Menü

YÜREKLE ÇEKİLMİŞ BELGE FOTOĞRAFLAR / Önder Şenyapılı

 

İbrahim Demirel ile tanışalı 15 yıl olmuş. Yeni yayımlanan “portfolyo”larında yer alan ve İbo’yu anlatan “Sanata adanmış bir yaşam” başlıklı tanıma yazılarını okurken baktım:
“… 1978 ‘de Gazi Eğitim Enstitüsü’nde kadrolu öğretim görevlisi olarak, grafik dersi vermeye başlar. İki yıl sonra ise öğretim görevlisi olarak Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda eğitmenliğini sürdürecektir. Dostları Mahmut Tali ÖNGÖREN ve Önder ŞENYAPILI ile burada tanışır.”

Diye yazıyor. O sıralar Gazi Üniversitesi değil elbette. Basın Yayın Yüksek Okulu da değil. AİTİA; yani Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi, Gazeteciler ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu. Akademinin Başkanı Onur Kumbaracıbaşı, Yüksek Okulun Müdürü ise Aydın Güven Gürkan.

İbrahim Demirel, Mahmut Tali Öngöre, Şencer Güneşsoy ve ben hemen hemen aynı günlerde atandık okuldaki görevimize.

İlk yılın biri tatil döneminde İbrahim Demirel ortalıktan yok oldu. Dersler başladığında Almanya’daki Türkleri görüntülediği yüzlerce kare ile çıktı ortaya. Öylesine etkileyici belge fotoğraflardı ki, sergilenmeli, başkalarının da görmesi sağlanmalı kararını verdik hep birlikte. Hepimiz kolları sıvadık. Ve sergilenmelerini gerçekleştirdik. Nasıl gerçekleştirdiğimizin öyküsünü önceki kimi yazılarımda anlattığım için yinelemiyorum. Serginin başlığını da ben koymuştum: “Orada İnsanlarımız Var Uzakta…” Şimdi ‘Portfolyo 4’ aynı adı taşıyor ve sözü edilen fotoğrafları içeriyor. Ne var, asılları renkliydi; Demirel Siyah beyaz yayımlamayı yeğlemiş.

Hemen bir açıklama yapmalıyım: Yukarıda belge fotoğraflar deyimini kullandım. Yanlış çağrışımlara yol açmamalı. Belge fotoğraflar, kuru, yalnızca saptadığı olay ve/ ya da olgu, yani içeriği dolayısıyla değerlendirmeğe alınan, anlatımcı yanı ağır basan,– bir anlamda sanatsal boyuttan yoksun kareler olabilir. Oysa İbrahim ‘in belge fotoğrafları anılan boyuttan yoksun değildir hiçbir zaman. Çünkü, yazar İnci Aral’ın 1980’de belirttiği gibi, Demirel: “İnsana yüreğiyle bakıyor.”

Böyle bakınca, İbrahim’in belge fotoğrafları, kuru, yalnızca saptadığı olay ve olgu ile sınırlı iletisi olan kareler olmaktan çıkıyor.

Şimdi Portfolyo 1’ de topladığı “ilk fotoğraflar” ında bile, ki çoğu Tatbiki Güzel Sanatlar Okulunda öğrenciyken, arkadaşı Teri’den ödünç aldığı makinayla çekilmiştir, belgeleme amacını çok çok aşan nitelikler vardır. Bu nitelikle, İnci Aral’ın saptamasına bağlanarak kaynaklandırılabilir kısa yoldan.

Portfolyo 1, “… dostum Fikret Otyam’a adanmıştır; “IŞIĞA MERHABA” (İlk fotoğraflar), usta bir objektifin ilk yönelişleri” başlığını taşımaktadır. İlk fotoğrafların çoğu, sanatçının, şimdi adı Körsüleymanlı (Malatya) köyünün insanlarını ve de genellikle aile bireyleriyle yakınları konu edinmektedir.

O sıralar İstanbul’da Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu öğrencisidir Demirel ve Fikret Otyam Taksim Sanat Galerisinde bir fotoğraf sergisi açar. Sergiden etkilenir Demirel. “Bunlar benim insanlarım. Demek ki, onların da fotoğrafı çekilebiliyor” diye arkadaşından ödünç aldığı fotoğraf makinasıyla Körsüleymanlı’da alır soluğu.

Örneğin anneannesi 110 yaşındaki Hatun Hanımın fotoğrafını çeker (Bkz: fotoğraf 1) Hatun hanım tam bir Osmanlı kadınıdır. Buyurgan. Otoriter. Bocu diye adlandırılan bir Rus köpeği vardır. Kucağında onunla gelir. Hiç kimse saygıda kusur etmez Hatun hanıma. Torunu fotoğrafını çekmek istediğinde hasta yatağındadır. Doğrulur. Objektife bakıp poz verir. İbrahim’in annesi Hatun hanımdan önce veda etmiştir yaşama.

Örneğin, amcalarına çevirir objektifini. (Bkz. Fotoğraf 2) Mustafa amca aşiret ağasıdır; toprak sahibi değildir ama, İbrahim’in değişiyle “söz ağası” dır. Sözü dinlenir. Ne derse o yapılır, öyle olur. Köylüler arası çıkan anlaşmazlıkları o çözer. Verdiği karar uygulanır. Süleyman amca çobanlık ve de eşkıyalık yapar. Yaşar Kemal’in İnce Mehmed’inde Nurhak dağlarındaki eşkıyaya kuryelik yapan Süleyman amcanın öyküleri de vardır.

Mustafa ve Süleyman amcalar, babadan kalma yazlık ve kışlık ahşap konaklarda birlikte otururlar. İbrahim bu konakları görüntüleyememiştir. Çünkü ikisi de yanmıştır. Ancak, çocukken konakların küllerini karıştırırken renkli camlar bulmuştur. “Anladım ki, muazzam yapılarmış, vitrayları bile varmış.”

Mustafa amca, ağaç dikmeye meraklıdır. Gezip dolaştıkça, su bulunup da ağaç bulunmayan yerlere kavak, söğüt, iğde diker. Zaman zaman gider, ağaçlarını budar, sular. Çok sevilir, sayılır ama günün birinde, kuma getirince karısı evden çekip gider ve Mustafa Demirel’in yaşamı değişir… Gerçi resmi nikah yoktur aralarında. Fakat aşiret karı-kocanın ayrılmasını hoş karşılamaz. “Bizim aşirette boşanmak yoktur; boşanmalar bağışlanmaz. Mustafa amcayı dışlarlar.” Mustafa Demirel ikinci eşi hala sağdır ve 100 yaşındadır.

Mustafa Demirel de 100 yıl yaşamıştır. Mutlaka Başyurt yaylasına gömülmesini, cenazede davul zurna çalınmasını ve rakı sofrası kurulmasını vasiyet etmiştir. 1970 de Tatbiki’yi bitirmiş, köyüne dönmüştür İbrahim. Haber gelir Mustafa amca yayladadır ve ölüm döşeğindedir. Alelacele yaylaya gider İbrahim. Yetişemez. Yaylaya vardığında yeni ölmüştür Mustafa amca. Hemen fotoğrafını çeker. (Bkz; fotoğraf 3)

Bu fotoğraf 1980 yılında Çin Halk Cumhuriyetleri Uluslararası Fotoğraf yarışmasında ikincilik ödülüne değimli (layık) bulunacaktır.

Binlerce fotoğrafın katıldığı bir uluslararası yarışmada başa güreşen bu fotoğrafın özelliği nedir ? Önünde sonunda bir ölünün fotoğrafıdır İbrahim Demirel’in yarışmaya gönderdiği kare. Nasıl olmuş da ikincilik ödülüne değimli bulunmuştur?

Sorunun yanıtı, 11 yıl sonra, Fikret Otyam’ın “İbrahim’e Gazipaşa’dan selamımızdır” başlığıyla “portfolyo 1” için yazdıklarında verilmektedir.

“… Siz hiç ölü, ama güzel ölü gördünüz mü? Öyle güzel bir ölü ki, insanın ölümden korkutmayan, yadırgatmayan bir güzel ölü!

Ben gördüm bu güzel ölüyü… Ölüm aklıma geldi mi bu ölü gelir gözümün önüne ve ölüme yuf çekerim !

Bu ölü bizim, Malatya’nın Kürecik Bucağının Kör Süleymanlı köyünden çıkma İbrahim Demirel’in köyüne bir gidişinde, amcası Mustafa Demirel’in tastamam ölüm döşeğinde ruhunu teslim ettiği anda çektiği bir fotoğraftaki ölüdür.

Çevresindeki insanlarda öyle feryat figan yok, bir tevekkül içindeler, donmuş gibiler. Doğdu, yaşadı ve öldü elden ne gelir ! Ya Allah. Ya Muhammed. Ya Ali, diyor o bakışlar ve Ya Hasan. Ya Hüseyin.

(…)

… bu satırları Demirel’in fotoğraflarını kapsayan yeni kitabı için yazdım. İster sevin, ister sevmeyin, bu içten geldiği gibiyi! İbrahim Demirel’den tek isteğim var, o güzel ölüyü, sakın ola ki kitaba koymamazlık etmesin. Zira kitap eksik olur.”

İlk fotoğraflar arasında Mamo dayı da vardır. (Bkz; fotoğraf 4) Mamo dayı, İbo’nun babası Hasan Demirel’in dayısının oğludur.

Dayıoğlu Mamo ile Hasan Demirel birbirlerine çok benzerler. İkiz gibidirler. Ayrıca, aynı tür giysiler giyerler; aynı biçim şapka kullanırlar, yeğledikleri renkler bile aynıdır. Herkes birini diğerinden ayırt edemez; karıştırır. Dahası Mamo dayı, bir gün Polatlı kasabasına iner. Tıraş olmak için berbere girer. Berber koltuğuna oturur oturmaz ve aynaya bakar bakmaz: “ Hasan’ın burada ne işi var ?!” diye sorup geriye bakar ki, Hasan yok!… Aynada kendi suretini görüp Hasan sanmıştır.

Hasan Demirel ruhunu teslim ettiğinde, Mamo dayı, “dişlerini ben istiyorum” diye başvurmuştur ibrahim’e. “Babam’ın dişleri protezdi. Çıkarıp verdik Mamo taktı. Sanki onun ağzına göre yapılmıştı. Hiçbir sorun çıkmadan kullandı.”

Sanatçının babası Hasan Demirel rençberdir. (Bkz; fotoğraf 5) Biraz toprağı, bir çift öküzü, bir eşeği ve 10-15 koyunu vardır. Yardımseverdir. Herkesin yardımına koşar. Elinden her türlü iş gelir. Karasaban yapar, kağnı yapar; herkese yapar. Kırık-çıkık tedavi eder. Diş çeker. Kerpeten ahırda asılıdır. Dişi ağrıyan Hasan Demirel’de alır soluğu.

Oturdukları evin bahçesinde sebze meyve yetiştirilir. İbrahim ve kardeşleri başka bahçelerden meyve çalarlar. Onların bahçesinden de başka çocuklar çalarlar elbette. “Ben ve kardeşim Elif, bahçede pusu kurar, meyve çalmaya gelen çocukları yakalayıp döverdik. Biz çocukları dövdük diye babam da bizi döverdi. İsteyen bizim bahçeye kendi bahçesi gibi girip istediğini alabilirdi babama göre.

Bir yayladan köye dönüş sırasında baba Hasan Demirel’e üşüme gelir. Tir tir titremeye başlar at sırtında. Bir köyden geçerken, yörede çok sevildiğinden, o köyün köylüleri indirirler attan Hasan Demirel’i , bir eve döşek serip yatırırlar. Aile kendi köyüne doğru yola devam eder. Ertesi gün getirirler Hasan Demirel’i. Titremesi sürmektedir. Yatırırlar. Ne konuşmaktadır, ne de kendindedir. Yemez içmez. Ara sıra sırıtmakta, zaman zaman gülmektedir. Atlara koyunlara seslenmektedir. İki ay süre böyle geçer.

Ağustos’a girilmiştir. Evden bir çığlık yükselir. İbrahim anlar: Babası ölmüştür. Nitekim, annesi evin kapısında belirir, babasının öldüğünü söyler. Hemen su ısıtmak için ateşler yakılır. Ölünün yakası yırtılır. Yıkamak üzere dışarı çıkarılırken baba Hasan gözünü açar ve konuşur.

İki ay boyunca hiç kimseyle konuşmadığını, kendi kendine koyunlara, atlara seslendiğini anlatırlar. O da bir düş gördüğünü anlatır: İnek koyun otlattığını, arada yağmur yağdığını, yağmur düşünce üşüdüğünü anlatır. Gene koyun otlatırken 2-3 kişinin geldiğini, selam verip oturduklarını ve kendisinin çağrıldığını söylediklerini, onlarla birlikte gittiğini, bir yere girdiklerini, kendisini götürenlerin birine aradığı adamı getirdiklerini söylediklerini, onun ise yanlış adam getirmişsiniz dediğini ve dönüp 25 yıl sonra geleceksin sen diye konuştuğunu anlatır. Ve der ki; “Ben tam yirmi beş yıl sonra şu gün şu saatte öleceğim.”

“Hep kaç yıl kaldığını sayardı babam. Arada biz şaka yollu sorardık; “Ne kadar zamanın kaldı baba? “ Duraksamadan “on beş”, “on” diye yanıtlardı. Dini inancı pek güçlü değildi. “Öldükten sonra mezarın olsa da olur olmasa da “ diye konuşurdu.”

Bu olaydan tam 25 yıl sonra, İbrahim Adapazarı’ndadır. Babası da yanındadır. Hastalanır Hasan Demirel, Ağır hastadır. Köye gitmek istediğini söyler. Bir minibüs kiralar İbrahim. Hasta baba yatırılır minibüse. Yola çıkarlar. “Bir avuç kalmıştı. Kucağımda taşıdım.” Köye girerler, İbrahim , “ baba köye geldik “ der. Babası, hemen doğrulur. Kendisi iner minibüsten. Derin bir nefes alır. Köylüler kendisini görünce şaşırırlar. “Ruh gibi kalmıştı çünkü, Ama kendi başına yürüyor ve konuşuyordu köylüleriyle. Hasret giderdi.”

Ve 15- 20 gün sonra, 25 yıl önce bildirdiği gün ve saatte ölür Hasan Demirel.

İbrahim Demirel, ilk ödülünü gene köyünde, babasını ve eniştesini harman savururken görüntülediği bir fotoğrafıyla kazanmıştır. (Bkz; fotoğraf 6) Aynı yarışmada, Adapazarı’nda çektiği bir fotoğrafı da mansiyon almıştır. (Bkz; fotoğraf 7)

Önce mansiyon alan fotoğraftan söz edelim. Çünkü, Birincilik Ödülüne değimli bulunan fotoğraftan önce çekilmiştir.

İlk eşi ile evlenmiştir İbrahim. Eşi öğretmendir ve Adapazarı’nda görevlidir. 1966 yılının Hıdırellez Bayramı’nda eğlenmektedir Adapazarlılar. Genç kızlar ve genç erkekler salıncaklarda sallanmaktadırlar. İbrahim hem kızları, hem erkekleri sallanırlarken fotoğraflar. Kızları çekerken, kimi gençler “neden fotoğraf çekiyorsun ?” diye üstüne gelirler. Çünkü, yavukluları sallanmaktadır salıncakta. Allah’tan biri, “ Hişt o Hocamın eşi “ diye uyarır gençleri; olay çıkmaz.

1968 yılında, o sıralar yayın dünyasında tifdruk basım tekniğiyle devrim yapmış Hayat Dergisi bir fotoğraf yarışması açmıştır. “Hıdırellez Bayramında Salıncakta Kızlar” fotoğrafını yarışmaya gönderir. Mansiyon alır. Fotoğrafı.

Aynı fotoğrafla, 1980 yılında Zagrep (Yugoslavya) Uluslararası Fotoğraf Yarışmasına katılacak ve bu kez Gümüş Madalyaya değimli bulunacaktır.

Hayat Dergisi Fotoğraf yarışmasında Birincilik ödülünü kazanan fotoğrafını ise 1967 yılında çekmiştir. Köyündedir. Rüzgar elverişli olduğu için eniştesiyle birlikte bütün gece harman savurur tarlada. Şafak sökmek üzereyken babası gelir. “Haydi oğlum, sen yoruldun, bırak, ben devralayım” der. İbrahim, gökyüzünün yavaş yavaş aydınlandığını görür. Işıktan etkilenir. Bir koşu eve gidip fotoğraf makinasıyla döner harman yerine ve babasıyla eniştesi harman savururlarken görüntüler. Bir yıl sonra katılacağı yarışmada Birincilik Ödülü getirecektir bu fotoğrafı.

Ödül parasıyla ilk kez kendisine ait bir fotoğraf makinası edinme olanağı geçmiştir eline. Ve ilk makinasını satın alır.: 6X6 ‘lık bir Yashica Mat 124.

Bu sayede, 1970 yılında ilk sergisini İstanbul’da açacaktır.

Haluk Doğanbey gezer sergiyi. İbrahim yoktur. Bir not bırakır.

“Gördüğüm en büyük amatörsün, en kısa zamanda görüşelim.”

Altı ay süreyle Haluk Doğanbey’in yanında staj yapar. Çok şey öğrenir Usta’dan. Ve aynı yıl birincilikle mezun olur Tatbiki’den.

Benim gördüğüm İbrahim Demirel’in fotoğrafları, ikinci eşine, “…eşim Jülide’ye” adanmış “portfolyo 4” teki Almanya’daki Türkleri konu edindiği karelerdir, yukarıda da sözünü ettiğim gibi. Ama, elbette, kısa sürede önceki çalışmalarını da gördüm. 1978’de Urfa’da çektiği bir fotoğraf, 1978 ‘de İtalya Uluslararası Fotoğraf Yarışmasında Altın Madalya ile ödüllendirildi. (Bkz. Fotoğraf 8.) Şimdi bu fotoğraf, “Sevgili annem Hatey ve babam Hasan Demirel’in anısına saygıyla…” adanmış, “Anadoluyum ben” başlığını taşıyan “portfolyo 2” nin kapağında yer alıyor.

Fotoğraf öyküsü ise şöyledir: Köy İşleri Bakanlığı adına Fikret ve Filiz Otyam ile birlikte Doğu Anadolu’da bir geziye çıkarlar. Çektikleri fotoğraflar sergilenecektir. Urfa’nın Akçakale ilçesindedirler. Kadınlar koyunları sağmaktadırlar. Fotoğraf çekilmektedirler. O sırada, İbrahim, oğluyla birlikte eşeğine binmiş bir köylünün bayır aşağı geldiğini görür. Adam sürekli gülmektedir. Objektifini ona doğrultur ve deklanşöre basar. “ Bütün öteki gördüklerimizden daha ilginç geldi bana eşeğin sırtındaki baba-oğul. Onların fotoğrafını çektim. Ve İtalya’dan Altın madalya getirdi bana bu fotoğraf.”

“Portfolyo 3” ünü başlığı ”Göçerler” dir. Konusu da Doğu Anadolu’nun dört bir yöresindeki göçerlerin yaşamından kesitler yansır fotoğraflarında. Göçer çocuklar, göçer genç kızlar (Bkz: Fotoğraf. 9), kadınlar, erkekler ve koyunları, atları, katırları, çadırları… “Portfolyo 3” kız kardeşlerine, _” Tek erkek kardeşleri olduğumdan bana hep değer verdiler. Onlar da benim için çok değerlidir. Sekiz kız kardeşime sevgiyle, saygıyla..” adanmıştır.

İlk üç portfolyo kırsal kesim insanının yaşamını konu edinmiş fotoğrafları içermektedir. “Portfolyo 4 “ Almanya’ daki Türk’lerin görüntülerini içermekteyse de, önceki portfolyoları tamamlayıcı niteliktedir. Çünkü, bir başka ülkedeki, sınaileşmiş bir ülkedeki kırsal kesim Türk insanının yaşam biçimini yansıtmaktadır o görüntüler. “Orada, insanlarımız var uzakta…” başlığıyla bu fotoğrafların sergilendiği 1980 yılında, sergi defterine şunları yazmıştı DR. Tansı Şenyapılı:

“Almanya’da Türkler konusu sanatın çeşitli kollarınca işlendi. Ancak bu işlemlerde genellikle üretim boyutu, daha çok kadın ya da erkek işçi ölçeğinde vurgulandı. Çalışmalarınızı yalnızca teknik üstünlüğü açısından değil, Almanya’daki yaşamın farklı bir boyutuna- tüketim boyutuna- gene farklı bir ölçekte- gruplar ve kent ölçeğinde- görüntüler sunduğu için de övgüye değer buluyorum. Çalışmalarınız, geri kalmış bir toplum üyelerini sanayileşmiş bir diğer toplumun temel üretimine katkıda bulunsa bile sosyokültürel yaşam ile bütünleşmesine olanak verilmediğini, bu yaşama yabancılaştığını bir ders kitabı açıklığıyla sergilemektedir. Emekçilerimiz bu bütünleşmeyi bir tüketim benzerliği ile sağlamaya çalışmakta ancak böylece görünüşteki ikilemi daha da vurgulamaktadırlar; örneğin sokaklarda modern çocuk arabası ile dolaşan (BKZ. Fotoğraf. 10_ Ö.Ş.), ya da çağdaş ısıtma aracının üstünü çiçekle süsleyip masaya dönüştüren vatandaşlar (BKZ. Fotoğraf 11- Ö.Ş.) gibi… Öte yandan bütünleşemedikleri bu sanayi kültürüne karşı kendilerini, geleneklerini yaşatarak savunma zorundadırlar; Kur’an kursu serinizde izlendiği gibi. (Bkz. Fotoğraf 12- Ö.Ş.)

Özetle, çalışmalarınız işçilerimizin Alman pazarı için kuşkusuz önemi olan tüketici rolünü çarpıcı biçimde vurgulamakta, bu ikili yaşam biçimine ilişkin bilgileri bir akademisyen özeni ve sistemi içinde sunmaktadır. Sizi kutlarım.”

İbrahim, 1980’den sonra kırsal yaşamın dışına hemen taşımamıştır, objektifini. Ama, yeni konu arayışları içine girdiğini haberleyen ilk çalışması “Tek Ağaçları” ı konu edindiği “Yalnız Ama Özgür” dizisidir. Jülide Gülizar, bu diziyi oluşturan karelerden birkaçını görür görmez, “ bu ağaçlar, kökende, sensin, Öyle değil mi ? “ Demiştir.

Elbette, değişim, yalnızca konu ile sınırlı değildir.. Anlatımcı tutumunu da yavaştan bırakmaya başladığı sezilmektedir. “Tek ağaçlar” da. Deyim yerinde bulunursa, figüratif-soyut görüntüler eldelemek yönelimi başlamıştır. Soyutlama eğilimi gittikçe güçlenecek, teknelerin sudaki yansılarını konu edinen “Islak Aynadan” dizisinde su yüzüne çıkacak, Bolşoy Buz Balesi gösterilerini konu edinen “Devingenlik” ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi Oda Orkestrasının Koral Çalgan yönetimindeki bir dinletisini konu edinen “Glissando” dizisinde açık seçik belirginleşecektir. Anılan dizilerdeki görüntüler, (elbette bir görüntü saptama olayından, – fotoğraftan söz ettiğimiz göz önünde tutularak belirtildiği unutulmadan) birer soyut resimdirler.

Henüz 1988’de “Islak Ayna” dan dizisindeki görüntüleri izlediğimde İbrahim’in, fotoğrafın resim ile boy ölçüşebilecek değerler kazanabileceğini kanıtlamak istediğimi yazmıştım. Anılan diziyi oluşturan görüntülerin saydamlarını ressam Kayıhan Keskinok ile birlikte izlemiştik. Keskinok, gösteri bittikten sonra: “Ressamlar utansın!” Diye tepki göstermişti.

İbrahim Demirel ise gitgide, daha ressamca fotoğraflar koymaktadır ortaya o günden bu yana.. Üstelik, görüntüye, ne çekim öncesi, ne de çekim sonrası herhangi bir müdahalede bulunmaksızın..

Şimdi, gönül arzuluyor ki, 1980 sonrası fotoğrafları da portfolyoya dönüşsün, kitaplarda yer alsın.

Hiç unutmuyorum Hacı Mordoğan’ın 1980’de sergi defterine yazdığını: “İbo! Körsüleyman’dan gelip Ankara’nın göbeğinde yeteneğinle kendini gösterdin. Başarının devamını dilerim.”

Başarısı sürüyor.

Sürecek…

 

 

ÖNDER ŞENYAPILI

(Ankara: 1 Eylül 1995)

Kategoriler:   Biyografi, fotoğraf