sürmüştür.

“Havada Bulut”ta bahsedilen Yorgiya’nın Aleksandra olacağını zannetmem.

Aleksandra ile olan ilişkisine son verdikten sonra Lütfiye adında bir kızla nişanlandı. Bu nişanlılık en fazla 8-10 ay sürmüştür. Önceleri iyi başlayan münasebetleri sonradan bozulmuştur.” (aynı kaynaktan)

Sait Faik’in Aleksandra ile ilişkisinin nasıl başladığını, nasıl geliştiğini ve nasıl sonlandığını Sadun Tanju ayrıntılı olarak anlatır. Tüm ayrıntıları değilse bile kimi bölümleri aktarmalı:

“42’de mi, 43’te mi, o yıllar işte, bir akşamüstü Nisuaz’da tünemişler, Sait’in düşmesini bekliyorlar. Sait kapıdan girer. Halinde bir tuhaflık, bir telaş vardır. Herkese şöylesine bir ‘meraba’ sarkıttıktan sonra, Sabahattin Kudret’in kulağına eğilip: ‘İki Rum kızı var lan, istersen beni takip et!’ der. Biçimine getirip sıvışırlar, Nektar’a gidip kızları beklerler. Sait, ilk randevusunun heyecanını yaşayan lise talebesi gibidir. Sabahattin Kudret, zamanının namlı yakışıklılarından ve ünlü çapkınlarından olduğu halde, bu heyecan ona da bulaşır. Gözlerini kapıya dikerler

Artık ne kadar zaman geçmişse, biri kırkında diğeri 23’ünde bizim iki hovardamız masalarından ok gibi fırlarlar. Kızlar gelmiştir. Uzun boylu iri kemiklisi Katina, daha ince yapılı ve işveli görüneni de Aleksandra’dır. İlk tanışmanın soğukluğu geçip de taraflar birbirlerine biraz ısınıca, kızların böyle oturup gevezelik etmekten hoşlanmadıkları anlaşılır. Nektar’ın, üçüncü katında müzik ve dans vardır, yukarı çıkıp dans ederler. Sait çalımına getirip Aleksandra’yı kollarına almış, iri kemikli Katina da Sabahattin’e kalmıştır. İşte, Sait’in Aleksandra’ya olan aşkı böyle başlamıştır.” (Sadun Tanju: Eski Dostlar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000, s. 49-52)

Sait Faik ve Aleksandra

İlişki böyle başlar. Sonra:

“Derken Aleksandra da, onun yaşadığı yoksullar mahallesi de, Sait’in gerçekle düşü iç içe karmakarışık hale getiren doğasının ayrılmaz bir parçası olup çıkar. Hikâyelerinde Aleksandra’ya olan aşkını yazmaya doyamaz.” (Sadun Tanju: a.g.y.)

Dörtlü ilk buluşmayı Salâh Birsel de anlatır, “Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu” kitabında::

“Daha sonraki akşamlarda Sabahattin’in yerini Samim Kocagöz alır. Bir akşam da, yalnız bir defaya özgü olmak üzere sahnede Salâh Birsel görünür ve görünür görünmez de gözden yiter. Ama olayların gidişi bakımından biz Samim’in Sait’e destek olduğu geceyi ve Sait’in Alexandra üzerine Samim’e neler dediğini anlatalım” girişinden sonra, Sait Faik’in Samim Kocagöz’ü razı etmek için döktüğü dilleri anlatır ayrıntılı olarak. Ve sonunda âdeta yalvarır Sait Faik, Samim Kocagöz’e:

“Beni ikidir yol üstünde bırakıp kaçıyor. Sen olursan belki oyalanır. Samim biraz daha nazlanır, Sait’in kuruntuya kapıldığını – bunları da Samim anlatacaktır – öne sürer. Sait::

— Bu kuruntu değil. Elimde olmayan bir şey. Sen sevginin dekatriyasının[8]ne olduğunu bilmiyorsun daha. İnsan yıkılıyor karşısında, küçülüyor, şaşkına dönüyor. Alexandra ise Allahın Alexandra’sı işte. Alexandra’dan bana ne. Ama Alexnadra sevdiğim Alexandra olunca iş başka. Onun anlayacağı bir çift lâf edemediğim için şaşkına dönüyorum. Ulan, diyorum kendi kendime, bu kızcağız da insan, onun da bir dünyası var. Onun dünyasına giremedikten sonra neye yarar? Üstelik de deli gibi sevdiğim bir kadın bu. Kara gözlerini mi, kara saçlarını mı, yarım yarım konuştuğu Türkçesini mi? Nesini seveyim bu kadının? Ama seviyorum. Neden sevdiğimi bilmeden, onun huyuna suyuna göre davranıyorum. Beni hep bırakıp kaçıyor. Kaçınca kızıp küplere biniyorum. Sonra düşünüyorum: Alexandra haklı. Ona içirdiğim bir şişe şarabı, alıverdiğim bir çift çorabı Yorgisi de içirir, alır. Gelgelelim, hep yanımda otursun istiyorum. Kılına dokunursam namussuzum.Yok sen anlarsın dediklerimi. Kızın canı sıkılmasın. Ben lâf etmediğim zamanlar, sen edersin. Tamam mı?

Tamam. Haydi yallah. Samim’le Sait Alexandra’yla buluşup Hristaki’ye doğru yol almaya başlarlar. Samim bir adım geriden, çekingen çekingen gelmektedir. Sait:

— Ulan, uyuz köpekler gibi ne arkadan geliyorsun? Girsene Alexandra’nın öteki koluna!

Alexandra elini uzatıp Samim’in koluna girer. O gece bodrum katındaki meyhanede geç vakitlere değin eğlenirler. Sonra birtakım karışık yollardan geçip Alexandra’yı evine bırakırlar.”

Yazının devamında Alexandra ilgili olarak kendi yaşadığı olayı anlatır Salâh Birsel:

“Artık sıra Salâh Birsel’e gelmiştir. Dekor yine Nisuaz’ı gösterir. Günlerden yine Cumartesi. Sait o badi badi yürüyüşüyle Nisuaz’da göründüğü vakit saat ya üçtür, ya dört. Salâh Biresl bir masada sahneye çıkma sırasını beklemektedir. Ama sahneye çıkacağından hiç mi hiç haberi yoktur. Sait Alexandra’ya abayı yaktı mı? Bundan, Alexandra’nın varlığından bile haberli değildir. Sait:

— Kalk, gidip bir yerlerde kafayı çekelim.

(…) Tepebaşı’nda İzmir lokantasına giderler. Bir Fertek açtırırlar. İçerler, içerler. İkis de kafaları bulmuştur. Saat altıda Sait Tuna’ya gitmek için ayaklanır. Samim’in de oraya gelmesini tembihlemiştir. Alexandra ile Katina da oraya gelecektir. O durumda Salâh’ı yüzüstü bırakmaya gönlü elvermez:

— Hadi sen de gel.

İki adımda Tuna’yı tutarlar… Birahanede daha kimsecikler yoktur. Biraz sonra Samim görünür.. Arkasından da Alexandra ile Katina. Alexandra esmer, ortadan biraz uzun, saçları alagarsondur. Az çok erkek görünümüdür. Sait içtiği vakitler onun tatlı bir al renkte olduğunu sanır. Katina’ya gelince, o sözcüğün tam anlamıyla bir devedir. Deve Katina. Sait bir öyküsünde onun bir pastanede çalıştığı için giysilerinin vanilya, çikolata, badem, hindistancevizi, fıstık, dahası, sıcak irmik koktuğunu söylemiştir, ama aslında teke gibi kokar. Yalnız Sait’in dediği gibi elleri her zaman sıcak ve nemlidir. Bunu biraz sonra Salâh Birsel daha iyi anlayacaktır.

Bizim silahşörler Tuna’da kafaları iyice çektikten sonra dans edilecek bir yer ararlar. Daha doğrusu bunu Alexandra ister. Hah! Asmalımescitten İstiklâl Caddesine çıkınca Lebon’un üst yanına düşen pasajda tam da böyle bir yer vardır. Sait Alexandra’yı, Salâh da Katina’yı dansa kaldırır. Katina ile Samim de dans eder. Ama Sait Alexandra’ya dört elle sarılmıştır. İşte Katina yine Salâh’ın kollarında. (…) Alexandra, yanınızdan geçerken, Sait’in kollarından süzülüp senin kollarına atılacaktır. Hah, Sait de şimdi Katina’yı övsün bakalım.

Sait adamakıllı içerlemiştir. Yerlerine oturdukları vakit:

— Kalkalım artık.

Hesabı görüp ayaklanırlar. Galatasaray’a doğru yürümeye başlarlar. Galatasaray’a geldiklerinde Salâh’la Samim bir de arkalarına bakarlar ki Sait yok. O zaman Salâh, Samim’e Katina’yı evine bırakması için işaret çeker, kendisi de aynı şeyi Alexandra’ya yapacaktır. (…) Kasımpaşa’ya hayli yaklaşmışlardır ki Alexandra artık mahallelerine geldiklerini söyleyerek Salâh’tan ayrılır. Sait Alexandra’ya abayı yaktı mı, yakmadı mı? Bunu Sait’le Alexandra bilir ama, bizim zavallı Salâh Birsel’in hâlâ bir şeycikten haberi yoktur. Ayrıomadan önce Alexandra ile ertesi akşam için sözleşir.

Ertesi gün pazardır. Salâh sabahın onunda Nisuaz’da boy gösterir. Sait kendinden önce damlamıştır oraya:

— Ulan akşam neredeydiniz? Nektar mı Orman mı aramadığım yer kalmadı. Nereye sıvıştınız

Birsel kızları evlerine bıraktıklarını, sonra da yatmaya gittiklerini söyler. Sait yatışmıştır. Alexandra’dan anlatır anlatır. Sait’in Alexandra’ya yangın oluşunu artık Salâh Birsel de anlamıştır. O akşam Alexandra ile buluşmaya gitmez. …

“… Sevgilisiyle dargın olduğu günler, onun havasını koklamak için yine Alexandra’nın mahallesinde sürter. İnsanlar onu görünce gülmekten kendini alakoyamaz. Bütün dünya Sait’in tutkunluğunu öğrenmiştir. Onu tefe koyup çalarlar. (…)

Bu serüven aşağı yukarı üç yıl sürer.

Sait bu kız yüzünden babasının kendine kurduğu işi dağıtmış, kızın akrabalarından, belâlılarından, komşularından dayak yemiş, karakollara değin düşmüştür. Bu arada Alexandra’yla o zamanın parasıyla 40.000 pap yemiştir.” (Salâh Birsel: a.g.k., s.143-147)

Sait Faik’in Alexandra’dan sonraki aşkı Vedat’ı[9] da anlatır Salâh Birsel:

“1946’larda Sait bu kez de Vedat adında kolejli bir kıza tutulur. İşin tuhafı Vedat, Alexandra’ya pek benzer. Bakır bir yüz, kısa ve kıvırcık saçlar. Ama onun daha badiğidir. Kolejli olmasından elen bir züppeliği vardır. Bu yüzden Sait yine kılağını kıyafetini gözden geçirmiş ve bu kez eskisinden de afili olmuştur. Ne ki, yine de vitrinlerde erkek giysisi giydirilmiş mankenlerden pek ayrılığı yoktur. Sait onu Park Pastanesi gibi daha çok kentsoyluların gittiği yerlere götürmek zorunda kalır.

Vedat Esin ve Sait Faik

Sait’in Vedat’a olan aşkı bir yıla değin sürmüştür. Bu arada Sait, kızın yüzünü bir kez olsun görebilmek için sık sık, çokluk da Sabahattin Batur’la, Arnavutköy yollarına düşmüştür. Bir Pazar Salâh Birsel, Oktay Akbal, Bebe Lütfü de katılacaktır bu yolculuğa. Osmanbey’den yola çıkacaklar, Mecidiyeköy arkasından Boğaz’a vuracaklar, Baltalimanı’nın oradan Arnavutköy’e sarkacaklardır. Ama Sait, kızın sesini bile duymayacak ve acısını, bu acıyı paylaşan arkadaşlarıyla birlikte Arnavutköy’deki meyhanelerden birinde büyük bir şişe kulüp rakısı ve bir lenger dolusu gümüş balığı ile bastıracak, daha doğrusu bastırmak isteyecektir.

Sözün kısası, Vedat, Sait’i en azdan Alexandra kadar üzmüştür. Sonunda Sait’in ahlayıp oflamalarına bir son vermek istemiş ve cıvıl cıvıl bir günde kalkıp apansız Amerika’ya gitmiştir. Orada da, apansız ölüvermiştir.” (Salâh Birsel: a.g.k., s. 149)

“1946 yılında ABC kitapevine gelerek Sait Faik’in bir kitabını soran Vedat Esin, orada Sait Faik’le tanışmış. Tanıştıklarında Tıp fakültesinde okuyan Vedat hanım Aleksandra’ya çok benzemektedir, kısa kıvırcık saçlı, esmer tenli, ufak tefek bir hanımdır. Sait Faik, Vedat Hanım’a aşık olmuştur. Vedat Hanım’la evlenmeyi çok isteyen Sait Faik, çok kez Sabahattin Batur ile yollara düşüp Arnavutköy’e gidermiş. Bu gidişlerin hemen hepsinden eli boş dönermiş.

Bir kokteylde Sait Faik yabancı bir hanıma abayı yakmıştır. Bu hanım İstanbul Teknik Üniversitesi’ne davetli öğretim görevlisi olarak gelen bir profesörün torunu Barbara’dır. Tanıştıklarında hemen kaynaşmışlar ve birbirlerini çok sevmişlerdir. Haldun Taner’in bütün yüreklendirmelerine rağmen; ‘Ben netameli adamım, aşık olurum, aşık olunca da evlenmek isterim, bu yaştan sonra el aleme resil mi olacağız’ demiştir. Kısa bir süre sonra da Sait Faik ölünce ancak cenazesine gitmiştir Barbara Haldun Taner’le. Haldun Taner, Napoli’den İstanbul’a gelen bir vapurda tekrar karşılaşmış Barbara’yla; ve şöyle düşünmüş: ‘…yağmurdan saçları ıslanmış bu kıza, saçlarına bakarken birden Sait Faik’le aralarındaki bu paraleli düşünüverdim: Sait’inde hayattaki bileti lüks mevki bileti idi. Ama o da tıpkı lüks mevkiden, birinciden, ikinciden hoşlanmıyor, soluğu hep üçüncü de alıyordu..’” (dolandagel.com)

“Aleksandra’yı, Nevin’i, Sühendan’ı, Perihan’ı, Vedat’ı, Leyla’yı sevse de Aleksandra’nın aşkı bütün düşleri silip süpürmüştür. (…) Aleksandra ile uğruna ölünecek bir sevgili bulmuştur. Etrafındaki genç-yaşlı arkadaşlarının şakalar ve alaylarla dolu uyarmaları boşunadır. Hatta Makbule Hanım’ın ‘O kızla evlenirsen seni mirasımdan mahrum ederim’ tehdidi bile boşunadır. Aleksandra’dan önce 50-55 hikâye yazmış olan Sait, ömrünün sonuna kadar yazacağı 150-160 hikâyede onu unutamayacaktır.

Sabahattin Kudret’ten dinlediğim ‘final’ ise tam Sait Faik hikâyesidir.

‘1944 yazında Sait, yüzükleri bile hazır etmiş, artık kararı kesin, evlenecek. Fakat bir türlü içindeki kuşkuyu atamıyor. Aleksandra onu gerçekten seviyor mu, sevmiyor mu? Sonunda, onu bir kez daha denemeye karar vermiş. Ben o tarihte genç ve yakışıklıyım ya, benim üzerime bir mizansen hazırlıyor. Kız hafta içinde Burgaz’a gelecek. Bir tesadüfmüş gibi ben de aynı vapura bineceğim. İlk buluştuğumuz gecenin anılarını tazeleyerek kıza asılacağım. Bakalım beni tersleyecek mi, yoksa bir randevu vermeye razı olacak mı? Bu imtihanı atlatırsa Aleksandra ile evlenecek.’

Sabahattin Kudret mizanseni uygular. Kız Sabahattin Kudret’in ısrarlarına dayanamayarak randevu teklifini kabul eder. Sait, kızı kolundan tutup plaj tarafına sürükler…

‘Ben perişan, rıhtımdaki kahvelerden birine çöküyorum. Böyle bir işe bulaştığıma nasıl da pişmanım! Biraz sonra “Oh kurtuldum!” diyerek yanıma geliyor Sait. Bet beniz atmış. Kızla kavga edip, ters geri vapura bindirmiş.” (Sadun Tanju: (a.g.y. s.53-54)

İlişki bitmiş mi?!. Hayır!.

“Çünkü Sait. yıllarca sonra onu yeniden hatırlayacaktır. Bu iş de bir akşam Aziz Nesin’le Beyoğlu’nda kafayı çekerken olur. Napoli’de tanıdığı Antoniella adındaki bir kıza yıllar sonra âşık olduğu anlayan Lamartine gibi, Sait’in de bir anda aklı çatlayıverir. Aziz Nesin’e:

— Hadi gidelim.

Aziz Nesin ne olduklarını anlayamaz. Sait, Alexandra’nın evine gideceklerini açıklar:

— Benim ıslığımı tanır, duyunca açar kapıyı. Tıpkı eskisi gibi.

Sait’le Aziz yola koyulurlar. Kasımpaşa’nın oralarda bir meyhaneye gelirler. Meyhaneci, garsonlar topu da Rum’dur. Hepsi de Sait’i tanır. Ordan çıkıp bir başka meyhaneye dalarlar. Bundan sonrasını isterseniz Aziz Nesin’in ağzından dinleyelim:

‘Birincisinde olduğu gibi, ikinci meyhanede de içtik. Onlar da Sait’in Rum kızına mecnun olduğunu, bütün başından geçenleri biliyorlardı.

Çıktık yola… Bir tozlu, toprak bir yere geldik. Solda tek katlı tahtadan bir ev vardı:

— İşte burası!

Dedi. Evin az ötesinde demir direkte elektrik lâmbası vardı. Lâmbanın ışığı orasını koni biçiminde aydınlatmıştı. Aydınlık dilimin dışında kıpırdayan bir karanlık vardı. Sait yürüdü. Ben de yürüdüm. Kıpırdayan karaltıyı daha yakından görebiliyorduk. Bir delikanlı, sarıldığı kızı öpüyordu. Sait birden geri döndü:

— Tuuuu, ulan benim kız be!

Uzun süre konuşmadan yürüdük. Sonra çok başka şeylerden konuştuk.’” (Salâh Birsel: a.g.k., s. 149-150)

Sait Faik-Aleksandra ilişkisinin yıllar sonrasını Sabahattin Kudret anlatır:

“Derken, aradan kaç yıl geçiyor?.. Uzun yıllar… Sait’in ölümüne yakın bir tarih olduğunu hatırlıyorum. Bir öğle vakti. Beyoğlu’nda karşılaşıyoruz Sait’le. ‘Dişçideki işim uzun sürmez, sonra beraber bir şeyler yeriz’ diye beni sürüklüyor. Yan sokaklardan birinde eski bir apartmanın karanlık merdivenlerini tırmanıyoruz. Dişçinin kapısındaki zili çalıyoruz. Kapı açılıyor. Beyaz önlüklü, otuzunda ihtiyarlamış gözüken, yorgun bir kadın içeri doğru çekilip bize yol veriyor. ‘Tanıdın mı?’ diyor Sait. ‘Kimi?’ diye soruyorum. Bu kez kadına yöneliyor: ‘Tanıdın mı?’ Cevap vermeyip başını öne eğiyor kadın. Dişçinin kapıcılığını ve ayak hizmetlerini yapan kadın meğer Aleksandra imiş.”

Vedat Günyol, Sait Faik’in kimseye anlatmayı sevmediği aşk hayatını öykülerinde dile getirdiğini belirterek yazarın aslında eşcinsel olduğunu, eşcinselliğinin, halkın gözündeki saygınlığını yitirmemesi için sanat çevrelerince gizlendiğini öne sürmüştür.

Sait Faik’in bütün kitaplarının yayın hakkı Yapı Kredi yayınlarınca alınınca yazarın yaşamının bilinmeyen yönlerinin araştırmasına girişilir. Geniş bir belgelik araştırmasının yanı sıra yazarın tanışlarıyla röportajlar yapılır. Görüşülen kişilerden biri Vedat Günyol’dur. Günyol’a yöneltilen sorular ve yanıtları şöyle:

“ — Aşk hayatından söz eder miydi?

— Yazıyordu aşklarını. Tüneldeki Çocuk, pançolar, delikanlılar. Sadun Tanju’nun uzun bir yazısı var; orada sadece kadınlarla olan ilişkileri anlatılıyor. Sait Faik’i halkın gözünde yüceltmek, aklamak için öyle yazmış, sahte bir şey, yalan. Eşcinseldi Sait Faik. Onun bütün sevgisi delikanlılaraydı. Aşklarını anlatmazdı.

— Aksini iddia eden çok kişi var…

— Hayır, onun üstadı André Gide de eşcinseldi. Ondan geriye ne kaldı bakın, çok güzel eserler. Sait’den de geriye çok güzel öyküler kaldı. Onun dünya görüşü böyleydi, ona mutluluk verdiğini sanıyorum bu durumun.” (Sevengül Sönmez: “Sait Faik Abasıyanık”, kitaplık, Ayı:57, Ocak 2003, s.80-91)

Mîna Urgan’ın Sait Faik’in eşcinselliği hakkındaki görüşü biraz farklı. Sait Faik’in eşcinsel dürtülerini ‘platonik’ olarak niteler. Bu arada, önceki sayfalardaki “âşık olduğu kızlar resmigeçidi”ne bir yenisini de ekler:

“Sait Faik’le iletişim kurmak güçtü. Oradan oraya gezerdi. Burgaz adasındaki evinde de oturmazdı çoğu zaman. Adaya gider, gene de bulamazdınız onu. Belirli bir kahveyi ya da meyhaneyi de mekân edinmezdi kendine. İçkili olunca ise, iletişim tümüyle kopardı. Bir defasında, benim ahlakçı öğretmen yanım tutmuştu. ‘On sekiz yaşından küçük çocuklara sakın sataşma; sinemaya filan götürme onları’ demiştim. Sait, rakı şişesini – üstelik de dolu bir rakı şişesini – havaya kaldırmış, tam kafamda kıracakken, arkadaşlar araya girmiş, meyhaneden kaçırmışlardı beni.

Sait’in eşcinsel eğilimleri olduğu rivayet edilirdi. Çok belirgin ahlakçı öğretmen yanıma karşın, benim bu konuda hiçbir yobazlığım yoktur. Eşcinsellerle dostluk kurar, onları oldukları gibi kabul ederim. Tek karşı çıktığım şey, henüz yetişkin olmayan, dolayısıyla cinsel itileri karmakarışık çocukların doğal eğilimlerinden saptırılmaları; belki eşcinsel olmayacakken, ya parasızlıktan ya da duyguları sömürülerek, eşcinselliğe yöneltilmeleridir.

Öykülerinden de anlaşılacağı gibi, Sait Faik’in bir eşcinsel yanı gerçekten vardı. Ama bana kalırsa, biseksüel olan Sait’in eşcinsel dürtüleri, uygulanmaya pek konulmayan, yani plâtonik kalan bir duygu, çok yoğun bir duyguydu ancak. Buna karşılık Sait’in kızlara âşık olduğunu, hem de ölesiye âşık olduğunu çok yakından biliyorum. Hem bana kendi anlattı, hem de gözümle gördüm yaşadığı aşkları.

Sevdiği kızlardan Eleni ile ilgili iki öykü aktarmak istiyorum şimdi. Sait, Eleni, Cahit ve ben, Bohem meyhanesinde oturuyorduk bir akşam. Sait, kıskançlık denilen duyguyu hiç anlamadığını anlatıyordu bana. ‘Senin âşık olduğun kadına o da tutulduğu için, bir erkeğe nasıl düşman kesilirsin, nasıl kıskançlığa kapılırsın?’ diyordu. ‘Seninle aynı duyguları paylaşan adam, sana en yakın insandır, senin can kardeşindir’ diyordu. Kıskançlığın çirkinliğini, öyle ince bir duyarlıkla, öyle bir içtenlikle, öyle güzel anlatıyordu ki, fena halde duygulanmıştım, ağlamak üzereydim nerdeyse. Derken birdenbire sözünü kesip, ayağa fırladı. ‘Ulan pezevenk! Benim karıma neden bakıyorsun!’ diye bağırdı. Küfrettiği masada, izbandut gibi beş herif oturuyordu. Sait’i de, Cahit’i de çiğ çiğ yiyebilecek güçteydiler beşi de. Üstelik, Eleni’ye baktıkları filan da yoktu. Bunu Sait’e anlatmaya çalıştık. Hattâ tedirginliği geçer umuduyla, Eleni’yle ben yer değiştirdik. Derken Sait, hiçbir şey olmamış gibi, kıskançlığı ne çirkin bir duygu saydığını, aynı içtenlikle anlatmayı sürdürdü. Ne var ki ben, onu kös dinliyordum artık. Anlattı, anlattı. Sonra ansızın gene ayağa fırlayıp, ‘pezevenk’ Sana karıma bakma demedi miydim?’ diye avaz avaz bağırdı yeniden.

İşte o zaman, çocukluğumun kısa komik filmlerinde görülen durum oldu meyhanede. Hesapça, yalnızca izbandutların masasındakilerle bizim masamızdakilerin dövüşmesi gerekirken, herkes dövüşmeye başladı. Masalar devrildi, iskemleler devrildi, tabaklar bardaklar şangur şungur kırıldı, erkekler küfür etti, kadınlar çığlıklar attı. Bu hengâme, başladığı gibi bitiverdi ansızın. Sanki biraz önce birbirlerine girmemişler gibi, herkes yerine oturdu, yemeğe içmeğe devam etti.

Uzun boylu, kara kuru, maşa gibi denilen türden, ama çekici bir kız olan Eleni, ancak o zaman harekete geçti. Elinin tersiyle bir sağ yanağına, bir sol yanağına tokatlar atarak, yakasından yakaladığı Sait’i, geri geri yürütüp, meyhanenin arka kısmına itti. Orada, kafasını üç kez, küt küt küt duvara vurdu. Sonra basıp gitti. O beş izbandutla da, meyhanedeki bütün erkeklerle de dövüşmeye can atan Sait, onu döven sevgilisine el kaldırmayınca, benim yeniden gözüme girdi. Bu yaman Rum kızını aramak için, üçümüz de yollara döküldük. Ama o gece Eleni’yi bulamadık Beyoğlu’nda.

Anlatacağım ikinci öykü de Eleni’yle ilgili. Bir kış gecesiydi. Boğazım fena ağrıyordu, ağır bir grip geçiriyordum, ateşim vardı. Ve tesadüfen yalnızdım evde. Gece yarısından bir hayli sonra, apartmanın zili çalındı. Kapıyı açınca, Sait’i karşımda gördüm. Yüzü gözü kan içindeydi ve kanlı ellerinde Rum kızının paltosuyla çizmelerini taşıyordu. Onu hemen içeri alıp, ne olduğunu sordum. Ama konuşabilecek halde değildi; zangır zangır titriyor, bir şeyler kekeliyordu. Toparlansın diye, ona biraz konyak içireyim dedim. Birkaç yudum içer içmez, ağzındakileri püskürttü, öğürmeye başladı. Şaşkınlıkla, ona konyak değil, boğazımın ağrısı için kullandığım gargara ilacını vermişim meğer. Ama durumun komikliğine gülecek halde değildim; çünkü Sait’in Rum kızını öldürdüğü kanısına varmıştım. Tek düşüncem, onu saklamak, polisin elinden kurtarmaktı. Her şeyden önce, suç kanıtlarını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Sait, Hayat apartmanının altı kat merdivenini bitkin çıkarken, ikide birde ışıklar sönmüş, elektrik düğmesini aradığı sırada, kanlı elleriyle duvarlarda izler bırakmıştı. Onu bir divana yatırdım. ‘Sakın buradan kıpırdama’ dedim. Kapıyı Sait’in üstüne kilitleyip, elimde sabunlu su dolu bir kova ve bir bezle, bacaklarım tir tir titreyerek, duvarları sildim, kan lekelerini yok ettim.

Bir süre sonra, Sait kendine geldi. Kızı öldürmemiş. Kavga etmişler sadece. Eleni, onun yüzünü gözünü tırnaklamış. Kavga etmişler sadece. Sait de, evin camını çerçevesini indirmiş. Yüzündeki ve ellerindeki kanlar bundanmış. Sevgilisinin paltosunu ve çizmelerini almasının nedeni de, verdiği armağanları başka erkeklerle gezip tozarken giymesini engellemek içinmiş. Sait’in katil olmadığını anladım böylece. Ama olsaydı, onu gene korurdum. Sadece Türkiye’nin en iyi öykü yazarı olduğu için değil, sevgili arkadaşım olduğu için.

Yazabileceği daha nice öyküler varken, sait Faik’in 1954’te daha altmışını tamamlamadan, iyice yaşlanmadan ölmesi bana büyük acı verdi.” (Mîna Urgan: a.g.k., s.234-236)

Natalya Ayzenştayin’in sorularını yanıtladığı mektubunda Raşit Abasıyanık, Sait’in en sevdiği yabancı yazarın André Gide olduğunu, — “başta geldiğini” belirttikten sonra,

“Kafka da sevdikleri arasındaydı, ancak hakkındaki düşüncelerini bilmiyorum. Rus yazarları arasında en çok okudukları Dostoyevski ve Gorki idi.

Türk yazarları arasında en çok Orhan Veli’yi severdi. Ölümü onu üzmüştü. Son zamanlarda Yaşar Kemal’in iyi bir yazar olacağını söylerdi, şahsi dostluğu da vardı

Can arkadaşları kimlerdi? Zor bu soruyu cevaplandırmak. Fakat Orhan Veli herhalde başta gelir. Bunun dışında kimler vardı? Çok önceleri Ahmet Muhip Dranas’la iyi görüşürlerdi, sonraları birbirlerini aramaz oldular. Av. Fuat, Fikret Adil hatırladıklarım arasında. Bazıları da, onun her insana, insan olduğu için gösterdiği yakınlıktan cesaret alarak fazla sokulduklarında, can sıkıcı davranışlarından ötürü ilişkilerini kesip attığına şahit olmuşumdur.” (A. Özyalçıner: a.g.y.)

Yaşar Kemal röportaj yapmaya gelir. Sorar Sait Faik’e:

— Ne yazıyorsun?

Sait Faik yanıtlar:

— Ben yazmıyorum, yaşıyorum.

Sait Faik, 1953 yılında Halide Edip ve Vedat Günyol‘un önerileriyle bütün dünyada öyküde öncülük eden Mark Twain Derneğinin üyeliğine kabul edilir.

“1948’de, Doktor Fikret Ürgüp Sait’e: ‘Bundan böyle sirozla yaşamasını öğreneceksin’ demiş ve yasakları saymıştır. İçmeyeceksin’ Düzenli yaşayacaksın! Yorulmayacaksın!

Cevabını da almıştır: ‘Senin dediğin gibi yaşanır mı lan?’ (…)

Doktor Fikret: ‘Bak Sait, kendine acımıyorsan bari bizlere acı, öleceksin oğlum!’ dedikçe de hep aynı cevabı verir. ‘Ölürsem ölürüm lan!’” (Sadun Tanju, a.g.k)

Samet Ağaoğlu, “Genç gitti bu dünyadan” der. Sürdürür:

“Bana öyle geliyor ki eğer öteki dünya varsa orada yine karşılaşacağım Sait’le. Kolumdan tutarak, ‘Niye geldik buraya’ diyecek, ‘niye geldik. Ne güzeldi o ada, o her an renk değiştiren deniz, o balıklar, o dar sokaklar, âvâre, eski evler ne güzeldi. Niye geldik buraya, niye geldik?’” (Samet Ağaoğlu: İlk Köşe, YKY, 2013, s.76)

İlhan Berk’in Sait Faik için yazdığı şiir

“Sait, ansızın öldü. Ölüm haberi bile vaktinde alınamadı. Cenazeyi evininin bulunduğu sokaktan geçirdiler. Bakmayın gazetelere ağlayan tek kişi yoktu. Yalnız yaşlı bir kadın, o da her tabutun arkasından ağlayan cinsten. Şişli Camii’nde, yüz kişi kadardık. Nasıl bir yağmur!… Revakın altına sığındık, sigara üstüne sigara içtik. Haldun’u o gün ilk defa dudağında sigara ile gördüm; onu da bitiremedi ya, düşürdü. Mezarın başına geldiğimiz zaman, biz daha azalmış, yağmur daha çoğalmış, imam da hızlanmıştı. Öylesine çabuk okudu ki, kimse âmin demek fırsatını bile bulamadı. Sonra… Araba bulmak için koşuşmalar, itişmeler.

Dönüşte, şoför: ‘Kimdi bu, ağbi?’ dedi. ‘Sait Faik’ dedik. Anlamadı. Üstelemedi de. Biz de bir şey anlamadık ya. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak için aşırı bir gayret gösterdik, ‘Sait be, bu havada ölünür müydü?’ diye bağıranlarımız oldu. Ama, sonraları, yavaş yavaş sıkıntı içimize çökmeye, yerleşmeye başladı.

Şimdi, Sait Faik hakkında konuşmak için daha çok erken. Ama, birtakım şeyler var ki, onları söylemek için hiçbir vakit erken değil: Sait Faik, en büyük hikayecilerimizden biri olan Sait Faik, eserlerinden hemen hemen hiçbir şey kazanamadan ölüp gitti. Keşke, değeri anlaşılmamıştı da ondan böyle oldu, diyebilseydik; ama, değeri anlaşıldığı halde parasız öldü.

Anası olmasaydı, o da sıkıntı içinde yüzecek yahut gidip bir bankada memur olacaktı. Sait Faik’i yaşatamadık. Onun gibi yaşatamadığımız, ellerine imkân veremediğimiz birçok yazarımız var. Bunlar için de hiçbir şey yapılmayacak, biliyorum. Dört beş bin okuyucu nasıl olsa onları besleyemez, bunu da biliyorum. Yarın bir gün, içlerinden biri ölünce, yine bir avuç insan bir cami avlusunda birleşeceğiz, sayfalar tertipleyeceğiz, anma törenleri yapacağız. Bu böyle. Orhan Veli, arkasından Sait Faik, arkasından…

Hepsi de, toplumda birer sığıntı, emeği gereğince ödenmeyen, sıkıntı çeken, yarının ekmeğini kazanmak için çırpınan kişiler. Sonra bir de kıskançlık! Sevdiğim bir dost söyledi, “Birçok hikâyeciler şimdi memnundur!” dedi. Rezalet ama, doğru. Gerçek, ideale falan uymuyor. Okuyucu kıtlığı var. Mesele şu beş on bin kişiyi başkasına kaptırmamakta. Hayat kavgası bu. Beş on bin kişi bir yanda, Sait’in adını bile bilmeyen yirmi iki milyon insan öte yanda. Sonra, bir de edebiyatmış, şuymuş, buymuş… geç!” (Adnan Benk: “Sait Faik’i Yaşatamadık”, Dünya Gazetesi Sanat Sayfası, 15 Mayıs 1954)

Yeditepe’nin Sait Faik’in ölümü üzerine yayımlanan
1 Haziran 1954 günlü sayısı

Yeditepe’nin Sait Faik için özel sayısında yer alan
Zahir Güvemli’nin ‘anı’ yazısı ve çizgisiyle Sait Faik.

Son sözü Orhan Veli’ye bırakıyorum.

“Bence Sait Faik ne genç hikâyecidir, ne ihtiyar. Bence o, kırkını aşmış bir mahalle çocuğudur.

Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu, ekserî mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan geliyor.” (Orhan Veli: “Sait Faik İçin”, Yaprak, sayı:19, 1 Şubat 1950)

***

Aşağıdaki haber 2013 yılı Eylül ayında yayımlandı. Ünlü ve başarılı piyanist-bestecimiz Fazıl Say’la gewrçekleştirilen bir söyleşide yöneltilen bir soru ile yanıtının ara başlığı ve metni:

‘SAİT FAİK BENİM İÇİN HİCAZDIR’

“Gezi’yi bestelediğin müjdesini verdin yakın zamanda. Fazıl Say’ın kafasında başka üretimler de vardır mutlaka…

İlk seslendirilişi Turgutreis Bodrum’da ‘Yunus Balığı Sırtındaki Çocuk’, çok anlamlı bir efsane, denizde kaybolan bir çocukla yunusbalığının dostluğunu simgeleyen. Bu sefer bir oratoryo, biraz 12 yıl önce bestelediğim Nâzım Oratoryosu formatında, solistimiz ama bu sefer sevgili Genco Erkal değil, bu sefer Selçuk Yöntem. Bir başka eser ise Sait Faik üzerine. Bu da İstanbul’da bir proje. Bir İKSV siparişi. Müthiş bir iş. Seneye Sait Faik yılı olduğu için, projenin ilk konseri Burgazada’da, ikincisi İstanbul’da olacak. Sait Faik’in de yaşadığı (ve de artık benim de bir evim olan) Burgazada’ya gemilerle gidilecek. Sait Faik Stelyanos Hryapulos gemisi hikayesi konumuz, Demet Evgar, Songül Öden, Birsen Tezer gibi pek çok solistimin olduğu, Özen Yula´nın sahneye koyduğu bir sahne eseri projesi. Benim için ilginç olan şu; bu bir ilk, bu eserin tamamını hicaz makamında Türk Sanat Musikisi olarak bestelemeyi planlıyorum. Sait Faik benim için hicazdır. Diyeceksin ki, Fazıl ne anlar makamsal müzikten, söyle cevap vereyim, Jüpiter’de fırtınayı besteleyen insan, hicaz besteleyemiyorsa, zaten Jüpiteri de unutsun. İKSV klasik müzik festivali yöneticisi Yesim Gürer Oymak´a teşekkür ediyorum beni bu güzel işe sürüklediği için. Haftalardır, elimde Sait Faik kitaplarıyla dolaşıyorum, güzel olacak, hem de çok güzel!” (Cansu Fırıncı: Fazıl Say soL’a konuştu: ‘Yaşadığımız, bir aydınlanma dirilişidir’, Sol, 15 Eylül 2013)

 

ÖNDER ŞENYAPILI

 

 

DİPNOT:

(1) Ataç’ın Temmuz 1952 tarihli bu yazısının tamamı için Bkz.: Nurullah Ataç: Dergilerde, YKY, 2000, s.61-70
[2] Ahmet Oktay: “Kimsenin İlgilenmediği Olayların Tarihçisi Edip Cansever, Hürriyet Gösteri, sayı:255. Ocak 2004, s.6
[3] Muzaffer Erdost: “Bir Şey Söylemeyen Şiir”, Pazar Postası, 23 Aralık 1956
[4] Sait Faik: Alemdağ’da Var Bir Yılan, bilgi, 1987
[5] Burhan Arpad: “Bir Takım İnsanların Yazarı”, Yeditepe, sayı: 98, Haziran 1964
[6] Sait Faik: “Yalnızlığın Yarattığı İnsan”, Alemdağ’da Var Bir Yılan, bilgi, 1987, s. 25-26.
[7] Ece Ayhan: “Kentte Keşifler: Sait Faik’in Açık ya da Gizli kalmış Kış Mekânları”, Şiirin Bir Altın Çağı, YKY, 1993, s.124
[8] Salâh Birsel’in açıklama notu: Rumca 13 anlamına. Sevginin 13 kuralı anlamına.
[9] Vedat Esin

 

 

 

 

 

 

Kategoriler:   Biyografi, Öykü