ZiFiR / ENDER ÖZSARIKAYA
Karanlık. Saat gece yarısını geçmiş olmalı. Gözlerim kapalı, yatıyorum.
Kötü üşütmüşüm. Ateşten bir nehir akıyor kanımda. Küçük bir kımıltı bile uğultuya dönüşüyor boş odanın içinde. Işıksız bir çıplaklığın içindeyim. Bir boşluğun çevresinde dolanıp duruyor aklım. Yalnızım. İş yerine de haber veremedim.
Kaytardığımı düşünecekler şimdi. Belki yarın… Bir ses, bir insan sesi duymalıyım.
El yordamıyla yakınlardaki radyoya ulaştım, kanalları dolaşıyorum.
Umudum bir insan sesi duymak. Ama cızırtıların arasından yükselen dayanılmaz seslerle irkiliyorum. Bazen tanıdık bir ezgiye rastlar gibi olup bekliyorum. Dayanılır gibi değil. Ne olmuş müziklere böyle? Kulağıma ulaşan tınılar, içimdeki karanlığı daha çok koyulaştırıyor. Ben kaç zamandır müzik dinlemiyorum? Sokaklarda da mı kulağıma çalınmadı? Şimdi ilk kez karşılaşmış gibi neden şaşırıyorum? Yine de bunu umursayacak halim yok. Bir insan sesi duyabilmek umuduyla tekrar tekrar geçiyorum kanalları.
Arabesk, pop, fantezi… Kuranlar, vaazlar, gecenin bu saatinde dinsel eğitim programları bile var. Ses, bir insan sesi… Ne kadar çok dinci kanal varmış? Buna şaşmamalı. Hayatın her alanı hızla dinsel bir örtünün altında toplanmaya başladı. İş yerleri, mahalleler, resmi kurumlar bile… Gündelik hayat her gün bir rengini daha yitiriyor, soluyor!
Farkında olmadan kapatıyorum radyoyu. Çok geçmeden yine kanalları dolaşırken buluyorum kendimi. Gecenin bu saatinde neden insan sesine taktım? Sanırım tek başıma, boş bir evde kendimi azalmış hissediyorum. Bir ses, çoğaltmasa bile ortak olabilir karanlığıma. Ortağı olan karanlık, karanlık olmaz eskisi kadar… Nafile, kırık, parçalanmış ezgiler insanı daha çok yalnız bırakıyor. Ne zamandır bu kadar yalnız hissediyorum kendimi? Hastalanıp yatmaya başladığım günden bu yana mı, geçen ay mı, önceki yıldan beri mi? Bilmiyorum. Yalnızca çalışırken, iş yerinde hissetmeye başladığımı hatırlıyorum. Bu bana ait ama yalnızca benimle ilgili değil, hissediyorum. Tıpkı işyerlerimizin dağılıp küçülmesi gibi, işçi örgütlerinin dağıtılmaya başlaması ya da kimlikçiklere bölünerek azaltılmamız gibi. Bu azlığın hafifliğini yalnızca dinsel bir örtü kaldırırdı herhalde. Dinlerin bütün dünyada yeniden allanıp pullanmasına şaşmamalı. Ama örtüler gerçeği değiştirmez ki.
Bir örtünün altında olsak bile varız iste. Yalnız ve karanlıkta bile olsak buradayız. Ama azaldığımız doğru. Kutuplarda eriyen buzullar gibi her gün biraz daha çok, biraz daha amansız eriyip, sulara karışıyoruz.
Karanlık. Ses?
İnsen sesinden umudumu kesmek üzereyim. Yalnız bir ses duyabilmek için kurcalıyorum radyoyu.
Nihayet bir sohbet t programı yakalıyorum. Genç bir erkek spiker, radyoya telefonla bağlanmış üç kadınla konuşuyor. Kadınlar birbirlerini tanıyorlar. Anlaşılan daha önce de aynı programda bir araya gelmişler. İkisi genç, çok düzgün bir Türkçeyle konuşuyorlar. Diğer kadına abla diye sesleniyorlar. Bazen spikerin söylediklerine aldırmadan kendi aralarında konuştukları oluyor. Genç adam, arada bir konudan uzaklaşmamaları gerektiğini hatırlatıyor. Garip, umursamaz bir tavrı var. Sanki hayattaki her şeyin üzerinde bir güce sahip olduğuna inanıyor. Sakız çiğner gibi, sözcüklerin üzerine basarak konuşuyor.
Uzun süre, konuyu anlamakta zorlanıyorum. Balkona asılacak çamaşırların sırası üzerine konuşuyorlar. Daha çok genç kadınlar söz alıyor. Biri sıranın önemli olmadığını düşünüyor. Zaten yalnızca geceleri asıyormuş çamaşırları ve sabah işe gitmeden önce topluyormuş. Diğeri iç çamaşırların mutlaka arkaya asılmasında ısrarlı. İç çamaşırı tartışması spikeri neşelendiriyor. Tartışmayı alevlendirmek için elinden geleni yapıyor. Diğer kadın da dayanamayarak araya giriyor. O da iç çamaşırların askıda sakınılmasından yana. Onlar, dünyanın en önemli işi buymuş gibi büyük bir ciddiyetle konuşurken aklımın bulanıklaştığını hissediyorum.
Bulanıklık sohbetten mi yoksa yine ateşim mi yükseldi, bilmiyorum. Gecenin bir vakti, balkonda çamaşır sırası yalnızlığındayım kadınların. Bazen birine bazen ötekilere hak verirken buluyorum kendimi. Bu güne kadar balkondaki çamaşırların sırası üzerine düşünmek aklımın ucundan bile geçmemişti. Gülüyorum kendi kendime. Ama buna uzun süre dayanmama olanak yok.
İşverenler sendikanın taleplerini kabul edilir bulmamış. Üstelik zam yapmak bir yana hükümetten işçi giderlerinin maliyetini azaltacak vergi indirimi talep ediyorlar. Bağdat’ta bombalar patlıyormuş. Doğuda yine iki asker şehit düşmüş. Hırsızlar bir adamı karısının ve çocuğunun önünde bıçakladıktan sonra ziynet eşyalarını alarak kaçmışlar…
“Zaten balkonda çamaşırlar sabaha kalmadan… ”
“Yine de iç çamaşırların arakaya asılması… ” Tartışma haberlerden daha uzun sürmüş. Ama artık eski heyecanı yok. Bedenim ağır bir taş gibi. Kolumu zorlukla hareket ettiriyorum. Sessizlik üzerimdeki karanlığı çoğaltıyor. Radyoyu kapatıp, yeniden açıyorum.
Kadınlar yeni bir sohbete başlamışlar. Bu kez konu pareo. Spiker, sözü her aldığında daha bir coşkulu daha bir alaycı. “Hem estetik hem de fazla kiloları gizliyor!”. Diğer kadın düşündükçe, yazın bir an önce gelmesini istiyor. Kadınları çekici kılması mı yoksa fazla kiloları gizlemesi mi daha önemli? Herkes çok heyecanlı. Neredeyse birbirlerinin sözünü kaparak konuşuyorlar. Konuşmanın en hararetli yerinde telefon çalıyor. Konu başka bir dinleyicinin dikkatini çekmiş olmalı. Ama dinleyici bu kez kadın değil. Çocuk denebilecek bir erkek sesi. Konuyla da ilgisi yok. Spikerin keyfi kaçıyor. Alaycılığına bir de hafifseme ekleniyor hemen.
Dinleyicinin kendini tanıtmasını istiyor. “Ağabey, ben bir pasta fırınında çalışıyorum” diyor çocuk. Ustaları gece kapıyı üzerinden kapatıp gidiyormuş, o sabaha kadar fırının başını bekliyormuş. Spikerin hafifser tonuna aldırmadan kendisine ne sorulursa yanıtlıyor bütün içtenliğiyle. O da benim gibi karanlıkta yalnızlığa daha fazla dayanamadı demek ki. Ama ya çocukluğundan ya da benden daha cesur olmalı dinlemekle kalmayıp konuşmayı istiyor, diye düşünüyorum.
Onun aklında daha önce bu programda yapılan bir eğlence var. Ritmik bir müzik eşliğinde tabak ve cam eşyaları kırmayı istiyor. Spiker ısrarla konuya ilişkin düşüncesini soruyor. “Bilmiyorum, ağabey” diyor. “Ben şey için aramıştım…” Onu anladık!” diye sözünü kesiyor spiker. Kadınlar sessizce konuşulanları dinliyor.
Belki onlar da sohbetlerinin bölünmesinden rahatsız oldular belki olacakları merak ediyorlar.
“Bak şimdi, ben sana pareo’nun ne olduğunu öğreteceğim öncen diyor, spiker. Sonra isteğini yerine getireceğini ekliyor. Çocuk, itiraz edecek gibi olsa da spiker kararlı. Çaresiz kabul ediyor. “Şimdi üstündekileri çıkarmanı istiyorum diyor spiker. Çocuk kısa bir süre sessiz, bekliyor. Sonra isteğini yerine getirmeye başlıyor spikerin. Kanımın soğumaya başladığını hissediyorum. Spiker bu tatsız bağlantıyı da eğlenceli hale getirmekten hoşnut. Çıkardığı giysileri bir bir sıralatıyor. Gecenin karanlığında, Sıhhiye’de bir pastane fırının da bir işçi çocuk soyunuyor. Kadınlarda çıt yok. “Soyundun mu?” diye soruyor spiker. “Evet” diyor çocuk. “Tamam, şimdi gömleğini alıp beline bağla… Bağladın mı? Hah işte bu pareo!” Kadınlara söz atarak, takdir bekliyor bir süre.
“Şimdi isteğin yerine gelecek. Hazır mısın?” diye soruyor. Fonda ritmik bir müzik çalmaya başlıyor. Uzaktan kırılan cam sesleri… Gecenin karanlığında, kendi yalnızlığında bir işçi çocuk geliyor gözlerimin önüne. Yattığım yerden beş on dakika uzakta. Birbirimize yakın uzaklığımız, yalnızlığımız ve amansız zamansızlığımız dolaşıyor aklımda. Sıhhiye’de, bir işçi çocuk yarı çıplak… Müzik çalınıyor, bardaklar kırılıyor, ben ağlıyorum… Aklım üzerimde kilitli, çocuk bir pastane fırınında yalnız. Gece, kadınlar sessiz… Spiker daha bir neşeleniyor.
Ah be çocuk, bu kadar mı zifir gece karanlıkta yalnızlık? Bu kadar mı çıplak birbirimize uzaklığımız?
2008/ankara
Ender Özsarıkaya
Kategoriler: Öykü