UNUTAMADIKLARIM – (REFİK HALİD KARAY) / ÖNDER ŞENYAPILI
Atasözü “Ağaç yaşken eğrilir” buyurmuştur. Doğrudur. Küçük yaşlarda çevreden, verilen/alınabilen bilgilerden, izlenen/tanık olunan/algılanan davranışlardan edinilenler biçimlendirir insanoğlunu. Sonraki yaşlarında izleyeceği yolları çizer.
Yazma tutkumu, edebiyat sevgimi çocukluk yıllarımda okuduğum kitapların, ve elbette o kitapları yazanların, — edebiyatçıların, yazarların/şairlerin oluşturduğu kuşkusuz.
Etkilendiğim şair ve yazarları, bende derin iz bırakanların çoğunu ‘on’lu yaşlarımda tanıdım. O yaşlarda, yani henüz ‘yaş bir ağaç’ iken o yazarların/şairlerin ürünleri biçimlendirdi benim yazma tutkumu ve edebiyat sevgimi.
Bu çalışma, bendeki edebiyat sevgisini tetikleyenleri daha ayrıntılı olarak tanımaya çalışma girişimi olarak görülebilir.
Hiçbiriyle yüz yüze gelmedim yakından tanımaya çalıştığım yazar ve şairlerle.
Nasıl yazdılar, neden yazdılar, nasıl yaşadılar; ilişkileri, sıkıntıları, sevinçleri, aşkları, özlemleri, kavgaları, vb. nasıldı? Nelere göğüs gerdiler, nelere boyun eğdiler? Yazma güdüleri nelerdi? Nasıl değerlendirildiler? Yaşamlarındaki inişler ve çıkışlar… Ve daha birçok soru…
Yanıtları sevdiğim yazarları daha yakından tanımamı sağlayacak.
Sırada bir yazar var: Refik Halid Karay.
Başkaları izleyecek.
REFİK HALİD KARAY
(1888-1965)
İlkin hangisini, — “Dişi Örümcek”i mi, “Yeraltında Dünya Var”ı mı, “2000 Yılın Sevgilisi”ni mi okudum, anımsamıyorum. Zaman 1950’ler. Orta öğrenim yılları. Adlarını saydığım Refik Halid Karay kitaplarını, o yıllarda “Çağlayan Yayınevi” yayımladı.
Çağlayan Yayınevi on beş günde bir bir kitap yayımlıyor. Sanırım… “Varlık Yayınları” gibi, 1 TL.’na satılıyor her biri. Hafta sonları ya bir Varlık kitabı, ya da bir Çağlayan kitabı alıyor, hafta boyu okuyor, bitiriyorum.
Çağlayan Yayınevi’ni Refik Erduran ile Ertem Eğilmez kurarlar. Refik Halidler’den başka Yaşar Kemal’in “İnce Memed”ini ve Louis Charles Royer’ın “İnsan Harası”, vb. kitaplarını da yayımladı Çağlayan. Dahası Mickey Spillane’in yazdığı Mayk Hammer adlı bir dedektifin serüvenlerini konu edinen romanlar da aynı yayınevinin ürünleriydi. Üstelik, asıl adı Frank Morrison Spillane olan yazar, 1947 ile 1952 arasında, kahramanı Mike Hammer olan 6 roman yazmışken, (1962’den itibaren 1996’ya değin 8 yeni Mike Hammer romanı ekler külliyatına) kesin sayıyı bilemiyorum ama Çağlayan 6’dan çok Mike Hammer romanı yayımladı. Fazladan romanları Kemal Tahir’in yazdığı bilinir. Ömer Türkeş kayda geçirmiştir:
“Bütün dünyayı kasıp kavuran Mayk Hammer’in Türkiye’de de büyük bir okuyucu kitlesi yakalaması üzerine, başta Çağlayan yayınları olmak üzere birçok yayınevi hem bu sert detektifin hem de benzerlerinin maceralarını hiçbir — estetik, edebi, vb. — kaygı gözetmeksizin ardarda sürüyorlar piyasaya. Kitap adlarının okuyucuyu etkilemek amacı ile değiştirildiği, orijinal kişi adlarının yerine Türk dilindeki telaffuzlarının yazıldığı bu -fiyat anlamında ucuz kitaplar gazete bayileri aracılığıyla satışa çıkarıldığında, şimdi inanması zor, yüzbinlerle ifade edilen satışlara ulaşıveriyor, ancak Mayk Hammer serisi kimselere kaptırmıyor birinciliği. Buraya kadar kabul edilebilir sınırlardayız; Mickey Spillane’in yazdığı dört kitabı da çeviren Kemal Tahir, yayıncıların teklifini geri çevirmeyip yeni Mayk Hammer romanları üretmeye soyununca asıl komedi başlıyor. Amerika’ya hiç ayak basmamış bir Türk yazarının ‘Hard Boiled’ öyküler yazması nasıl sonuç verdi dersiniz? Elbette sonuç gayet başarılıymış, kimse ‘bu yazar o yazar değil’ dememiş ve satışlarda hiç azalma olmamış. Kemal Tahir’in seriye dört kitaplık bir katkısı var. İş bununla da bitmiyor. Mayk Hammer romanı yazma bayrağını Kemal Tahir’den devralan Afif Yesari yaklaşık yüz yeni macera koyuyor ortaya ve başlı başına bir yazı konusu oluşturuyor. Mayk Hammer külliyatına Hayalet Oğuz’un da katkıları var.” (A. Ömer Türkeş: “Polisiye tarihimize kısa bir yolculuk”, cinairoman.com)
O sıralar, ne Refik Erduran, ne de Ertem Eğilmez kimdir, bilmiyorum. Ama onlar sâyesinde Refik Halid Karay’ı, Yaşar Kemal’i tanıdım. Tanıdım derken, imzalarını tanıdım/adlarını duymuş oldum. (Tüm Mayk Hammer kitaplarını da okudum!)
Çağlayan’ın yayımladığı Refik Halid kitaplarının tümünü alıp okudum. Epey zaman sonra, yazarın 150’liklerden olduğunu öğrendim. 150’likler, ‘Milli Müücadele’ye karşı çıktıkları için ‘vatan haini’ görülen ve sürgüne gönderilenler. Başlangıçta 600 kişilik bir liste oluşmuş, önce 300’e, son olarak 150’ye inmiş. 150 kişinin içindeki tek yazar Refik Halid değil. Öteki sürgüne gönderilen gazeteciler: Serbesti gazetesi sahibi, Hürriyet ve İtilaf azasından Mevlanzade Rıfat; İstanbul gazetesi sahibi Sait Molla; İzmir’de Müsavat gazetesi sahibi ve eski muharriri, Darülhikmet azası İzmirli Hafız İsmail; Aydede gazetesi sahibi ve Posta Telgraf eski Müdür-ü Umumisi Refik Halid; Bandırma Adalet gazetesi sahibi Bahriyeli Ali Sami; Edirne’de Teemin ve Elyevm, Selanik’te Hakikat gazeteleri sahibi Neyyir Mustafa; İzmir’de Köylü gazetesi baş muharriri Ferid; Alemdar gazetesi sahibi Refii Cevat; Alemdar gazetesinden Pehlivan Kadri; Adana’da Ferda gazetesi sahibi Fanizade Ali İlmi; Balıkesir İrşad gazetesi sahiplerinden Trabzonlu Ömer Fevzi; Halep Doğru Yol gazetesi sahibi Hasan Sadık; Köylü gazetesi sahibi ve müdürü İzmirli Refet.
Refik Halid’in ilk sürgünü değil.
Sürgünler konusuna döneceğim. Önce yazarı daha yakından tanıyalım:
Babası Karakayışzâde Mehmed Halid Bey, Mevlevi tarikatının tanınmış kişilerinden biri. Maliye Nezareti serveznedarı ve Osmanlı Bankası nâzırı. Yani Osmanlı Bankası ‘bakan’ı. Mudurnu’dan İstanbul’a göç eden “Karakayışoğulları” ailesinden. Annesi Nefise Ruhsar Hanım, Kırım Giray Hanları sülâlesi bireyi. Varlıklı bir ailede büyür Refik Halid. Gözü toktur. Paraya değer vermez. Nedenini 1916 Ankara yangınını anlattığı yazıda açıklar:
“Uzun müddet kâğıt paraya alışamadım.
Altın ve gümüş akçe ise… hemen hemen içinde doğup oynaya oynaya büyüdüğüm bir şey; şakır şakır sayılmasına, terazilerde tartılmasına, keseler, torbalar, sandıklar içinde arabalar, hamallar vasıtasıyle nakline alıştığım bir nesneydi. Benim kadar kim, hangi çocuk bu derece mebzul, mebzul değil, hatta müptezel surette altın ve gümüş manzarasına kanmıştır? Altın indimde pirinç, yaprak, yağmur gibi çokluğuyla maruf, yerden fışkırır, göğe erişir veya havadan iner bir şeydi. Avuç avuç alır, etrafa serpiştirir, kuleler kurar, yıkar; kümeler yapar, bozar, başka çocukların toprakla, kumla, tahta parçaları ve yongalarla oynaması gibi ben de çil çil liralarla oyalanır, bunlarla eğlenirdim. Sade bu kadar mı ya? Gün olur, dört yüz bin liralık bir servetin, bir hazinenin ayaklarımın altına serildiğini görürdüm.
Önüme on beş, yirmi bin lira yığarlardı; parlak kırmızı bakırdan kürekler vardı, onlardan birini elime alır, sobadan kor çeker gibi altın kürelerdim. Sonra cilalı madenden, üstleri hareli adam boyu teraziler bulunurdu. Kefelerin iki gözünü lebalep lira ile doldurur, altın tartardım. Hulasa altın eğlencem, oyuncağım idi.
Ben ne idim? Rokfellerin oğlu veya Behobal hâkimesinin torunu mu idi? Yoksa şimdi sayıklıyor muyum?
Hayır, sadece: Pederim maliye hazinesi başveznedarı idi; maiyetindeki veznedarların sabahtan akşama kadar altın ve gümüş sikkeler içinde yuvarlanmalarını senelerce, iki yaşımdan yirmi yaşıma kadar tam on sekiz yıl seyrederek büyüdüm. Hattâ daha fazlasını da görürdüm: Sonradan Bank-ı Osmanî nazırlığında bulunan babamla bazen banknotların karşılığı olan bilmem ne kadar yüz bin liranın tadatında[1] seyirci olur bankanın bir salon kadar geniş, çelik kaplı yer altı kasasında altın tomarlarını, kireç veya çimento torbası imişler gibi kayıdsızca seyrederdim. (…)
Büyük kardeşim Darphane müdürü idi. Yani o altınları külçe halinde çil lira haline getiren fabrikanın müdürü… Külçelerin potaları içinde eritilmesi, ince levhalar şekline getirilmesi, zımbalanması, tırtıllanması gibi latif ve meraklı faaliyetlerin isteksiz bir seyircisi ben idim. Sikke fabrikasını, Darphaneyi dolaşır gibi değil, bir marangozhanede bulunuyormuşum gibi heyecansız dolaşır, altın kırıntılarına talaşa bakar gibi bakardım.
O paralar benim değildi. Lakin görgüsü benim idi. Paraya aç gözlü olmaktan çok uzaktım. Maalesef bu gözütokluğun sonraları zararını gördüm. Bana altın değersiz bir nesne tesiri yapmıştı. Paraya ehemmiyet vermedim; kârımı düşünmedim. Böyle oldum, böyle kaldım.” (R.H.Karay: Tanıdıklarım, inkılâp, 2011)
“Refik Halit’in eski yaşama, eski geleneklere, eski teşrifata düşkünlüğü”nü de böyle bir ortamda büyümüş olmasına bağlar Haldun Taner. Kerim Sadi’den, “yaman bir diyalektik kıskaçla ve en az Refik Halit’in mizahı gradosunda rafine bir mizahla ‘ti’ye aldığı bu tutucu yanı”nı sergileyen satırları alıntılar:
“Refik Halit, eski konakların mutfağını anlatırken bir tapınağı tasvir eder gibi vecde kapılır. Onun nazarında, en büyük sosyal imtiyaz bir köşkün bahçesinde büyüyüp ‘İstanbul çocuğu’ olmak ve dadılarla seyislerin elinde büyümektir. Dedelerimiz derken, emlak ve akar sahipleriyle aristokratik bürokrasiyi ve siyah sakallarına elmas nişanlar asılı saray uşaklarını kastediyor. Bunun içindir ki politikada Osmanoğullarına ve Lordlara kolayca hizmet etti ve Bursa’nın dutlukları yanmasın diye Kurtuluş Savaşı’na kurşun atarak yüzelliliklerin arasına karıştı.” (Kerim Sadi: Yazı Hayatının 5. Yılında, s. 148-149- aktaran Haldun Taner: a.g.k., s.90)
Özellikle internette, Refik Halid’in “Karay” soyadını nasıl aldığı hakkında türlü sav öne sürülüyor. Yok soyadını Atatürk vermiş, yok Atatürk’e kızdığı için kendisi bu soyadını yeğlemiş. Soyadını tersten okumak yeterliymiş, vb…
Oysa akla yakın ve uygun açıklamalar var: Önceleri Karakayışoğulları’ndan çıkarak “Karakayış” soyadını kullanır Refik Halid. Sonra daha da kısaltır soyadını “Karay” yapar. Bu birinci açıklama. İkinci açıklama Yalçın Küçük’ten:
“Kırım dediğimiz zaman, biz Kırım Tatarları’nı kastediyoruz. Ama aslında bilimsel ve tarihsel olarak orada üç halktan bahsedebiliriz. Bir tanesi Karain, ikincisi Kırımskiye Tatarı, üçüncüsü de Kırımçaklar. Demek ki, Türkçede genel olarak Kırım Tatarı dediğimizde, etnik açıdan ve zaman zaman din açısından da birbirinden farklı üç halktan söz ediyoruz. (…)
Karainleri şöyle ifade edebiliriz; İbraniler “Karaim” der; Batılılar Karaibler, orada yaşayanlar, Türkler ve Ruslar ise ‘Karaim’ derler. Demek ki, Kırım Tatarlarının veya Kırımlı dediklerimizin önemli bir bölümü Karaim’dir. Bunlara ya ‘Karia’ deriz veyahut ‘Karia Türkleri’ deriz.
Bunlardan bildiğimiz bir kişi var, o da Refik Halit Karay’dır. Bunlar ‘kara’ sözcüğünden gelirler. ‘Kara’ İbranicede ‘okumak’ demektir. 14, 15 ve 16’ncı yüzyılda en çok Galata Köprüsü yakınlarında oturdukları için oraya ‘Karaköy’ denir. Demek ki, bugün Karaköy dediğimiz yerde, eskiden bizim ‘Kırımlılar’ dediğimiz Karayiler oturuyordu. (…)
Karaylar, Karay dini veya mezhebindendir. Karayiler Yahudiliğin bir koludur. Kara oradan gelir. Kımçaklar, onlar da net olarak Yahudi kabul edilir. Türkiye’de de bu isim ve soyisimlere yaklaşıyoruz. Kırım Tatarı dediklerimiz de genellikle Müslüman’dırlar ve Türkçe de konuşurlar. Karayiler, Karayi Yahudisi veya Karayi Türkü denilen çok tipik bir millettir. İnanılmaz güzel ve arı bir Türkçeleri vardır. Aynı zamanda 8’inci yüzyılda ortaya çıkmış olan Karaim kolundandırlar. Dış görünüşlerinde Müslümanlar fakat ayinleri Karayin, yani İbraniyettir.” (“Nereden çıktı bu kırım tatarları modası?” (13 Temmuz 2009, odatv)
“Vikipedi Özgür Ansiklopedi”de “Etimoloji” başlığı altında verilen bilgi şöyledir:
“Karaim kelimesinin kökeni hakkında pek çok görüş ortaya atılmıştır. ‘Kara’ kökenin Arapça okumak,kıraat etmek anlamına gelen ve Kur’an ile aynı kök olan ‘Karae’den geldiği ve aynı şekilde Arapça ile aynı dil ailesinden olan İbranice’deki yine okumak anlamına gelen ‘Karai’den geldiği ve sadece yazılı Tora’yı, Eski Ahit’i otorite kabul ettiklerini ve genel Yahudi kitlenin benimsedikleri diğer Tevrat yorumlarını gözönüne almadıklarını ima eden bir ifade olduğu da söylenmiştir. Karay, Kara’ya mensup olan demektir ve sonunda ki Arapça aidiyet eki ‘i’ Türkçe ses uyumuna göre düşüp ‘y’ olmuştur. Karaylar, İbranice’de çoğul takısı ‘im’ getirilerek Karaim şeklinde telaffuz edilir.”
Refik Halid Karay, henüz iki yaşındayken babası Erenköyü’nde bir köşk satın alır. Dolayısıyla çocukluğu ve gençlik yılları, yazları Erenköyü’ndeki köşkte, kışları Beyazıt ve Şehzadebaşı’nda geçer. Edebiyat merakı dayıdan geçmedir. Dayısı İhsan Bey edebiyata düşkündür. Hocalık eder Refik Halid’e.
“Bana çocukluğumdan, gençliğime girerken iki şahıs hürriyet fikirleri telkin etmişti. Biri öz dayım İhsan Bey… Dayım ana tarafından Giraylar’dandı. Yani Kırım Hanları soyundan, açık ve hür fikirliydi. Namık Kemal meftunu!” (Refik Halid Karay: Bir Ömür Boyunca, inkılâp, ?, s.120)
“… İşte eski devirde bir gün Alemdağ ormanında – ormandı o zaman burası – dayımla gezinirken, henüz on üç, on dört yaşlarındaydım, beni adam yerine koyup aklından geçirdiğini yüksek sesle söyledi:
‘Bizde parlamentonun zararlı bir tarafı vardır, aslı Türk olmayanlar, meclise Türkler’den daha münevver mebuslar gönderirler, küçük düşeriz.’
Ben şaşırdım. ‘Parlamento’ nedir? ‘Mebus’ ne ola? Dayı bey neler söylüyor?
Dayım ana tarafından Tatardı, hem de Kırım Hanları soyundan. Tatar’a da benzerdi. O soydan geldiğimiz kütüğümüzde yazılı olduğundan Bâb-ı Meşihat, yani Şeyhülislamlık dairesinde birkaç akçe aylığımız da vardı, ama pek az bulduğumuzdan almazdık; Giray evladına büsbütün yoksul kalmamaları için bağlanmış; zamanla değerini kaybetmişti; beş on mangır… Belki çok eski devirde insanı aç bırakmazdı, ama artık bir kıymet sayılmıyordu.” (Bir Ömür Boyunca, s.140)
Yaz aylarında Mekteb-i Latif, kış aylarında Şemsü’l Maarif Mektebi’ne gönderilir. On iki yaşında ise Mekteb-i Sultani’ye[2] yatılı öğrenci olur. Ne var, okulun müdürü kendisine hakaret edince bu okulu terk eder.
Gittiği okulları “Deme Kış Yaz; Oku Yaz…” başlığı altında anlatır Refik Halid Karay:
“Galatasaray Lisesi’ne yani eski ismiyle Mektebi Sultani’ye girdiğim yaşa kadar beni gönderdikleri mektepler hakkındaki hatıralarım hem epeyce sisli, hem de zevksizdir. İlk önce, pek küçükken – o sıralarda Sultanahmet Camii arkasında denize nazır, kocaman bir ahşap konakta kira ile oturuyorduk – civardaki mahalle mektebine gittim. (…) Talebenin, yere dizilmiş minderlerde diz çökerek sarıklı ve ak sakallı hoca efendinin karşısında sallana sallana Amme cüzü okudukları basbayağı mahalle mektebi!
… Sonra Divanyolu’ndaki kâgir bir konakta mekân tutmuş olan modern mekteplerden Şems-ül Maarif’e kaydedildim. Orada sıralar, siyah tahta ve duvara asılmış haritalar, bir de müdür odası vardı.
Vardı ama müdür sarıklıydı, masa başında oturmaya büsbütün alışamadığından ara sıra kalkar, köşedeki minderle sedire bağdaş kurup yerleşirdi. (…)
İkinci kış – yazları Erenköy’de kalırdık – Kovacılar’da bir konağa taşındık; mektep de Vezneciler’de… Yol uzunca idi, Derviş isminde uslu bir Midilli ile gidip gelirdim. Üçüncü kış biz de Vezneciler’e naklettiğimiz için artık mektebe komşu olmuştuk; Midilli’yi bıraktım.(…)
Ertesi yıl ‘Mekteb-i Sultani’ye girmiştim; galiba on iki yaşında idim. ‘Şems-ül Maarif’ bir müddet daha orada kaldı, hatta zamane modasına uyarak padişah iradesiyle isminin sonuna bir de ‘Hamidi’ unvanı kattı; nihayet Meşrutiyet devrinde ortadan kalktı. Binayı yıkıcıya vermişlerdi; zaten güç tutunuyordu.
Bu mekteple … hatıram var: … Kur’an hocamız Halil Efendi’nin yanağıma indirdiği şamar! ‘Eti senin, kemiği benim’ zihniyeti öylesine değişmişti ki, tokadı hazmedememiştim, çığlığı basmış, bir ağlamadır tutturmuştum. Eve gözlerim şişmiş olarak döndüm; Tabiatıyla sebebini merak ettiler, zorlayarak söylettiler. Babamın maarife şikâyet etmesinden ürken mektep idaresi, baş mubassırı[3] yolladı, hatırımı aldılar, bir de ‘mükâfat’ varakası getirmişti, mesele kapandı.
… acayip olan cihet şu idi: tatil yüzü görmeyen bir nesle de mensuptuk: Kışlıktan yazlığa taşınınca yaz mektebine gitmeye başlardık. Beni de Göztepe ile Erenköy arasındaki Taşmektebe gönderirlerdi ki, resmî ismi ‘Mekteb-i Lâtif’ idi.” (Ömrüm Boyunca, s.58-61)
“Galatasaray Lisesi’nden ayrılmama sebep iki ecnebidir. Biri Fransızca hocamız zavallı Dubois, öbürü ikinci müdür Mösyö Feuillet! Onlarla kavga ettim de neden mesela Türkçe kısmının en sert hocalarından biri ile, faraza Naim Bey ile yahut Fransızca ders veren bir Türk veya Ermeni hoca ile, hatta Rum mubassırla işi kavga derecesine götürmedim? Öyle oldu, işte!” (Ömrüm Boyunca, s.97-98)
“… bizim Mekteb-i Sultani’nin bir eski müdür-sanisi[4] Mösyö Feuillet vardı ki… Bu Mösyö Feuillet, benim Mekteb-i Sultani’den soğumama ve binnetice orayı ikmal etmeden terkime sebep olmuştu ama sonradan barışmıştık. Fransızca muallimimiz Monsieur Dubois isminde yarı matuh[5] bir ihtiyardı; nasıl oldu, bilmem, üç arkadaş ite ite sırayı çivili olan yerinden kırarak söktük; muallim gördü, tanbur çalmış ve ders de o aralık bitmişti. Herkes kaçtı, ben manasız bir izzetinefisle yerimde durdum; geldi, yakamdan tuttu, beraber müdür-i saninin odasına girdik. Mösyö Feuillet önündeki defteri açtı, ismimin hizasına baktı, felaket… Orada, bir sene evvel mektebin arka kapısından firarıma ve tecziye edilmediğime dair olan kaydı gördü. Demek ki yaramaz, ıslah olmaz, haşarı bir çocuktum, derhal bir hafta izinsizlikle bilmem kaç satır cezaya, ayrıca hapse mahkum etti. Buna itiraz hakkım yoktu ama, ‘Neden,’ diyordum, ‘benimle beraber aynı fiili işleyenler cezalandırılmıyorlar?’ Diyorlardı ki:
‘İsimlerini bildir, onları da cezalandıralım!’
Hayır, ben ihbar etmem, siz tahkikat yapınız, bulunuz!’
‘Nihayet Cumartesi günü çattı, izinsizdim, fakat kim dinler, kollarımı sallaya sallaya yürüdüm, kapının önüne geldim, kapıcılar yolumu kestiler, bırakmamak istediler:
‘Sakın,’ dedim, ‘elinizi sürmeyiniz, fena olur, siz polis değilsiniz, vazifeniz olanı biteni müdüriyete bildirmektir.
Cevap vermediler, hatırlı talebeden idim, çekildiler; ben de hiçbir şey olmamış gibi evime geldim, kimseye halimi belli etmedim, güldüm, konuştum, yedim, içtim, yattım ve uyudum. Sabahleyin gözyaşları yanaklarımdan dökülerek vakayı anlattım, hikâye uzundur, peder birini göndererek müdahaleye mecbur kaldı, müdür Abdurrahman Şeref Efendi (85) birkaç kelime azarlamakla iktifa, izinsizliğimi ve hapsi affetti; yalnız birkaç yüz satır ceza yazdım. Mösyö Feuillet’e götürdüm, nasihatler verdi, mesele galebemle kapandı.
Lakin mektepten soğudum; üç ay sonra bir daha dönmemek şartıyla evime avdet ettim. Elan rüyalarımın en korkunç en terletici kısmını mektepteki leyli hayatımla Mekteb-i Hukuk’un dühul imtihanları teşkil eder. Bereket fena rüyayı, pek nadir görürüm.” (Minelbab İlelmihrab, s.353)
Hukuk Mektebi’ne girmesi koşuluyla Mekteb-i Sultani’yi bırakmasını onaylamıştır babası. Sınavlarını kazanıp hukuk öğrencisi olur Karay. Bir yandan da, Maliye Nezareti Deva’ir-i Merkeziye Kalemi’nde kâtip olarak çalışmaya, Meşrutiyet’in ilanı üzerine de okulu bırakıp gazeteciliğe başlar. Önce Servet-i Fünûn dergisinde görev alır, sonra da Tercüman-ı Hakikat gazetesinde tercümanlık ve yazarlık yapar. Fecr-i Âti[6] topluluğun kurucularındandır. Topluluğun, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte, iki genç üyesinden biridir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, başlangıçta, topluluktaki parlayan edebiyat yıldızları arasında kendini sığıntı gibi duyumsadığını söyler anılarında. Ne var ki, bu duyumsaması kısa sürede son bulur. Fecr-i Âti’nin kuruluşundan birkaç hafta sonra Karaosmanoğlu’nun Resimli Kitap dergisinde Nirvana başlıklı bir yazısı; Karay’ın başka bir dergide Zend-Avesta klişesiyle bir yazı dizisinin yayımlanması bu iki genç yazarın yıldızlarını da ışıldatır. Gelgelelim, bir zaman sonra bir polemik yazısının topluluğun dergisinde yayımlanması oy çokluğuyla engellenince çıkan sert tartışma sonunda Refik Halid Fecr-i Âti’den öylesine hızla çıkıp gider ki, Yakup Kadri arkasından güç yetişir.
Refik Halid Türk hiciv edebiyatının ustalarından Eşref’in adını taşıyan dergide edebiyat alanındaki yeni şöhretleri yeren yazılarıyla basın dünyasının yıldızlarından biri olur ve gazeteler, dergiler kendisine yazıları karşılığında yüksek ücret ödeme önerisi yarışına girerler. Karay bile şaşırır. Sonunda karikatürist Cemil Cem’in yayımladığı Cem’de yazmaya karar verir.
Uzunca bir ayrılıktan sonra Fecr-i Âti’ye dönerler. Güçlenmiş olarak.
“Azıcık da edebiyattan, bizim Meşrutiyet’in ilânından sonra kurduğumuz Fecr-i Âti’den bahsedelim mi?
Kurucuların ve sonradan katılanların yekûnu hayli kabarıktı, fakat edebiyatta gerçekten isim yapıp baki kalanlar azdır. (…) zaten bugün hepsinden yani otuz kadar kişiden hayatta kalanlar – Allah ömürlerini artırsın, o da çoğu hasta, azı zinde – galiba beş kişidir. (…)
Çoğu kimse bilmez, bilenler de belki unutmuşlardır: Fecri Âti’nin ismi, az daha ‘Sinâ-yı Emel’ olacaktı? (…)
İşte, bundan tam elli dört sene evvel, — şimdi 1963 yılı bitiyor – Babıâli mescidinin karşısındaki ‘Hilâl’ isimli matbaada, bir cemiyet kurmak için Faik Âli (Ozansoy) reisliğinde toplanan gençler bu edebi teşekküle isim ararken, ilk önce ileri sürülen kelime ‘Sinâ-yı Emel’ olmuştu.
‘Ne münasebetle?’ diyeceksiniz.
‘Emel’in asıl Türkçesi ‘umma’dır. Yukarıdaki terkip bu itibarla anlatması epeyce uzun bir manaya geliyordu; daha doğrusu bu ismi bulanlar onda böyle bir mana olacağı vehmine kapılıyorlardı: Musa yeni cemiyetin remzidir; o nasıl Sinâ Yarımadasında Tur’un tepesine çıkarak Rab ile suretinde mesleğinin son haddine erişti ise, bizim edebi teşekkül de öyle bir dereceye yükselme ümidini taşıyacak, bu ümitle çalışacak! Uzun iş, zor iş, karışık iş… Ayrıca bir Tevrat çeşnisi, şekil cihetinden değilse de, medlul ve mana itibariyle bir ‘Salamon Levi ve Şerikleri’ ticaret firması, acayipliği var; en doğrusu ‘Edebiyat-ı Cedide’ye has bir kelime, hayal ve fikir tuhaflığı var. (…)
Sinâ’yı teklif edenler arasında Ahmet Haşim’in bulunması ihtimali çok kuvvetlidir. Zira şairin:
Firaz-ı zirve-i Sinâ-yı kahra yükselterek oradan,
Oradan düşmek, ölmek istiyorum!
Mısraları bu kelimeye karşı muhabbetini göstermektedir.
‘Sinâ-yı Emel’i beğenmeyip mırıldananlardan biri de ben idim; ama ben kimdim? Sarı Çizmeli Mehmet ağanın henüz çizmesi bile olmayan bir ufacığı…” (Bir Ömür Boyunca, s. 208-211)
1909 yılında babası yardım eder, Refik Halid Son Havadis gazetesini çıkarmaya başlarsa da on beş sayı sonra kapatmak zorunda kalır.
Hürriyet ve İtilaf Fırkası iktidarı döneminde 6. Belediye Dairesi Başkâtibidir.
“Ne zaman Beyoğlu Kaymakamlığı (yani eski Altıncı Daire) binasının Tünel meydanına rastlayan asma köprülü kapısı önünden geçsem benim oradaki belediye başkâtipliğimi hatırlarım. (…)yirmi üç… yaşlarında tayin edilmiştim. (…)
Başkâtiplik maaşı iki bin kuruştu, kesintileri çıktıktan sonra on sekiz altın, birkaç mecidiye, biraz da zamanın lisanıyla ‘mağşuşe’ denilen bozuk para, gümüş, çeyrekler ve kuruşlar tutardı.. Teyzemin kocası Hoca Mustafa Efendi – ki merhum doktor Fahri Ecevit’in babası ve şair Bülent Ecevit’in dedesi idi – öfkelendi:
‘Bu yaşta bir adama o maaş verilmez, ibzal[7] ve israftır.’ dedi, belki bir hadis de okudu, dünyanın zevaline işaret etti, orasını unutmuşum. Haksız sayılmazdı, kendisi altmışa yalaştığı halde ancak bu kadar maaş alıyordu, yahut bir miktar fazla…
‘Gözü kaldı,’ diyemem, acayibine gitmişti. Yukarıda işaret ettiğim gibi o maaşı uzun müddet muhafaza edemedim; yakaladıkları gibi yedinci ayında sürgüne yolladılar. (…)
Bana ‘Başefendi’ diyemediler, ‘Başkâtip Bey’ diye çağrılıyordum. Yirmi üç yaşında, gümüşî redingotlu, ayakkabıları iki renkli, güderi eldivenli, balolara uzun kuyruklu elbise giyip giden, patinaj salonunda oturup yeşil renkli acayip içkiler içen, hatta o salonun bir tarafında en büyük amiri olan Şehremini, Operatör Cemil Paşa’yı bile görmemezlikten gelerek istifini bozmayan, Asmalımescit Sokağı’nda bir de mantinotası bulunduğu belediye hıfzısıhha memurlarının raporlarıyla sabit bulunan şu züppeye ‘Başefendi’ gibi ağırbaşlı bir unvan elbette verilemezdi!
Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeliyiz. O ‘mantinota’ benim sadece hoşlandığım, ahbaplık ettiğim bir kızcağızdı; sürgüne gittikten sonra bu dostluğa sadık kaldı, mektuplar yazdı, daha ilerisine vardı: Teselli ve oyalama için yanıma, Sinop’a gelmeye bile kalkıştı; tanıdıklarımın en vefalısı ve sadığı çıktı.” (Bir Ömür Boyunca, s.144-148)
Kalem adlı gülmece dergisinde yazarlığa başlamıştır. “Kirpi” takma adını kullanır. Cem dergisinde yazarlık ünü güçlenir. İttihatçıları tiye alan yazılara imza atmaktadır. Ne var, İttihat ve Terakki Cemiyeti Mahmut Şevket Paşa’nın ölümünden sonra yeniden iktidara gelince Refik Halid Sinop’a sürülür.
Niye sürgüne gönderildiğini ilk anılar kitabı “Minelbab İlelmihrab”ta “Sürgünden Nasıl Dönmüştüm” ara-başlığı altında anlatır:
“… Talat Paşa ‘Hırkaya alışanlar birdenbire frak giyerlerse gülünç olurlar’ dediğimin cezasını pek tesirli seçmişti. Zira beni menfaya bu cümlem göndermiş, bu cümlem yüzünden menfam beş sene uzamıştı, müsaadeyi bile ancak o yerinde yokken alabiliyordum; bir zamanlar Edirne ve Selanik kahvelerinde kuşaklı entari ve pamuklu hırka ile dolaşmaktan zevk alan merhum, frak giyerek Rus sefarethanesine mi gitti idi, ne olduydu, ben de kapalıca yazmıştım. Bu masum istihzamı[8] sonuna kadar bir türlü affedememişti. Mütarekeden biraz evvel Küçük Talat Bey aradaki soğukluğu izale için, kapısını yapmış, yolunu bulmuş, beni onunla görüştürecekti, vakit kalmadı.” (Refik Halid Karay: Minelbab İlelmihrab, inkılâp, s.62)
“…Talat Paşa, harp zengini Bayramzade ve bütün vurguncular aleyhinde yazdığım yazıya içerlemişti.” (Bir Ömür Boyunca, s.221)
Bahr-i Cedid[9] vapuruyla gittiği Sinop’ta 1912 yılında başlayan sürgündeki yaşamı, Çorum, Ankara ve Bilecik’te sürer.
“Şunu söyleyeyim ki Birinci Dünya Harbi’nden önce Sinop,üç tane küçük oteli, deniz üstüne meyhaneleri, sokaklarında mandolin sesleri işitilen ve genç kız siluetleri dolaşan Rum mahallesi ile İç Anadolu’nun değme vilayet merkezinde rastlanması imkânsız şen, şirin bir kasaba idi. Boğaziçi’nin – hatta Rumeli kıyısındaki – bir köyünü andırıyordu; tabiat güzelliği de yine Boğaziçi’ni aratmıyordu.” (Bir Ömür Boyunca, s.44)
Sürgün döneminde, Refik Halid’in babası Mehmet Halid Bey oğluna her ay 5 altın harçlık gönderir.
“Gençliği Beyoğlu’nun eğlence mekânlarında, nerede akşam orada sabah, gezip tozma ile geçen Refik Halid, yazık ki ömrünün 5 yılını Anadolu’da, 16 yılını da gurbette sürgün yaşamıştır. Fakat talihi kendisine pek müşfik kapılar açmış ve korktukları başına gelmediği gibi sürgünlük onun için daima hoş sürprizler hazırlamış; birinci sürgünlüğünden Memleket Hikayeleri, ikincisinden de Sürgün romanıyla dönmüştür.” (Ali Çolak: “Refik Halid Kaç Kere Ölmüştür?”, Zaman, 6 Mayıs 2006)HABERLER Pazar
“Siyasi görüşleri ve yaşamları arasında paralellikler kurulabilecek olan Refii Cevad ve Refik Halid’in Sinop günleri, sonraki yıllarda gazete sayfalarına yansıdı. Refii Cevat Sinop günlerini Alemdar’da kaleme alırken, Refik Halid hatıralarını ‘Bir Ömür Boyunca’ başlığıyla ‘Yeni Tanin’ ve ‘Resimli Yirminci Asır’ gazetelerinde yayınladı.
Refik Halid’in Bahr-i Cedit yolculuğundan yansıyan ilk anektod, yataklarını geminin güvertesine birlikte serdikleri bir vali oğluna dairdir. Daha sonra Sinop’tan firar edecek olan bu vali oğlu, bu yolculuk sırasında, elindeki baklava kutusunu düşürüp Refik Halid’in yatağını da batırdı. Bekirağa’dan çıkarılıp Bahr-i Cedit’e götürülen Karay, yola çıkışlarını ve Bahr’i Cedit’teki bu ilk bu anısını şu sözlerle anlattı:
‘İkinci safha “Bahricedid” vapuru. Yatağımı, tantuna[10] yolcu götüren bu köhne teknenin güvertesine seriyorum. Yanımda aynı işi yapan bir beyzade, vali oğlu Mustafa Suphi de var. Gün gelip de onun gene bir vapurda ve hücum eden eşkıya elinde parça parça edileceğini hangimiz akla getirebilirdik?
Hatta hiç unutmam, biçare genç baklava yerken kutuyu elinden düşürmüş, yağlı tatlılar benim şiltem üzerine dökülmüş, lekesi çarşaftan aylarca çıkmamıştı. Çıkamazdı da; zira Sinop’ta çamaşırlarımızı yıkayan kadınlar sabun ve sıcak su kullanmakta imsâkli[11] davranıyorlardı’. (…)
Sinop’ta bir süre Mekteb-i İdadi’de kalan zevk ve sefa adamı Refik Halid, daha sonra, Sinop’a gelirken üzerine baklava dökülmüş yatağını sarıp sarmalayıp bir köşeye atarak pansiyon hayatına başladı…
‘Kadın sever’ bir ‘hayat adamı’ olan Karay, Sinop’taki masumane zamparalıklarını da anlatmaktadır yazılarında. İstanbul’dan, sürgünde bulunduğu Sinop’a, yanına gelmek isteyen bir hanım arkadaşından söz eden, ancak kızın yanına gelmemesinin daha uygun olacağına karar veren Refik Halid, Sofia’yı Sinop’ta ağırlayamadı ama İstanbul’dan gönderdiği bir fotoğrafını odasına astı. Sofia’yı Sinop’a gelmekten meneden Refik Halid, Sinop’taki Rum kızları ile uzaktan da olsa ilgilenmeye devam etti: ‘Sinop o devirde Rumlarla, Rum kızları ile meskûndu. Uzaktan işaret, mişaret, gülümseme ve pencere seyirleri, oyalanıp gidiyorduk’ satırlarını kaleme alan Karay, ilk evliliğini de Sinop’ta yaptı. Sürgünlerden Dr. Celâl Paşa’nın kızı Nazime Hanım’la Sinop’ta nikâhlanan Refik Halid’in ilk evliliği olan bu evlilik, 1922’de başlayan sürgüne birlikte gittikleri eşinin gurbete dayanamamasıyla son buldu.
Rus bombardımanı üzerine Temmuz 1915’de Sinop’tan Çoruma gönderilen sürgünler arasında olan Karay, Çorum’dan Ankara’ya, oradan da Bilecik’e gönderildi. 1918’de dönebildiği İstanbul’dan 1922’de yurt dışına sürülecek olan Karay’ın yaşamında Sinop’un özel bir yeri vardır. İlk hayat arkadaşını Sinop’ta bulan Refik Halid, bu sürgün sayesinde cepheye gitmekten, belki de şehit olmaktan kurtulduğu için, hep muhalif kaldığı İttihat ve Terakki’ye bir yandan da teşekkür ederek mizah yönünün güçlülüğünü bir kez daha göstermiştir!” (Alpay Tırıl: “Bahr-i Cedit Yolcuları VI”, Bizimkaradeniz, 8 Temmuz 2013)
Yukardaki satırlarda adı geçen Sofia’yı, Karay, “Sürgünde Yanıma Gelmek İsteyen Rum Kızı” başlığı altında anlatır:
“Uzatmayalım da kızlara gelelim. Daha doğrusu, bunlardan birine Sofia’ya… Zira benimle ahbaplık eden o idi, ufak tefek yeşil gözlü, peltek şiveli, kültürsüz ve görgüsüz, belki de başkalarına karşı şirret bir mahluk… Asıl aşkı ve sevgilisi Benbasat isimli bir Musevi delikanlısı idi. Dedim ya, benim sadece hazzettiğim, gezdirdiğim, ‘Auziere’ yahut ‘Yani’ Lokantalarında yemek yedirdiğim, ara sıra hediye verip terzime tayyör diktirdiğim bir dişi…
Vaktaki nasibime Sinop çıktı, bu eğlenceli hayatı, refahlı evimi, iki bin kuruş maaşlı başkâtipliğimi, hepsini bir anda geride bıraktım ve orada yaşlı ve karı koca bir Rumun pansiyonuna yerleştim, bomboş elim böğrümde kaldım; günün birinde Sofia Hanım başıma gelenleri ve adresimi dostum Abdülhak Şinasi’den öğrenmiş, Latin harfleri ile yazılmış Türkçe ifadeli uzun bir mektup yolladı. (…)
Kız, mektubunda teessürünü bildirdikten sonra ne diyordu, bilir misiniz? Pek içten, fedakârlık sayılacak bir şey: ‘Sen orada şimdi yalnızsındır, yalnızlığa gelemezsin huyunu bilmez miyim? Ben oraya geleyim, yanında kalırım, ne olsa vaktin daha hoş geçer… Hemen cevap ver, harekete hazırım.’
Ne buyurulur bir günahkâr kızın şu yüksek hasletine? Beklenir miydi? Peki, deyip çağırsam gelmeyeceğini mi düşündünüz? Hayır gelecekti, ruhunda bir fedakârlık yapmak ihtiyacı taşımıştı, illa bunu yapacaktı. Nereden mi biliyorum? Her hafta gelen bir sürü mektubundan ve Şinasi’nin yazdıklarından… Zaten bu hatırayı sırf o bakımdan, bir sokak kızı ruhundaki fedakârlık hislerini belirtmesinden dolayı kitabıma geçiyordum. Üstelik ciddî manada ne âşık, ne de maşuktum. Kızın gönlü, zevkine düşkün, yaşamasını ve para harcamasını efendice bilir bir Beyoğlu beyzadesinin gurbet iline düşmesine isyan etmişti belki de. Ne olsa, fahişe bile, galiba adaletsizliğe tahammül edecek tıynette değildir, olu a! Tabiidir ki çağırmadım.
Çoğunun huyuna güvenmediğim bin kadar sürgün içine bu kız nasıl sokulurdu? (…)
Sadece bir mektup ile gönderdiği fotoğrafını odama astım. Nihayet harp çıkınca da muhaberemiz kesildi.” (Bir Ömür Boyuca, s.202-204)
Refik Halid Karay, yukarıda adı geçen ve Sofia’ya yemek yedirdiği Auziere lokantası hakkında da bilgi verir anılarında. Adını anımsamadığı Hariciye Vekaletinde ne işte kullanıldığını bilemediği bir sakallı Fransızın kendisini evinde saklamayı ve aç kalmaması için Auziere ile görüşüp kendisine garsonuyla yemek yollamasını önerdiğini anlattıktan sonra der ki;
“Auziere de kim? diyeceksiniz?
Ah, bu adamı keşke tanısaydınız… Tanımaya, tanışmaya değerdi. Beyoğlu Balıkpazarı yanında, galiba Tiyatro Sokağı’nda lokanta işleten bir Fransızdı: Lokantasına merdivenle çıkılırdı. Birinci salonda, daha doğrusu koğuşta tabldot beş kuruşa yemek yenirdi. Adi tahta masalarda… İkinci koğuş Lüks Mevki idi, masalar yıkansa da şarap lekeleri çıkmayan örtülerle bezenmişti; sanırım bir kap yemek de ilâvesi vardı; On kuruş. O kadar mı? Hayır. Yanda üç küçük odası lüks sınıftı: Bunlara; kapısı kapanarak oturulacağından daha ziyade yanına kadın ve kadınlar alınarak gidilirdi. Garson müşteriden izin çıkmadan içeriye giremediği gibi, polis de hiç uğramazdı!
Bizim arkadaşlar – aralarında rahmetli dostum Abdülhak Şinasi de vardı ve bu yeri bize kendisi öğretmişti – kesemizin o günkü vaziyetine göre birinci veya ikinci koğuşlarda karnımızı doyururduk. Ben lüks odalara da dadanmıştım. Fransızca romanlarda Paris’in birtakım meşhur lokantalarında ‘cabinet particulier’ sahnelerini can atarak okumaz mıydım ya! İmrenir, öğrenirdim bunları. Gerçeği neden saklayayım; o hengâmede züppeliğe kaçan tarafım ve hallerim az değildi. İşimde ağırbaşlı, eğlencemde taşkın ve usanmazdım. Eh, harçlığım da yok sayılmazdı. Katina ve Sofiya da bu devrin tanışlarıydı.” (Ömrüm Boyunca, s.166-168)
Buraya bir ara-notu düşelim: Sürgünler arasında bulunan Dr. Celal Paşa, kızının evlenip Anadolu’da yerleşmesini istemez. Dolayısıyla, bu evliliğe karşı çıkar. Düğün, ancak Refik Halid Ankara’da iken, Nâzime Hanımın İstanbul’dan kaçıp Ankara’ya gelmesi üzerine 1916 yılında gerçekleşir. 1919 yılında Mahmut Ender adını verdikleri bir oğulları olur.
1915 yılının Temmuz ayında Çorum’a gönderilen 28 sürgün arasında, Refik Halid’ten başka Refii Cevad ve yaygın olarak İştirakçi Hilmi diye bilinen Türk Sosyalist Partisi kurucusu ve genel başkanı Hüseyin Hilmi de bulunmaktadır. 28 sürgün Tatar arabalarıyla ve silâhlı jandarma süvarilerin eşliğinde Çorum’a ulaşırlar. Refik Halid, Çorum’u ‘huzurlu bir yer’ olarak niteler:
“Beni tâ Çorum’a, yâni Anavatanın top sesi gelmez, cenk avazesi işitilmez bir emniyetli merkezine yerleştirdiler, ah Çorum, o ne huzurlu yerdi.” (R.H. Karay: Ay Peşinde, s.108)
Bir sonraki yılın Temmuz ayında Ankara’dadır. İkinci ayı dolmadan Ankara’da, kentteki 1033 konutun ve 915 dükkânın kül olmasına yol açan Ankara yangını çıkar. Bu büyük yangın hakkındaki yazısı aynı zamanda bir tarihsel belge niteliğindedir.
Ankara’ya girişini şöyle anlatır:
“Benim Ankara’ya girişim on temmuz bayramına, sıcağa tesadüf etti. Çarşıdaki yarı boş dükkânlar çeşit çeşit, evlen elvan, kimisinin yıldızı üç veya beş köşeli, aylarının ağzı fala açık veya çok kapalı, türbe yeşilinden turuncuya kadar hatıra gelmedik renkte güneşten solmuş, yağmurdan akmış şalaşpur[12] bayraklar asmışlardı. Meşrutiyet, bize, bayrağımızı bile öğretememiş, bayrağa riayeti ise hiç belletememişti. (…)
Bahsettiğim yazıları ve o bayrakları okuya, seyrede (Taş han)ın önüne vardık. İçimde barınacak yer kaygusu, kaba etlerimle baldır adalelerimde – hoş kaba dediğim etle adale ismini verdiğim baldırlarım o devirde çerden çöpten şeylerdi! – altı günlük araba sarsıntısından gelen bere, sözüm ona yaylı arabadan tutuna emekliye indim.
Haber fena:
Han, Kütülamare’den esir getirilmez büyük rütbeli İngiliz zabitler ile dolu… Nereye sığınacağımı bilemeyerek, bastonuma dayanmış, (Taş han)ın önünde – herhalde Rodin’in yapmayacağı – cılız bir penseur heykeli gibi taş kesilip kaldım. (…)
Ankara öyle bir Ankara idi; insan parasıyla sefil olurdu. Öyle olmakla beraber benim tek emelim bu kasvetli kasabada barınıp kalmaktı: Hastanesi, doktoru, demiryolu vardı; bayat da olsa ilaç bulunuyor, candan da olmasa ahbap çıkabiliyordu.
Nihayet kaldık ve bir pansiyon bulduk.” (R. H. Karay: Ankara, s.124, 129 ve 132)
Kalacak bir ev bulmak, bulunan evde yaşamak, yıkanmak, içmek ve yıkanmak için su bulmak, vb. türlü yoklukla cebelleşmek zorunda kaldığını anlattıktan sonra tanık olduğu yangını anlatmaya koyulur Karay:
“Bunlar yetişmiyormuş gibi bir büyük felaketle daha karşılaştık: Ezrail zebani oldu, elindeki orak ise meşale ve kundak… Kara Ankara’yı kıpkızıl gördüm, sonra da kül rengi!
Bir geceydi, sokaktaki vakitsiz ayak sesleri, telaşlı gezinmeler ve heyecanlı konuşmalarla uyandım. Ne vardı, ne oluyordu? Bir şey değilmiş, yangın varmış.
Bakındım: Ha, evet, işte tâ ötede, uzakta, bize erişmesine imkân olmayan aşağı bir mahallede, sakin, korkak, hiçten bir alev, ürkek, iştahsız bir kedi gibi karanlığı ağır ağır yalayıp duruyor. Hava durgun… Elbette söndürürler, dedim, yattım.
Halbuki o bir karış alev, uzıya büyüye, ertesi günü bizim pansiyonu da kavurup Ankara’nın dörtte üçünü kül, kömür etmişti. En korkunç, en büyük yangınlara alışkın olması lazım gelen bir İstanbul çocuğu sıfatıyla söylüyorum. Ankara yangınını görmeyenler Roma şehrinin nasıl yandığına, o dehşete, o kıyamete akıl erdiremezler. (s.136)
Biz kapıdan çıkmıştık, evimiz, hani tanzim edip sakin ve rahatça nice günler geçirdiğimiz terasa yok mu, oradan ateş aldı.
Yarım saat sonra hükümet konağının arka sokaklarının birinde, geniş bir konağın içinde idik. Ankaralı bir arkadaş yangından şimdilik kurtulup kalan evini bize bırakmıştı.
…Ahali kırlarda, kurtarabildikleri kırık dökük eşya ortasında, yerlerde yatıyor ve açlıktan susuzluktan kırılıyordu. Bir lokma ekmek, bir avuç su bulmak imkânsız… Telgrafla Eskişehir’e haber verilmiş, ekmek, itfaiye istenmişti. Her ikisi de geldi, lakin ekmekler teşkilatsızlıktan tevzi olunamadı, itfaiye de ateşin dehşeti, genişliği karşısında durakladı.
Ben gene Neron’un tutuşmuş Roma’sını dolaşmaya başladım.
Manzara hakkında bir fikir vermek için alev dalgası ateş deryası, cehennem gibi kelimelerin kuvveti olamazdı. (…) Yangın Yahudi mahallesini sarınca o telaş son haddini buldu; feryat dünyayı kapladı, heyecan yeri, göğü titretti. Ankara’nın en kibar mahalleri, en büyük çarşısı, serveti, refahı çoktan kül kesilmişti. Şimdi de diğer bir semti, bir zengin mahallesi ateş altında idi.
Neler görmedim… Saçlarından tutuşmuş kadınlar, yolda doğuran gebeler, cübbeleri alev almış hahamlar ve bütün bu kıyamet yerinde izbe köşeler bulup sarmaşdolaş olan âşıklar… Ne garibeler vardı. Secdeye kapananlar olduğu gibi sevgililerinin dizlerine tırmananlar ve boynuna kollarını dolayanlar da mevcuttu. Eşya çapulculuğu kadar kadın çapulculuğu da revaçta idi. İlle kıpkızıl saçları ateşin akisleri altında alevden daha kızıl kesilen bir yaze Yahudi kızına rasgeldim ki, genç ırkdaşı, üzerine pars gibi bir köşeden atıldılar ve tutunca – gözlerimin önünde – bir boş evin loşluğuna attılar.
İşvesinden, cilvesinden, bekleyişinden ve istekliliğinden belli ki bu Sara veya Rebeka için için tutuşmuş bir kundak bir kürek kor, bir külçe beyaz ateşti. Gençlerin tulumbacılıklarına göz yumdum; lüzumlu bulmuştum.
İşte bu minval üzere, ölenler, sevişenler, aç kalanlar ve susuzluktan bunalanlar ortasında Ankara yangını iki gün, iki gece devam etti. Nihayet yakacak bir şey bulamadı; söndü.” (Ankara, s.140-141)
Yangın sonrası, havaların da bozulması, tepeler kar düşmesi üzerine soğuğun kendini göstermesi üzerine Dahiliye Nâzırı Talat Bey’e bir telgraf çekerek, yangın dolayısıyla barınacak yer kalmadığından Bilecik’e naklini ister. Üç gün sonra olumlu yanıt gelir. Kendisini geçirmeye gelenlerden biri, trenin arkasından bir taş atar. “Bu, bir daha oraya dönmemekliğim için bir tılsım imiş! Tılsım fazla kuvvetli çıktı ki ne âmir, ne memur, ne hâkim ne de mahkûm olarak oraya bir daha, tâ 1938 senesi yazına kadar dönmedim.” (Ankara, s.154-155)
Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin’in çabalarıyla, ancak 1918 yılında İstanbul’a geri dönebilir Karay.
“…bütün bu rezaletler, Miloviç’in yatağını banknotlarla donatmak, fahişelerin sigaralarını 500’lüklerle yakmak, Büyükada’ya istimbotla dondurma getirtmeler vesaireler, Talat’ın kulağına gittiği halde, o mücessem ahlak ve hamiyet sayılan zat neden harekete geçmezdi, sefihlerin tarafını tutar, halkı ezerdi?
Kayırdığına bir misal: harp zenginleri ve Bayramzade aleyhinde yazdığım makaleden dolayı ve Bayramzade’nin bizzat şikâyeti üzerine ona değil, bana kızarak tekrar sürgüne gönderilmem hakkında polise emir vermişti de, ancak Ziya Gökalp merhumun dayatması sayesinde zor bela İstanbul’da kalabilmiştim.” (Bir Ömür Boyunca, s. 335)
Çeşitli gazetelerde yazıları yayımlanır. Mütareke sonrasında, Damat Ferit Paşa sayesinde Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılır ve Genel Merkez üyesi olur. Robert Kolejinde Türkçe öğretmenliğine başlar. 1919 yılında Posta ve Telgraf Umum Müdürü olur. (Bu göreve iki kez getirilir.)
İlk romanı İstanbul’un İç Yüzü’nü (sonraki basımlarda ‘İç’ yerini ‘Bir’ sözcüğüne bırakır) 1920 yılında yayımlar.
“Aşk kahramanı Boğaziçi Refik Halid’siz elbette düşünülemez. Daha ilk romanında, İstanbul’un Bir Yüzü’nde Refik Halid, Şadiye Hanım’la Doktor Vassaf’ı Küçüksu deresinin oralarda buluşturur. Aşka çağıran Boğaziçi, bir yandan da çağrılarını başkalarına söylemekten geri durmaz. Bu yüzden Şadiye Hanım hep gizli köşeleri seçer. Meselâ, derenin berisindeki bostanlar.
İstanbul’un Bir Yüzü ironisi ağır basan bir romandır. Zaten Refik Halid çatal dillidir. Ancak, Şadiye Hanım’ın Küçüksu’dan mevsim dolayısıyla ayrılmak zorunda kalışını romancı kederli bir söylemle dile getirmiştir. Mevsim sona erdikçe, birer ikişer, herkes Boğaziçi’nden ayrılır, yalılar ve köşkler kapatılır. Şadiye Hanım boş yere, biraz daha kalmaya çalışır…”
Selim İleri, yukarıdaki satırlara, yazarın 1950 ve 1957’de yayımlanan iki romanı hakkındaki görüşünü de ekler:
“Bu Bizim Hayatımız ve Sonuncu Kadeh de, Refik Halid’in Boğaziçi’ni aşk kahramanı kıldığı romanları. Hale Sonuncu Kadeh, Boğaziçi’ni köy köy yeniden yaşamak ister..” (Selim İleri: İstanbul’un Tramvayları Dan Dan!.., doğan kitap, 2008, s.62-63)
Tanpınar, 1922 yılında gülmece dergisi “Aydede”yi yayımlamaya başlar.
“1338 (1922) Kânunsanisinin[13]ikinci günü ‘Aydede’ çıktı. İlk ay, iptidai masraflar tesviye[14] edilmesine rağmen kâr olmuştu; binaenaleyh geçinme cihetinden nefes almıştım. ‘Aydede’ nezih bir gazete idi, resimlerinde de nezahate[15] riayet ederdim.[16]
Öyle olmasına rağmen, Dahiliye Nazırı bulunan Ali Rıza Paşa o tatlı, terbiyeli, canım gazeteyi adeta muhill-i edep[17] ve haya[18] addediyor, boyuna sansür memurlarını sıkıştırıyordu; onlar da çiziyorlardı, çiziyorlardı ama ecnebi memurlar, üstüne ‘İbka’[19]yı derhal bastırıyorlar, nazıra meydan okuyorlardı. Saraydan da kulağıma bir iki fısıltı gelmiyor değildi. Lakin ben onlara aldırmıyordum. Vahdettin Han’ın yazılarımı lezzetle okuduğunu bilmem başka fasıllarda yazdım mı idi? ‘Aydede’ çıkarken bana abone bedeli olarak iki yüz lira göndermişti; parayı bir tarafa atıp saklamıştım, İstanbul’u terk ederken vapur biletimi padişahın o yüzerlik iki banknotuyla tedarik ettim; bu, acayip bir tesadüftür.
‘Aydede’ tutmuştu; ben başında bulundukça yaşayacak ve sahibini de yaşatacaktı. Ama biliyordum ki saatlerim sayılı, gazetenim ömrü de mahduttu. Siyaseti derinden takip etmemekle beraber, İstanbul’daki hükümetin can çekiştiğini, Anadolu’dakilerin canlandığını görüyordum. Bittabi, ölü gömülecek, diri yerine geçecek, bana da gurbet yolu görünecekti. Bu, mukadder idi. Binaenaleyh fırtınaya intizaren mütevekkil, huzurlu duran tabiat gibi ben de mukadderata nefsimi bırakmış, sakin ve çarpıntısız bekliyordum. Gazetemin cidden tarafsız bir davranışı vardı; bunu Ankara lehine çevirmek elimde olmakla beraber, ne faydası olacaktı ve çirkin de duracaktı, lüzum görmüyordum. Önümde bir çile devresi daha açılacaktı, gözlerimi kırpmadan bu tehlikeye uzaktan bakıyor ve dudaklarımı sıkmadan o azaba tahammülü göze alıyordum.” (Minelbab İlelmihrab, s. 354-355)
İstanbul düşman işgali altındayken, 1922 yılının Teşrinisani dokuzuncu günü, ‘Piyerloti’ gemisiyle Halep’e doğru yola çıkar; İstanbul’dan kaçar. İstanbul’dan kaçmadan önceki birkaç gününü ve kaçışını Minelbab İlelmihrab’ta uzun uzun anlatır.
O sırada İstanbul üç devletin işgali altındadır. Muhaliflere İngilizler yardımcı olur. Refik Halid’in kaçmasına Fransızlar da katkıda bulunur.
Daha sonra, bu yazının girişinde de belirtildiği üzere Milli Mücadele karşıtı yazıları dolayısıyla 150’likler listesine girer ve bir kez daha sürgün cezasına çarptırılır. 1 Nisan 1924 günü Meclis’te kabul edilen listedeki 150 kişi vatandaşlıktan çıkarılır ve Türkiye’de ikametleri yasaklanır. Listedeki Refik Halid, o sırada Beyrut’tadır. Uzun sürecek sürgün yılarını Beyrut ve Halep’te geçirir. 16 yıl sonra, 1938 yılında çıkarılan afla yurduna dönebilir.
Niye sürülmüştür?
“Basın tarihimizde Refik Halid Karay’ın 1920’nin 2 Şubat günü Alemdar Gazetesi’nde yayınlanan ‘Topuna hoş-âmedî’ yani ‘Topuna hoşgeldiniz’ başlıklı yazısı kadar sert ve alaycı bir başka yazı pek yoktur. Yazının konusu, İstanbul’da toplanan son Meclis-i Mebusanı’na katılmak üzere gelen Anadolu’dan milletvekilleridir. Erzurum ile Sivas’ta kongreler yapılmıştır ve İttihad ve Terakki’ye olduğu kadar Millî Mücadele’ye de muhalif duran Refik Halid, İstanbul’a Anadolu’yu temsilen gelen milletvekillerini ‘Sivas kuzuları’ ve ‘Ankara keçileri’ diye aşağılamakta, onların üzerinden isim vermeden Mustafa Kemal Paşa’ya yüklenmektedir. Basın ve edebiyat tarihimizin aslında en parlak kalemlerinden olan Refik Halid sonraki senelerde 150’likler listesine dahil edilmesi üzerine uzun yıllarını gurbette geçirecek ve sürgüne gitmesinin sebeplerinden birinin bu yazı olduğu söylenecektir. İşte, Refik Halid’in bu meşhur makalesinin bir bölümü: ‘Merhaba Sivas kuzuları, Ankara keçileri! Ağıla mı geldiniz? İttihat sürüsünden yeni çobanbaşı, millet paşası mı sizi seçip ayırdı? Tüylerinizi kabartıp, boynuzlarınızı varaklayıp, sırtınızı kınalayıp bize sizi o mu hediye gönderdi? Boynunuzdaki tasmayı da o mu taktı? Kösemeniniz kimdir? Sivas’ın şu karakeçisi mi? Yoksa Karaman ‘kahraman’ kuzusu mu? Niye koç Ankara’da kaldı? Âdeti uzaktan mı toslamaktır? Yine bir vuruşta kabineyi düşürmek niyetinde mi? Ankara’dan sesi geliyor: Bilsek şu koçu neden gam almış? Her nâlesi[20] kalbe dağzendir,[21] feryâd ederek koşar nedendir? Rütbesiz, mesnetsiz (dayanaksız) mi kalmış? Dağdan dağa kaçar, rastgeleni toslar, gecegündüz meler, ne ister? Zehirli sinek mi soktu? Ey dağ keçisi, nedir bu halin? Kim oldu sebep bu infiâle?[22] Damat vererek sana nevale[23], pehlûsunu[24] etmemiş mi baliş?[25] Buna mı kızdın, Anadolu’nun halim selim zavallı kuzularını bunun için mi azdırdın, bunun için mi onları peşine takıp, dere, tepe gezdirdin, sonra irilerini seçip İstanbul’a gönderdin? Merhaba Sivas kuzuları, Ankara keçileri! Kurban Bayramı mı yaklaştı? Ecelinize ayağınızla mı geldiniz? Başbaşa vermiş fındıklı ağılında ne melersiniz, ne beklersiniz? Harp zenginliği, fabrikatörlük, tahsisat-ı mestûre (örtülü ödenek), nâzırlık mı? Avucunuzu yalayınız, geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye… Artık Mebusan mer’ası karın doyurmaz, sizden evvelki sürü otlanıp dibine darı ekti… Merhaba Sivas ve Ankara kuzuları, sırtınızdaki ne kınası? Taktilden (öldürmelerden) mi bulaştı?… Boynuzlarınızdaki altın varaklar tehcirden mi sürüldü? Ne yersiniz, fıstık, üzüm, badem mi? Adam eti mi? Ne içersiniz? İnsan kanı mı? Ne çıkarırsınız? Kanun mu, şırlağan yağı[26] mı? Hoşgeldiniz Sivas’ın Ankara’nın kuzuları, keçileri. İçinizde kabiliyetlilerini ayırıp bu zavallı millete yine kösemenlik ettirecek misiniz? Çıngırağınızı sallaya sallaya bizleri hangi mezbahalara sevkedeceksiniz? Ödağacımızı yakalım. Çukurumuzu kazalım. Gözümüzü bağlayalım mı? Haydi kösemenler iş başına!’” (Murat Bardakçı: “Yazarlar eskiden ana-avrat dümdüz giderlerdi”, HT Gazete, 8 Eylül 2013)
Aşağıdaki değerlendirme Haldun Taner’in:
“Rahmetli Karay, bütün zekâsına karşın, toplumsal gelişmeleri olumlu bir uyanıklıkla izleyememiş, çoğu zaman çağa ayak uydurmakta daima biraz gecikmiştir.
Örneğin, yüzellilikler serüveninde olduğu gibi, İttihat ve Terakki’ye karşı alışageldiği tavrını Kuvayı Milliye’ye de uygulamaya kalkmak basiretsizliğinde bulunmuş ve üstat bunu yeni uzun sürgün yılları ile ödemiştir. Ama şunu da belirtmeli ki, affa uğrayıp yurda dönünce Atatürk’ü ve dolayısıyla kendi tarihi gafını, efendice ilk kabullenen, bunu açıkça ve yürekten ilk itiraf eden yine o olmuştur.” (Haldun Taner: Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, bilgi, 2012, s.91-92)
Kendisi de demiştir ki:
“Esasen hayatımda zorlu olan çok şey oldu, ama hiç de zoraki bir şey olmadım. Ne muhalifliğim zorakidir, ne muvafıklığım.” (Tarih ve Toplum, Sayı: 20, Ağustos 1985, s. 5-8)
Yakup Kadri, Refik Halid’in 16 yıl süren sürgün yaşamının nasıl sona erdiğini anlatır: Atatürk, Refik Halid’in sürgünde yazdığı ‘içli yazıları okuyup duygulandığını yakından bildiğini belirttikten sonra:
“Fakat, birkaç zamandır gönlünde beslemekte olduğu bu af arzusunun nihayet kanuni bir şekilde uygulanmasına yol açan yazı – buna bir eser de diyebiliriz – öyle sanıyorum ki, Refik Halit’in Deli adlı küçük bir komedya kitabıdır.” der ve sürdürür:
“Atatürk, hiçbirimizin görmediği, bilmediği bu eserciği nereden bulmuştu ve ona kim göndermişti hatırlayamıyorum. Yalnız, dün geçmiş bir olay gibi noktası noktasına hatırladığım şudur: Bir akşam, Atatürk, sofraya oturduğumuz sırada ‘Çocuklar,’ demişti, ‘size bu akşam tadına doyum olmaz bir ziyafet-i edebiye çekeceğim’ ve elinde tuttuğu cep dergisi kıtasında bir kitabı göstererek: ‘Bu’ diye ilave etmişti, ‘Refik Halit’in, yirmi yıllık bir akıl hastasının, şuuru yerine gelip kendini baştan başa değişmiş bir Türkiye içinde bulunca, tekrar delirişini gösteren bir tiyatro piyesidir’ ve gözlüğünü takarak bizzat kendisi okumağa başlamıştı. (…)
Dönüş sevincim katmerlidir.
Sevgili yurdumu ne halde bıraktım? Nasıl bir harika ile karşılaşacağım.
Dumanı yaslı tüten bir fabrika bacası tanırdım: Zeytinburnu…
Ankarada tek bina Taşhandı.
Bankalarda dilimiz ötmez, şirketlerde sözümüz sökmezdi.
Trende Türkçemi Rumlaştırmadan biletçiye meram anlatamazdım.
Tokatliyanda frenkçe söylemezsem garsona dilediğimi kolayca yaptıramazdım.
Plajlarımızda yüzen yabancılara kıyıdan korkarak bakar, Avrupadan dönerken hudutta şapkamı pencereden atardım.
Memlekette toprağın kurusu bizim, yaşı elindi.
Bıraktığım haldeki bu vatan yerine istiklal ve mucize ülkesine kavuşmaktan duyduğum heyecan içinde şu yaşımda ağlar güler ilân bebeklerine döndüm.
Mütemadiyen tekrarladığım söz: Yaşa Atatürk, beni gurbette de göğsümü kabartarak yaşatan Atatürk. Refik Halit Karakayış.” (ntvmsnbc.com: Belge no: 8- Sayfa no: 22)
Atatürk sayfalarca süren bu konuşmaları bize okurken, gözlerinden yaş gelesiye gülüyordu. (…) ‘Yazık oldu şuna!’ diye söylendi ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya dönerek ‘Ne yapacaksak yapalım, onu bir an evvel memlekete dönmesinin çaresine bakalım’ dedi.
Şükrü Kaya ilkin şöyle bir çare bulmuştu: Refik Halit’e, talimatlı bir sınır karakoluna gelip teslim olması bildirilecekti. Karakol aldığı talimata göre, onu sözde ‘tahtel hıfz’[27] fakat hakikatte nezaketle Ankara’ya yollayacaktı. Ondan ötesi kolaydı artık.
Fakat Refik Halit, meselenin bu çözüm şeklini kabul etmedi. Bunun üzerinedir ki, iş Büyük Millet Meclisi’ne dayandı ve oradan çıkan bir umumî af kanunu ile halledildi. Bu suretle, diğer bütün Yüzellilikler de, Refik Halit sayesinde, memlekete dönmek haklarını kazanmış oluyordu.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, iletişim, 2013, s.71-73)
Melih Cevdet Anday, Refik Halid bağışlanıp İstanbul’a döndüğünde Ankara’dadır. Karay’ın gelir gelmez ‘Aydede’yi yeniden yayımlamaya başladığını ve derginin yönetimini üstlenen gazeteci öykü yazarı Ertuğrul Şevket’in kendisinde Aydede’ye “Ankara Mektupları” yazmasını istediğini, o sıralar memur olduğu için yazılarını takma adla yayımlanmasını bildirerek ilk yazısını yolladığını anlatır bir yazısında. İlk yazısı ‘zater’ imzasıyla yayımlanır. ‘Zater’in Refik Halid’in sürgünde yaşadığı Halep’te et yemeklerinin üzerine serpilen acı bir otun adı olduğunu öğrenir. Yazının sonrasında der ki:
“Ben ne düşünürsem düşüneyim, sürgündeyken bütün yazdıkları merakla izlenirdi Refik Halit Karay’ın. Sanırım sürgünde olması büyütüyordu değerini. Bir tanıdığım, onun Halep’teyken yazdığı Bir Avuç Saçma adlı kitabının elyazması bir kopyasını bir gece için edindiğini ve bir gece hiç uyumadan, beş paket cigara içerek, onu defterine geçirdiğini bana anlatmıştı Ankara’da. Refik Halit Karay döndükten sonra o kitap basıldı, okudum, neden yazdığını anlayamadım. Kolay yazdığı belliydi, ama kolay bir yazar olmasını sonuçlanmamalıydı bu.
Bir İstanbul’a gidişimde Aydede’ye uğradım, onunla tanışmak için. Öyle ya, bunca aydır yazıyordum dergisine. Merak da ediyordum Karay’ı; Mustafa Kemal’e, Kurtuluş Savaşı’na karşı olmuştu. Oysa şimdi, o haklı savaşın utkusuyla kurulan yeni Türkiye’ye dönmüştü; ne düşünüyordu, bir özeleştiride bulunuyor muydu?..
Mağrur bir adamla karşılaştığımı şaşarak gördüm. Anladım ki, ona bu gururu veren, sürgüne gitmiş olmasıdır. Nedeni neyse ne. Elbet büyük bir adamdı ki sürgüne yollanmıştı, değil mi ya!.. Üstelik ünü de artmıştı bu yüzden. Ne demişti o günlerde: ‘Yaşamakla öcümü aldım,’ demişti. Kimden?.. Anlayamadım. (…)
Bana ‘Zater’in ne olduğunu o gün anlatan Refik Halit Karay.” (Melih Cevdet Anday: “Zater”, Cumhuriyet, 13 Aralık 1982)
Refik Halid Karay, Halep’e yalnız gitmez. Eşi ve oğluyla birlikte gider. Ne var, Nâzime Hanım gurbete dayanamaz. Refik Halid eşinin İstanbul’ dönmesine ve kendisinden boşanmasına izin verir. İstanbul’a dönen Nâzime Hanım bir başkasıyla evlenir.
İlk eşinden olan oğlu Ender Karay, İş Bankasından emekli olmuş, 85 yaşında Üsküdar’da bir huzurevinde yaşarken, kendisiyle görüşen Fatma Durmuş’a anlatır:
“İlkokulun son sınıfındayken babam çağırdı Halep’e gittim. O tarihe kadar annemin yanında kalıyordum. Annem’le babam ayrılmışlardı. Orada Fransız mektebine gidecektim. İlk kez yabancı bir memlekete gidiyordum. Gittiğimin ertesi günü civardaki arap çocukları ‘inti Rumi, Sen Rumelilisin’ diye dövdüler beni. Birbuçuk yıl Fransız mektebinde okudum, papaz okuluydu ancak papazlar anlayışlı davranırdı. Bizi din derslerine almazlardı. Yabancı bir yerdi, adetimiz erkanımız her şey farklı, Türkiye’deki tahsil hayatım benim için her açıdan daha mutluluk vericiydi. Birbuçuk yıl sonra daha fazla annemsiz ve Türkiye’siz yaşayamayacağımı anlayıp geri döndüm.” (Fatma Durmuş: “Muhalif babanın uysal çocuğu”, Yeni Şafak, 30 Eylül 2004)
Refik Halid Karay, ikinci kez 1927 yılında, 2. Meşrutiyet dönemi Ankara mebuslarından Mahir Sait’in kızı Fatma Nihâl Hanımla dünya evine girer. Bu evliliğinden de bir oğlu olur.
“… Başına bir aile felâketi gelmişti. İlk sürgününde sevişip evlendiği kadın, artık, bu ikinci sürgüne dayanamayıp dört yaşında çocuğunu da yanına alarak onu gurbet diyarında yapayalnız bırakıp gitmişti.
Fakat, bunun üzerinden çok geçmeyecek, kendisinden on sekiz yaş küçük bir genç kız, Refik Halit’in yaralı kalbini tedavi etmesini ve ona başlangıçta bir Romeo-Juliette, sonucunda bir Don Juan masalının tadını tattırmasını bilecekti. Zira, Refik Halit, önce gizli gizli seviştiği küçük hanımı – babasının evlenme izni vermemesi üzerine – bizim Anadolu delikanlıları gibi kaçırarak alacaktı.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu: a.g.k., s.71)
“Sevgili eşini büyük yaş farkına rağmen kaçırarak almış olmaktan büyük övünç duyardı. Mutlu bir çifttiler. Ailede birinci keman rolünü üstat oynardı. Zaten üstadın bulunduğu mecliste birinci keman her zaman o olurdu. Eşi ile birlikte Mecidiyeköyü’nden Bahariye’ye, bize geldikleri günler ya da akşamlar, odamız onun yukarda değindiğim gibi, gür, her zaman biraz hırslı, gerilimli, iddialı, sevimli sesiyle dolardı.” (Haldun Taner: a.g.k., s.93)
Yıllar sonra Nihal Karay, yöneltilen soruyu yanıtlayarak, eşini değerlendirdi:
“‘Beni vermek istemedikleri için, ben de kendisine kaçtım… O zaman, yani 1927 yılında on beş yaşında idim. Refik de otuz dokuzunda… Midesine düşkün bir insan olduğundan evvela güzel yemeklerden zevk alır. Sonra içinde kadın bulunan meclislerde sohbetten hoşlanır. Muhataplarının zeki ve entelektüel olması şarttır. Kadın bulunmayan toplantılar kendisini çok sıkar. Ve mümkün olduğu kadar böyle toplantılarda bulunmamaya gayret eder. Ama daima kadınlığını empoze eden kadınlardan da nefret eder.’” (Eylem Bilgiç: “Eşlerinin gözüyle edebiyatçılar”, Sabah, 11 Eylül 2004)
Yukarıdaki değerlendirmeden 8 yıl sonra Nihal Karay’ın bir dergiye yansıyan sözleri ise şöyledir:
“‘Eşim yazı yazarken gayet rahatlıkla çalışır. Gürültüye filan aldırmaz. Ara sıra kalkıp dolaşır. Sabahın erken vaktinde yazmaya başlar. 11-12’ye kadar çalışır. Birçok hususta fikrimi alır. Bilhassa bazı kadın tabirlerini sorar. Yazdıklarını benden başka kimseye okumaz. Sabahları erken kalkıp kahvesini hazırlar. Benim sokağa çıkmam icap edince mükemmel yemek yapar. Midesine düşkün olduğundan güzel yemeklerden zevk alır.’ der ve eşinin en beğendiği romanın ‘Sürgün’ olduğunu söyler.” (Hemra Göze: “Eşlerinin Gözünden Edebiyatçılarımız”, Yeni Bahar, sayı: 139, 29 Mart 2012)
Kökende, gazete ve dergiye yansımış olan yukarıdaki sözler, Gazeteci-Türkolog Sermet Sami Uysal, 50 yıl önce Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı “Eşlerine Göre Ediplerimiz” başlıklı söyleşileri topladığı kitaptan ve Tahsin Yıldırım’ın “Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız” adlı kitabından aktarılmadır.[28]
Zaman gazetesinden Ali Çolak “Edebiyatçıyla evli kadın, bir kader kurbanıdır” başlıklı yazısında Nihal Hanım’ı “Refik Halid’i uslandıran kadın” olarak niteler:
“… Fakat sanırım pek az kadın, Refik Halid Karay’ın eşi Nihal Hanım kadar kocasını ev kuzusu yapabilmiştir. Yalnız şurasını unutmayalım ki üstad, Nihal Hanım’la evlendiğinde 39’undadır ve o yaşına kadar bohemliğin dibini çoktan bulmuştur. Evliliğe imza attıklarında Nihal daha 15’indedir. Siz, şu gözü kara kıza bakın ki ailesi istemediği halde bohçasını alıp Refik Halid’in peşinden ta Beyrut’lara kadar gitmiş; yaşı tutmadığı için de binbir güçlükle üstadın nikahına geçebilmiştir. Bu Nihal Hanım, Beyoğlu âlemlerinin gediklisi, gözünü budaktan sakınmayan, dik başlı Refik Halid’i hem siyasetten hem de eğlence âleminden çekip almış, basbayağı uslandırmıştır.” (Zaman, 19 Eylül 2004)
Hakkı Süha Gezgin, Refik Halid’i betimler:
“Tanışmadım amma gördüm. İnce bir gövde, renksiz bir yüz ve bu solgun yüzü köprü gibi ikiye bölen kemerli bir burun. Küçük, parlak; fakat namlu içi gibi karanlık, yine namlu içi gibi derinliğinde bir fişeğin nikel şimşeği çakan gözler. Acı sözleri hatırlatan biber renkli bir ağız: Konduğu yerlere kaşıntı veren ışıktan ısırganlı bakışlar. Benim gördüğüm madde Refik Hâlid işte budur. İnsanlık tarafını tanımadığım, iyi bilmediğim için bu cephesi üstünde durmayacağım. Yalnız girgin bir adam olduğunu sanıyorum. Çünkü o, Sinop’ta sürgünken, değerli bir sanatkârın çile çekmesine dayanamayan bazı arkadaşlar, Rahmetli Talât Paşa’ya başvurarak onu İstanbul’a getirtmişlerdi. Merkez-i Umumi o sıralarda Yeni Mecmua’yı çıkartıyordu.
Refik Hâlid de bu mecmuanın yazıcıları arasına karıştı. Aradan bir ay geçmeden herkesle can ciğer olmuş, kendini adamakıllı sevdirmişti. O kadar ki kendisini sürgünden getirtenler, herhangi bir dileklerini büyüklere kabul ettirmek için, onun delâletine muhtaç kaldıklarını gülerek söylerlerdi. (…)
Sanatkâr Refik Hâlid’e gelince: Fecr-i Âti, eğer edebiyat tarihinde nefes almışsa, onu yaşatan kudretlerden biri, belki en büyüğü odur. Halit Ziya’dan, Rauf ve hatta Hüseyin Cahit’ten sonra düzgünsüz, yaldızsız nesrin ilk güzel örneğini o verdi. Dilde inkılâp yapmak ihtiyacını da onun sadelikte gösterdiği mükemmellik doğurmuştur, sanıyorum. Tepkisiz, boyasız halk Türkçesinin kuvvetli bir sanatkâr elinden geçince ne sevimli ve ne alımlı hale girdiğini, Halide Hanım’dan önce o göstermişti. (…)
Refik Halid’de, çöplüğü cennet yapan büyülü bir sanat menşuru var. Ondan süzdüğü manzaralar, tabiat ve şahıslar altın suyuna batırılmış zincirler gibi ansızın kıvılcımlı bir parıltı ile göz alırlar Sözler nota, cümleler batota olur. Oynak, berrak, cilveli satırlar sıralanır. Yazıya ilk bakışta göze çarpmayan gizli bir musikî, bir iç âhengi yayılır. Duygusunda çarpıcı derinlikler, düşünüşünde zihni durduracak genişlikler yoktur. Fakat kendi yolunda bir tanedir.” (Hakkı Süha Gezgin: Edebi Portreler, (Hazırlayan: Beşir Ayvazoğlu), kapı, 2013, s.254-256)
Haldun Taner: “Edebiyatçı Refik Halit Karay’ın yanında ve ötesinde, bir de günü yaşayan Refik Halit vardı ki, o da çok ilginç ve renkli tepkileri, iddiaları ile unutulmaz bir anıdır” der. Örnekler verir:
“Refik Halit’in özel yaşamının en belirgin iki niteliği sanırım canlılığı ve mizahçı yaradılışı idi. (…) Refik Halit yaş kavramını asla akla getirmeyen bir yaşlı idi. (…) Refik Halit de 75 yaşında dünyaya, insanlara, böyle bir delikanlı bakışı ile bakardı. Onun için önemli olan, o içinde bulunduğu ânı en iyi şekilde değerlendirmekti. Yaşadığının farkına varmaktı.
Çoğu bu tür insanlar gibi boğazına da düşkündü. ‘Ben iyi kızartılabilmiş bir koyun budunda güzel ve sıcak bir sonbahar grubunu, akik gibi pişmiş, üstü sertçe, içi şeffaf elma kompostosunda bir yaz güneşinin serin doğuşunu seyredermişçesine zevk duyarım’ derdi. Dünyaya bakışında da bu damağına ve midesine düşkünlük belli olurdu. Bir genç kızı bala, şekere, şekerlemeye benzetir, onu yemek ve yutmak hevesini dile getirirdi.” (Haldun Taner: a.g.k., s.92-93)
Refik Halid’in gençlik dönemindeki ‘Her gece Beyoğlu’ günlerini Ruşen Eşref şöyle değerlendirir: “Her gün elbise ve potin değiştiren, akşamları ya Lebon’da ya İsketin Palas’da bir dubone şarabı içtikten sonra Tokatlıyan’da birasıyla ve bifteğiyle yemek yiyen Refik Halid’in, beyzade olarak yaşamaya hevesli olduğu, parasız edebiyat ve sanat heveskarlarından ziyade, şık Tokatlıyan adamlarını tercih ettiği bilinmektedir” (Aktaran: Nihat Karaer: Tam Bir Muhalif (Refik Halid Karay), Temel Kitabevi, 1998, s.27)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu da, “Refik Halit’in uzaktan uzağa Aşk-ı Memnu’daki hoppa ve züppe Behlûl’u andırır halleri vardı” der. Anılarında anlatır:
“Cebimizin müsaadesine göre,kâh Tokatlıyan’da yemek yemekte, kâh bir bakkal dükkânının köşesinde abur cubur mezelerle rakımızı içmekteyizdir, Refik Halit’in yüzünde aynı neşenin ifadesini okurdum ve gece yarısına doğru her rast geldiği kızın ona gökten inmiş bir peri gibi göründüğünü sezerdim ve neden söylemeyeyim, ondaki bu yaşama şevkini – bazı bazı bana da sirayet ettiği halde – kıskandığım olurdu. (…) neden Refik Halit’in düşüp kalktığı kızlar bir gecelik sevgililerdi de, benim tanıdıklarım tutkusu aylarca süren ‘maşuka’lardı. Nihayet, Beyoğlu âlemlerimizin ertesi günü, Refik Halit geçirdiği geceyi tekrar etmeye hazırlanırken ben neden içerim pişmanlık ve bezginlikle dolu hemen eve dönmeğe can atardım?” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu: a.g.k.,s.54-55)
Refik Halid, Ankara’ya biraz da sokaklarında kadın dolaşmayan, kaldırımlarında genç kız ayağı sekmeyen bir kent olduğu için ısınamaz:
“Velev ki memur olsa, velev ki bir eski Yunan sitesi de kurulsa sokaklarında kadın dolaşmayan, kaldırımlarında genç kız ayağı sekmeyen bir şehir, insana, gene deşilmesi bitmemiş bir tünel kadar manzarasız, renksiz, ışıksız gelebilir. Meşhur çocuk masalındaki maymunun lantermajik’i,[29] lambasının yakılması unutulmuştur. O zamanki Ankara sokaklarının başına sanki bir tünel turnikesi konmuştu; geçenlerden bilet bile sorulmazdı; fakat cinsiyeti muayene olunur, sanki dişiler geri çevrilirdi.
Bir bekâr adam, kadın yüzüne değil, kadın gölgesine, çizgisine bile hasretti! Kadın şekli görmek için kadınlar hamamının önünde nöbet beklemek, kadın sesi duymak için komşunun duvarına kulak dayamak lazımdı.
Enver Paşa’nın kadın çarşafları için ölçü neşrettiği devirde idik: Etekler yerden âzamî beş santim yukarıda olacaktı. Harb cephelerindeki muvaffakiyetsizliğe hanımların örtünüşündeki ihmal de bir sebep teşkil ediyordu.” (R. H. Karay: a.g.k, s.133)
“Bir Ömür Boyunca” adlı anılar kitabında Beyoğlu’ndaki (anısını yazdığı sırada) yerinde yeller esen ‘Anfi’ tiyatrosuna ilk kez lise öğrencisi iken girdiğini ve bir Fransız topluluğunca sergilenen “La Poupée-Bebek” operetini izlediğini, son kertede etkilendiğini ve sonuçta bir ‘operetoman” olduğunu anlatır. Aradan çok zaman geçtiği halde oynayanları unutmadığını belirtir:
“Şimdi bile oynayanlardan birkaçının, hele iki subretin[30] adlarını hatırlamaktayım: Ufak tefek, fevkalade neşeli ve sevimli olanınki: Lina Vandernoot… öbürü, ciddisi ve gerçekten güzeli, hanımefendi edalısı: Lucia Müller!…
Lina ne oldu, bilmem. Fakat Lucia hakkında sonradan malumat edindim: Paris’e yakın bir su şehri olan Enghien’de ve pek genç yaşta intihar etmişti. Haberi ben gurbette iken nice zaman sonra, Suriye Devlet Reisi Damat Ahmet Nâmi Bey’den öğrenmiştim; merhum, Abdülhamit Han’a damatlık etmişti. Ve Lucia’yı İstanbul’da tanımış, Paris’te soruşturmuş; randevu almış, fakat randevusuna gittiği gün az evvel intihar ettiğini öğrenmişti.” (s.245)
Fransız ve İtalyan operet toplulukları birbiri arkasına temsiller vererek “Anfi”yi Meşrutiyet dönemine değin “şen, rağbette, mamur bir halde” yaşatırlar. Anfi, daha sonra sinema salonuna dönüştürülür:
“Devamlı müşterilerinden biri bendim; program değiştiği gecelerde, evvelden kapatılan yerimde isbat-ı vücud ederdim. Yaş: Yirmi bir, yirmi iki…
Büyüklüğe pek özenirdik, özendiğimiz için de başımızdan büyük işlere kalkışırdık. Mesela operetteki kızlardan birini, temsil sonu, gece yemeğine bir lokantaya götürmek, baş başa supe etmek!.. Kalantor zevat, başrolleri oynayan – demin isimlerini söylemiştim – kızların peşindeydi; biz de — karınca kararınca – koroda çalışanlar arasından hoşumuza gidenleri seçerdik.
Usulü şu idi: Temsil bitip de koro kızları yan kapıdan çıkarlarken bekler, işaret eder, arkasından biraz yürür, önünü çevirir ve bozuk Fransızcamızla:
‘Matmazel acaba supe davetimi kabul eder mi?’ diye sorardık. Kılığı, kıyafeti yerinde bir aile çocuğu olduğumuz belliydi, teklifimiz çok defa hemen kabul edilirdi. Fakat daha önce sözleşilmiş ise, matmazel nezaketle cevap verirdi:
‘Bu gece maalesef olmaz.’
‘Yarın?’
‘Memnuniyetle..’
El sıkar, ayrılırdık. Gece yemeği demek, öteki demek değildi. Lokanta çıkışı herkes ekseriya kendi yolunda giderdi. Fakat ya para, yahut karşılıklı sempati rol oynadığı takdirde, mesele ve takip edilecek yol, daha doğrusu hedef değişirdi.
O devirlerde polis, vatandaşları da, turistleri ve ecnebileri de eğlence hususunda bezdirici tahditlere tabi tutmadığından, Beyoğlu hem hür, hem neşeli, sabahlara kadar açık ve bütün serbestliğine rağmen, belki de bundan ötürü, zabıta vakası az bir şehirdi.
Herkes haddini bilirdi; bilmeyenler Galata’dan yukarıya çıkamazlardı. Galata bir kalbur ve bir süzgeç vazifesini görür, aşağıda kalacakları tutar, yukarıda yer alabilecekleri ayırıp Beyoğlu’na salıverirdi.
Değil yatsı saatinde, sabaha karşı bile Beyoğlu caddesinden geçen kadınlar, korkuyu hatırlarından geçirmezlerdi. Adeta terbiyeli bir şehirdi burası! İnanmamakta haklısınız.
On dokuz yaşından ta sürgüne gidinceye kadar yıllarca Beyoğlu’nun gece hayatında eğlence namına yapmadığımı bırakmadığım halde başımdan en ufak vaka geçmedi; yanımdakilere söz atmak şöyle dursun, yan ve dik bakana bile rastlamadım. Ne atıştık, ne kapıştık, karakolluk olmadık kısacası!
Değil aile kadınlarına, cümle âlemin tanıdığı kızlara dahi – hayrettir vallahi – kimse kem gözle bakmazdı. ‘Parasını veren düdüğünü çalar’ sözü o zaman, Beyoğlu âlemlerinin efendi halkı için bir düstur veya ‘racon’ idi.” (s.246-247)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, “Beyoğlu âlemlerimizin ertesi günü, Refik Halit geçirdiği geceyi tekrar etmeye hazırlanırken ben neden içerim pişmanlık ve bezginlikle dolu hemen eve dönmeğe can atardım?” diye kendine sorduğu soruya verdiği karşılık: “… Refik Halit doğuştan iyimserdi ve her iyimser tabiatli insan gibi realist bir hayat adamı olmuştu. Ben ise kötümser ve karamsar mizaçlı idim ve bu mizaç arkasından gördüğüm dünyada bana yaşamak şevki verecek hiçbir şey bulamıyordum. Tek zevkim okumak, okumak, okumaktı.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu: a.g.k.,s.54-55)
Yakup Kadri’nin okumaya düşkünlüğünün Refik Halid’te bulunmadığını Haldun Taner tanıtlar:
“Dikkat ettiğim bir şey var: Peyami Safa hariç, eski kuşaklar yazarlarının çoğu, mesela Abdülhak Şinasi, mesela Falih Rıfkı Atay, mesela Refik Halit ideolojik konularda pek hazır elbise, pek basmakalıp birtakım önyargılardan öte, bir bilgi sahibi değildirler. Zahmet edip enine boyuna okumazlardı. Öğrenmeye değer bulmazlardı. Öğrenince o kadar sıkı, sımsıkı yapıştıkları yargılarının değişebilme olasılığından kuşkulandıklarından mıdır, yoksa şu ölümlü dünyada işlerine gelmeyen, hoşlarına gitmeyen şeylerle keyiflerini bozmak istemediklerinden midir, bilemem. Bu konularda tartışma kabul etmez, bildiğim bildikcilikleri, çaldığım düdükçülükleri belki biraz da, eşelenirse bu konudaki sığ bilgilerinin ortaya çıkacağından çekindiklerinden geliyordu.
Refik Halit’in sade ideolojik konuları değil, okumayı da esasen pek sevdiğini sanmıyorum. Okuyan adam her hâlinden, her sözünden belli olur. (…) Refik Halit de okuyan değil, yazan soydandı. Ama yazdığını da elhak güzel yazardı. Türkçenin tadını çıkara çıkara, okuyucusuna da tattıra tattıra…” (Haldun Taner: a.g.k., s.91)
Türkçenin tadını tadarak okumak!.. Türkçenin tadına vararak okumak! Bir okur için okumayı çekici yapan başta gelen özellik değil mi? Gerçekten de Karay’ın romanlarının (ve de elbette yazılarının) okuru çeken bir yanı da Türkçesinin akıcılığı. Anlattığını iyi anlatması. Güzel anlatması. Bir öteki yanı da, elbette, içeriği. Romanlarının konuları. İçerikle/konuyla anlatım gücü – anlatının güzelliği, akıcılığı birleşince okurun zevk aldığı, keyif duyarak okuduğu metinler ortaya çıkıyor.
Üç ciltlik “Nilgün” adlı romanı hakkında der ki Karay: “Bu esere başlayınca Nilgün’e kendim de tutuldum ve yanımda hissetmek için çok defa geceleyin masama koşup onu yaşatmak ihtiyacı içinde romana sarıldım, sabahlara kadar çalıştım.” Bu çalışma şevki, yarattığı roman kahramanına tutulması, belli ki yazdığı satırlara da siniyor.
Selim İleri, Çağlayan yayınevinin çıkardığı kitapların asla yabana atılacak eserler olmadığını söyler; örnek olarak Refik Halid’in kitaplarını gösterir.
“Asla yabana atılacak eserler değil. Örnekse, Refik Halid’in romanları; Bugünün Saraylısı, Yeraltında Dünya Var, İki Cisimli Kadın hatırladıklarım arasında. (…)
Refik Halid’in romanlarını soluk soluğa okuduğum dönemlerdi. Bugünün Saraylısı’nı birkaç kez okumuş, bir türlü doyamamıştım. O yüzden bazı sahnelerini ezbere hatırlarım. Onu çağrıştıran Dişi Örümcek de çok hoşuma giderdi. Hele Nilgün, bir dönem, başucu kitabım oldu.
2000 Yılın Sevgilisi’ne gelince, beş-on sayfa okuduktan sonra, beni adamakıllı şaşırtmıştı. Bir zaman kaymasında geriye, geçmişe yolculuk… Aslında her şey en olağan roman sahneleriyle başlıyor:
Fahir’le Güldal, birbirlerini tanımayan genç adamla genç kız, İskenderun Garı’ndan Ankara-İstanbul trenine binecekler. Ökaliptüs ağaçlarından geniz yakıcı rayihalar. Mevsim, ilkyaz sonu. Güldal’la Fahir, besbelli, az sonra göz göze gelecekler.
Geliyorlar da, ama demin dediğim gibi bir zaman kaymasına uğrayarak: Onlarınki yıldırım aşkı değil. Fahir’in iddiasına bakılırsa, 2000 yılından beri sürüyor aşk, tutku, gönül ikizliği.
Böylece roman 2000 yıllık bir zaman dilimine açılma imkânı buluyor ve Refik Halid Karay da tatlı tatlı anlatıyor. Adlar değişiyor; Fahir, Güldal’ın Tamara olduğu kanısında. Tamara, Amora olacak; Selçuklu’ya uzanınca Zerrintaç.
Bilimkurgusal bir aşk romanın erken örneği mi? Belki. Ne var ki, Refik Halid’in tarihe, sanat tarihine obur bakışıyla. Fahir soruyor: ‘Bilmem Vatikan Müzesi’ndeki Kaere Lâhdi’ni gördünüz mü?’ Güldal görmemiş. ‘Etrüsk tarzında bir lâhiddir. Üzerinde, ayaklarını uzatarak yastıklara dayanıp oturan bir kadınla bir erkek heykeli vardır. Kadın öndedir ve erkeğin bir kolu şefkatle onu sarmaktadır.’ Handiyse, kalkıp Vatikan Müzesi’ne gideceğiniz geliyor, Kaere Lâhdi’ni görmek için. Meğer, böyle bir lâhid de Efes’te bulunmuş! Yolunuz bu kez Efes’e yöneliyor…
Refik Halid, bir konuşmasında, para kazanmak gayesiyle yazdım romanlarımı demiş, hiçbir iddia taşımadım demiş. Edebiyat tarihçilerimiz bu sözü – yazık ki – yineleyip dururlar. O sözün gerisindeki ince alay fark edilmez.
Oysa usta bir anlatıcıdır Refik Halid. En piyasa işi(!) romanında bile, roman sanatına, hele Türkçede romana ufuk açan özellikler, incelikler yakalayabilirsiniz. Uçsuz bucaksız bir okuma kültüründen izdüşümler de cabası.
Sonra Türkçesi. 2000 Yılın Sevgilisi’nden: ‘Ne tatlı kız! Ne kadar da hoş şeyler yapıyor! Her hareketi sevimden ibaret!’ Hangimiz ‘sevim’i bu kadar güzel kullanabiliyoruz? Sevim, yani sevdiren özellik.’Sevim’i kimi önemli sözlüklerde bulamadım. Sevimliyle yetinilmiş. Ama Ali Püsküllüoğlu’nun dikkatinden kaçmamış.
2000 Yılın Sevgilisi artık 2060 yılın sevgilisi ve sevimden ibaret bir roman.” (Selim İleri: “Artık 2060 yılın sevgilisi”, Radikal Kitap, 16 Mart 2007
“2000 Yılın Sevgilisi” okuyanları etkilemiş. Etkilediğinin bir göstergesi, Faruk Bildirici’nin Güldal Mumcu ile yaptığı söyleşide yer aldı
“Babam Süreyya Homan eczacı bir subay. Annem, Siirt’teyken bana hamile kalınca doğum için memleketi Denizli’ye gelmiş. Ben dördüncü ve son çocuğum. Babam, kızı olduğunu öğrenince, “Refik Halid Karay’ın ‘2000 Yılın Sevgilisi’ni okudum, kızım da 2000’lerde yaşayacak. Oradaki kızın adını koyalım, adı Güldal olsun” diye mektup yazıyor. Üç ablamın adı da ‘al’la biter. Zuhal, İclal, Nural… Belki babam Güldal’ın ses uyumunu da düşündü. Annem ise Şükran istiyormuş, Şükran Güldal ismini veriyorlar. Fakat hep Güldal diye çağırdılar, Şükran sadece ilkokulda bir ara kullanıldı.” (Faruk Bildirici: “Güldal Mumcu”, Hürriyet Pazar, 25 Nisan 2010)
Selim İleri, “2000 Yılın Sevgilisi” için “Bilimkurgusal bir aşk romanın erken örneği mi?” diye soruyor ya, “Ago Paşa’nın Hatıratı” kitabındaki “Hülya Bu Ya” başlıklı yazısına ne demeli?!.
“Amerikalı seyyah Mr. Con Hülya şöyle anlatıyor.
… Aman diyordum, derhal bir otomobile atlayalım ve şehre girelim!
Rehberim gülüyordu:
‘Burada ne arabaya, ne otomobil, ne de yürümeye ihtiyaç vardır, şimdi çıkar çıkmaz yol kendiliğinden hareket eder ve size istediğiniz semte götürür!’ diyordu; ben inanmıyordum, fakat doğruymuş… İstasyonun rıhtımından ayağınızı yaya kaldırımına basar basmaz ileri doğru gittiğimizi hissettim, yaya kaldırımları hareketli idi. İki tarafı ağaçlık bir geniş bulvardan geçiyor, mütemadiyen gidiyorduk. Yol beş dakikada bir duruyor, yanımızdakilerden bazıları sabit sokaklara iniyor, hariçten bazıları da bu oynak yola biniyordu. Kış olmasına rağmen ağaçlar yemyeşil, yapraklı ve çiçekliydi. Rehberim açıkladı: ‘Ankara’da mevsim yoktur,’ dedi. Birtakım fenni usüller sayesinde, hava boşluğunda daimi bir sıcaklık teminine muvaffak olduk, yer altı kaloriferleri toprağı ısıtır ve elektrik makinaları göğe sıcaklık verir, hatta burada yağmur ve kar yağmaz, gündüz ve gece olmaz!
Kemali hayretle:
‘Nasıl ve ne suretle?’ diye sordum. Muhatabım:
‘Pek basit,’ dedi, ‘mühendislerimiz bir akümülatör icat ettiler, gündüzleri güneşin ışıklarını topluyor, biriktiriyor, geceleri özel aletler vasıtasıyla havaya neşrediyorlar. Aydınlık hep birdir. Yağmur bulutlarını ise, bir nevi elektrikli makineleri sayesinde şehre düşmeden evvel topluyorlar, belirli bir saatte, herkes uykuda iken, yalnız lüzumu olan yerlere fennen ne kadar lazımsa o miktar döküyorlar…
‘Ya rüzgara karşı ne yaparsınız?’
‘Birtakım büyük rüzgâr makinaları icat olundu, şehre doğru esen tabii rüzgârlara mukabil daha kuvvetli, daha şiddetli suni rüzgarlar estiriyor ve bu suretle tabilerini geri püskürtüyoruz!’
‘İşte,’ dedi, ‘Büyük Millet Meclisi sarayı… Gezerken görürsünüz, içinde kimse yoktur, bomboştur!’
‘Nasıl, toplantılar olmuyor mu?’
‘Oluyor, fakat, bunun için mebusların oraya kadar gitmesine ne lüzum var? zaten bizim milletvekillerimiz aynı zamanda nazır, müdür, kumandan, vali ve mutasarrıftırlar da… işlerinden ayrılıp, millet sarayına kadar giderlerse boşu boşuna vakit kaybederler, onun için meclis salonunda, her mebusun yerinde bir konuşucu, sesli telefon vardır, zamanı gelince reis bulunduğu yerden, evinden başkanlık dairesinden önündeki telefona ‘”meclis açıldı!” diye seslenir, bu ses salondaki riyaset telefonu tarafından aynen tekrar edilir, o zaman bilumum mebuslar, kulaklarına bulundukları mahalden, telefon ahizesini takarlar, hem işlerini görürler hem görüşmeyi takip ederler. Ve ne söylerlerse bilirler ki, salonda aynen aksedecektir. Şayet celse pek gürültülü olur, kapanmak gerekirse, reis bir düğmeye basar, telefonların ceryanı kesilir, bir anda sükût ve sükûn da temin olunur.’
… Millet Bahçesine girdik, arkadaşım: ‘Biraz havadis alalım!’ dedi. Bir sinema binasına girdik, ne göreyim? Yer yuvarlağının beş kıtası hesabıyla beş beyaz levha duruyor ve dakikasına dünyada mühim ne vaka oluyorsa aynen, resim şeklinde seyircilerin gözü önüne konuyor. Biz girdiğimiz zaman Avrupa levhası Londra Sulh Konferansının müzakeresini gösteriyordu; bu makina için gizli ve kapaklı hiçbir iş yoktu, Venizelos’un harekâtını, kışkırtma ve faaliyetini bile uzaktan ‘Ankara’ halkına saati saatine bildiriyordu.”
“Refik Halid Karay, Bir Ömür Boyunca adlı hatıra kitabının bir yerinde, kendi kendine, ‘Uzun ömürlü bir insan geride bıraktığı yıllar içinde görünür görünmez kaç kaza atlatmış, kaç kazadan kurtulmak suretiyle aksaçlı olabilmiştir?’ diye sorar.
Başkasını bilmeyiz, ama onun hem ölümle burun buruna geldiği anlar epey fazladır hem de bitip tükenmez, eğlenceli ölüm efsaneleri vardır. Ne var ki anlatan Refik Halid olunca gerçekler de efsaneler kadar eğlencelidir. Bir keresinde, yazarımız henüz 15-16 yaşlarındadır ve ailecek, Anadolu Hisarı’ndan Beykoz’a, Karakulak Suyu’nun başına testi kebabı yemeğe giderler. Akşam üzeri vapuru kaçırırlar, karadan dönüş mümkün olmadığı için iki sandal tutup döneceklerdir. Güzel bir gurup vakti sandalla açılırlar ki birazdan ayakları ıslanmaya başladığında sandalın su aldığını fark ederler. Babasından başka yüzme bilen yoktur; bir korku, bir panik; çığrış bağrış! Sandal lebalep su ile dolar. Kıyıya az kalmıştır, ama sandalcı korkudan kürekleri bırakıvermiştir. Tam dibi boylayacaklardır ki rıhtımda, elinde bir kangal iple, redingotlu, siyah şapkalı bir adam Hızır gibi biter! Adam ipin ucunu fırlatıp kayığı rıhtıma çeker ve bizimkileri maharetle sahili selamete kavuşturur. O adam kimdir, elinde ipin ne işi vardır? Buna Refik Halid Bey de şaşıp kalmıştır!
Hazret ileri yaşlarında da bir gün dostu Cevat Bey’in İçmeler’deki köşkünde bikarbonat yerine yanlışlıkla bir avuç DDT tozu içerek ölümün kapısına kadar gelmiş, oradan gerisin geri dönmüştür. Lübnan’da sürgünde iken de ağzı açık, gayet derin bir sarnıca düşmüş ve canını zor kurtarmıştır; ama bu, onun gençlik yıllarında evlerinin avlusundaki lağım çukuruna düşüp de rezil bir ölümle burun buruna geldiği hadisenin yanında sözü edilmeye değecek bir vaka bile değildir.
Yazarımız henüz 17 yaşlarındadır ve dünyayı kasıp kavuran Sherlock Holmes fırtınasının tesiriyle polis hafiyeliğine soyunmuştur. Dedektiflik yapacaktır ve etrafta hünerini ispat edeceği bir vaka aramaktadır. O günlerde, kendilerinde misafir kalıp dönen yengesinden, mücevherlerini unutup gittiğini bildiren bir telgraf gelir. Ev didik didik aranır, fakat netice alınamaz. İş, taze dedektifimize kalmıştır. Şerlok usulü tahkikatla zihin patlatan yazarımız, yorgun bir halde avludan içeri adımını attığında, cumburlop gündüzden temizlenmek için açılmış lağım çukuruna yuvarlanıverir. Mevsim yazdır, herkes dışarıda, eğlencededir. Feryat figan eder, sesini duyuramaz. Artık umudunu kesmiştir ve lağım deryasında boğulmak üzeredir ki genç hafiyeyi tesadüf eseri, evde ayak işlerine bakan bir gözü kör kadıncağız gelip kurtaracaktır. Üstünden çıkan esvap da bir lağımcıya hediye edilecektir. Eğer o kadıncağız yetişmeseydi, yazarımız pek kötü bir talih ile lağım sularına gömülüp can vermiş olacaktı. Şükür ki dünyada yiyecek çok ekmeği vardır ve daha İstanbul’dan zoraki de olsa çıkacak önce Anadolu’da ardından da Beyrut’ta, Halep’te feleğin çemberinden geçecektir!
(…) Bir Ömür Boyunca’nın başında, çoğu kimsenin sürgünlüğe dayanamayıp bir iz ve eser bırakamadan çarçabuk öbür dünyayı boyladığını anlattıktan sonra, ‘Bana bunların hiçbiri olmadı. Hem dayandım, hem dayattım, biraz ürküttüm, epeyce tutuldum’ diye övünmesi boşuna değildir.
Refik Halid’in gurbette yaşadığı ölüm efsaneleri ise gerçeğini gölgede bırakacak kadar tesirli ve dahi eğlencelidir. Lübnan’da iken memleket gazetelerinde ikide bir kendisinin hastalık hatta ölüm haberleri çıkar. Bir gün yine arkadaşlarıyla içki masasında otururlarken biri, Cumhuriyet gazetesinden, kendisinin ağır hasta olduğuna dair haberi gösterir. Olup bitene İllallah diyen üstad, ‘Şu gazeteye sert hatta kaba bir cevap vereyim.’ diyerek kağıt kaleme sarılır. Cevabı yazıp telgrafhaneye gönderdiği halde beğenmeyip geri getirtir ve aklına gelen bir muzipliği kağıda döker: ‘Refik Halid, iltihab-ı seha’yadan (menenjit) vefat etti.’ Altına da Halep’te bulunan bir doktor dostunun, Sadullah Sami’nin ismini yazar. Telgraf gider. Gazetenin faka basacağına pek ihtimal vermezler; ama ertesi gün gittikleri Kırıkhan’da kendisini tanıyanlar öbür dünyanın ahvalinden sual edince uyanırlar. Cumhuriyet’i ellerine alıp bir de ne görsünler! ‘Refik Halid iltihab-ı seha’yadan vefat etti.’ Altında ise vefatından duyulan büyük teessür ve kendisinin edebi kudretine dair övgüler içeren bir yazı!.. Sonraki günlerde gazeteler, ardından gayet dokunaklı medh-ü sena ve keder yazıları yazmaya devam edecektir. Ailesini ve dostlarını kederden kurtarmak isteyen Refik Halid derhal bir telgraf daha çekerek durumu düzeltme yoluna gider. Telgraf İstanbul Matbuat Cemiyeti’ne çekilir ve şöyle yazıyordur: ‘Hararet 37, nabız 80, vahamet yoktur. Beray-ı tebdil-i heva, İskenderun’dayız. İmza: Doktor Sadullah Sami”. Üstad, bu telgrafla güya hastalığı atlatmış da nekahet devrini geçirmek üzere deniz kıyısına gelmiş süsü vermiştir. Hal böyledir; ama İstanbul gazetelerinde zavallı muharririn gurbette genç yaşta ölümünden duyulan üzüntü ile kaleme alınmış nice kaside ve makaleler de almış başını gidiyordur. Bunların hepsini bir dosyada toplayan Refik Halid’in, yazılanları okurken, bahsedilen başka biriymiş gibi gözleri sulanır ve ‘Vah zavallı, gurbette ölüp gitti, yazık oldu!’ diyesi gelir. Heyhat! Birileri de onu gurbette öldürmeye kararlıdır. Bir zaman sonra bir gazete, bu sefer onun Amik gölünde Alemdarcı Pehlivan Kadri Bey’le timsah avlarken sandaldan düşüp boğulduğunu yazacaktır. Bir başka seferinde ise gazetelerde yazarın ailesiyle birlikte Antakya’dan Halep’e dönerken kaza geçirdiği ve otomobilin parçalandığı haberi verilir. Bu da yalandır ve Dörtyol’dan telgraf çeken bir işgüzarın uydurmasıdır.
Refik Halid Bey, gurbetteki bunca sahte ölüm vakasının ardından, evine dönüp huzura kavuşunca, ‘Korku ölümü ne geciktirir ne önler; onu ne beklemeli ne de çağırmalı; kendiliğinden muhakkak geleceği için işi oluruna bırakmalı.’ diyecek; sükûnet içinde hatıralarını yazacaktır. Ölüm, son kez ve gerçekten geldiğinde ise yıl 1965’tir ve yazarımız, 77. yaşının sefasını sürmektedir.” (Ali Çolak: a.g.y., Zaman, 6 Mayıs 2006)HABERLER Pazar
1965 yılı, ömrünün son yılı olur…
Refik Halid Karay’ı romanlarını okuyarak tanıdım. Şimdi düşünüyorum da, elbette romanlarını hala başarılı buluyorum, ama anıları daha etkileyici… Anılarını okurken, Osmanlı’nın son yıllarıyla Cumhuriyet döneminde, yazarın yaşadığı zaman içerisinde olup bitenleri öğreniyorsunuz. Hem de bir tarih kitabının asık suratlı anlatımıyla değil de, akıcı bir Türkçeyle yazılmış satırlardan öğreniyorsunuz. Sıkılmadan, anı
kitabını/kitaplarını elinizden bırakamıyorsunuz.
ÖNDER ŞENYAPILI
(Sonraki yazar: AHMET HAMDİ TANPINAR)
DİPNOTLAR:
[1] Tadatında = sayımında.
[2] Galatasaray
[3] Mubassır: okullarda düzeni sağlayan görevli
[4] Müdür-i sani = ikinci müdür, müdür yardımcısı
[5] Matuh = bunak
[6] Geleceğin Şafağı
[7] savurganlık
[8] İstihza: alay
[9] Yeni Deniz
[10] Refik Halid Karay, “Bir Ömür Boyunca” adlı anı kitabında yer alan yazısında bu sözcüğü şöyle açıklar: “Tantuna gitmek tabiri yavaş yavaş unutuluyor. Bu söz Abdülhamit devrinde ‘sürülmek, sürgüne yollanmak’ manasına kullanıldığından ve hemen hemen herkes sürülme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğundan gizli konuşmalarda çok geçerdi. Aslı nedir? Bilmiyorum, daha ziyade eskiden elfaz-ı-savtiye dediğimiz, seslerden yapılan kelimeleri andırıyor: cumburlop, pata küte, çat pat, filan nevinden…” (s.74)
[11] cimri
[12] Salaşpur=Seyrek dokunmuş, astarlık ince bez (TDK) Hindistan’daki Solapur kentinin adından gelmeymiş.
[13] Kânunsani = ocak ayı
[14] Tesviye = ödeme
[15]Nezahet = incelik
[16] Riayet etmek = uymak
[17] Muhil = ihlal eden, bozan, çiğneyen; muhill-i edep = terbiye dışı
[18] Haya =ar, namus, edep,, utanma, sıkılma
[19] İbka = yerinde, önceki halinde bırakma
[20] İnilti, feryat
[21] Dağzen=nişan, damga vuran; kalp, gönül kırıcı
[22] İnfiâl*körlenme, körleşme
[23] Nevale=yiyecek-içecek
[24] Pehlû=vücudun bir yanı; yan
[25] Bâliş= yastık, yüz yastığı
[26] Susam yağı
[27] Tutuklu olarak – Y.K.K.
[28] “Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız”, Selis Yayınlarından; “Eşlerine Göre Ediplerimiz”, Timaş Yayınlarından çıkmıştır.
[29] Büyülü fener
[30] Subret: komedilerde hafifmeşrep genç kadın ya da hizmetçi rollerine çıkan kadın oyuncu
Kategoriler: Biyografi